ADINI öğrenemediğim bir CNN yorumcusu, ABD’deki finansal krize yönelik kurtarma operasyonunu şöyle özetliyordu: “Profits are privatized, but losses are socialized.” Türkçesi: Kârlar cebe, zararlar toplumun sırtına! Nitekim, 1,5 trilyon dolara ulaştığı ilan edilen zararları karşılamak için daha şimdiden 700 milyar dolarlık bir paket hazırlanmış durumda. Nereden gelecek bu para? Karşılıksız basılmayacaksa, yeni vergilerden. Obama’nın başkanlığı için bundan daha iyi bir fırsat doğamazdı!
“Kâr olunca şahısların cebine, zarar olunca toplumun sırtına” ifadesi aslında modern kapitalizmin tarihini tek cümleyle özetliyor. Haliç kıyısında yıllarca faaliyet yapan sanayi işletmelerinin kârı ortaklarına giderken; kirlenen denizi temizlemek İstanbul Belediyesi’ne, dolayısıyla İstanbul halkına kalmadı mı? Uzan kardeşlerin uçurduğu milyarlarca dolarlık İmar Bankası mevduatını sahiplerine ödemek, sonunda Türk devletine, dolayısıyla bu ülkede vergi ödeyen herkese düşmedi mi?
Otuz yıl önce üniversite sıralarındayken iktisat hocalarımız bize artık Keynes devrinin bittiğini, Friedman devrinin başladığını söylüyorlardı. Birkaç yıl sonra iktidar koltuğuna kurulan “muhafazakâr” Turgut Özal sıkı bir Friedmancıydı. Bugünse Friedman’ın artık öldüğü, yeni bir Keynes döneminin başladığı söyleniyor.
Önce kelimelere netlik kazandıralım. ABD’de Keynes liberal, Friedman ise muhafazakâr olarak bilinir. Amerikalılar için liberal “solcu” demek; muhafazakâr ise düzen yanlısı. Keynes 1936’da Genel Teori’yi yazdığı zaman, Avrupalılar bakımından müfrit liberal Hayek ona karşı Köleliğe Giden Yol’u yazdı ve Keynes’i neredeyse komünistlikle itham etti. Onun için, kelimelere takılmadan Keynes’in ne dediğini ve bugünlerde niçin yeniden popüler olmaya başladığını anlamaya çalışalım.
Keynes Reloaded
Adam Smith’den Milton Friedman’a kadar modern iktisatçıları, insanın tabiat (veya Tanrı) karşısındaki konumu bakımından iki gruba ayırabiliriz: Doğal düzenciler ve müdahaleciler. Fizyokratik, klasik ve neo-klasik görüntüleri içinde modern iktisat düşüncesinin özü, “doğal olanın kurmaca olana üstünlüğü” ilkesidir. Başka bir deyişle, tabiat insandan daha akıllıdır. Ekonomik sistemde bir dengesizlik varsa, akıllı olduğunu vehmeden bir otoritenin (devlet mesela) müdahalesine gerek yoktur. Hatta böyle bir müdahale ters sonuç doğurur. En iyi çare, tabiatın o dengesizliği kendi kendine gidermesini beklemektir. Piyasalar otomatik olarak tam istihdam dengesine ulaşır.
Doğal düzencilik ahlâkî ilkesini Mandeville ve Bentham gibi düşünürlerden alıyordu. Şiarları “Private vices, Public virtues” idi: Kişisel kötülükler, toplumsal erdeme dönüşürdü. Yani bireyler tek tek kötü (mesela bencil, aç göz, muhteris) olduklarında, kendi çıkarlarını ençoklaştırmaya çabalayacak; bu çaba ise toplumsal faydanın ençoklaşmasıyla sonuçlanacaktı. Smith bu düşüncelerle tanışmadan önce Ahlakî Duygular Kuramı’nı yazmıştı (1759). Bu kitapta ana sorusu şuydu: “Ötekini nasıl sevebilirim?” 1776’da yayımladığı Ulusların Zenginliği’nde ise soruyu şöyle vazediyordu: “Kendimi nasıl sevebilirim?”
On dokuzuncu yüzyılın şiddetli sosyalist eleştirisine rağmen, bu fikirler 1930’lara kadar alternatifsiz kaldı. Sosyalist eleştiri ütopikti; realiteyi değil rüyaları esas alıyordu. Keynes ise en katı gerçeklerden (I. Dünya Savaşı, 1929 Buhranı…) hareketle hem doğal düzenciliği, hem de onun ahlakî ilkesini ters yüz ediyordu. “Keynesyen Devrim” dedikleri ciddi bir olaydı.
Aristokrat İngiliz’e göre “otomatik denge” bir yanılsamaydı. O güne kadar “gölge ekonomi” diye anılan para-kredi ilişkileri, üretim esaslı reel ekonomiden daha önemliydi. Ve kişisel erdemler toplumsal kötülüğe yol açabilirdi. (“Private virtues, Public vices.”) Sırasıyla ele alalım:
Otomatik denge gerçek hayatta değil, yükselen girişimci sınıfın dizginlenmesini istemeyen modern iktisatçının kafasındaydı. Oysa ekonomi eksik istihdam şartlarında da bir denge oluşturabilirdi. Bu durumda güçlü bir oyuncunun devreye girmesi ve (ister sermaye ister emek olsun) eksik kullanılmış üretim faktörlerini tam çalışır hale getirmesi gerekirdi. (Yüksek işsizlik varsa, üretken olmasa bile işçilere kanal kazdırıp tekrar doldurtmak, sonra gene kazdırmak yararlıydı. Veya sermaye eksikliği yüzünden yatırım yapılamıyorsa, devlet büyük sanayi ve altyapı yatırımlarını üstlenerek bu boşluğu doldurmalıydı. 1930’lardan 1970’lerin sonlarına kadar Türkiye dahil bütün dünya hükümetlerinin Keynesgil fikirlerle amel ettiğini söylemeye gerek var mı?)
Keynes’in diğer bir katkısı, finans piyasalarının ekonomide arızî değil aslî bir işlev gördüğüne dair fikriydi. Marx’ın altyapı/üstyapı metaforunu kullanırsak, diğer iktisatçılar üretimin altyapı, para-kredi ilişkilerinin ise üstyapı olduğunu söylüyordu. Keynes ise asıl maceranın para ve kredi gibi “simgeler”in oluşturduğu üstyapıda geçtiğini, üretimin ona göre şekillendiğini söylüyor; genel dengenin bu iki piyasadaki dengelerin etkileşiminden ortaya çıktığını belirtiyordu. (Mark Blaug, Keynes’in bu fikre o yıllarda Cambridge’de çok etkili olan filozof Wittgenstein’ın etkisi altında ulaşmış olabileceğini söylüyor. Malum, Tractatus yazarı da dünyayı dil yani simgeler ile açıklamaya çalışıyordu.)
Hayvanî Ruhların Serüveni
“Private virtues, Public vices” meselesine gelince, “animal spirits” kavramıyla beraber bu fikirler günümüzdeki finans depremini anlamamızda anahtar rol oynayabilir. Ekonomi niçin kendi kendine dengeye gelmez? Çünkü finans piyasaları reel ekonomiden daha önemlidir ve oralarda normal, hesabını bilen, aklı başında insanlar değil, “hayvanî ruhlar” at koşturur. Bunlar üretimde olduğu gibi kılı kırk yaran hesapçı burjuvalar değil, spontan bir biçimde eylemsizliği değil eylemi seçen ve bunu “nicel faydaların ağırlıklı ortalamasını nicel olasılıklarla çarparak bulmayan” hareketli insanlardır. Davranışlarına iyimserlik hakimdir; havanın hep günlük güneşlik olacağını varsayarlar.
Bu temelsiz iyimserliğin boş olduğu anlaşılınca, sahneyi erdemli yurttaşların elbirliği ile hazırlanan kaos şereflendirir. Klasikler, bireylerin tek tek erdemsiz davranışlarından toplu faydanın çıkacağını varsayıyorlardı. Keynes ise bireylerin tek tek erdemli ve akıllı davranışlarının felakete yol açtığını söylüyor. Bir örnekle izah edeyim: Diyelim ki özel bir üniversitede 3000 YTL maaşla hocalık yapıyorum. Maaşımın beşte birini tasarruf edip banka hesabına, altına veya hisse senedine yatırıyorum. Derken ABD’de en önemli finans kurumları batıyor ve krizin önümüzdeki yıldan itibaren derinleşerek Türkiye’yi de etkileyeceği söyleniyor.
Akıllı (rasyonel, hesabını bilen) bir insan olarak şöyle düşünüyorum: Kriz olursa bundan en fazla etkilenecek olan eğitim sektörüdür. Bu durumda özel üniversitelere talep düşer. Öğrenci sayısı azalınca, öğretmen talebi de azalır. İlk yol verilecekler, benim gibi yarı emekliler olur herhalde. Dolayısıyla önümüzdeki yazdan itibaren işsiz kalabilirim. İyisi mi hazırlıklı olayım ve şimdiki gelirimin beşte birini değil, hiç olmazsa beşte ikisini tasarruf edeyim. İşte herkes benim gibi akıllı davranıp tüketimini %20 kısarsa, belki de hiç meydana gelmeyecek olan bir ekonomik kriz böylelikle “üretilmiş” olur. Bireysel akıllar toplumsal çılgınlığa yol açar!
Türev Piyasaların Marifeti
Keynesgil bakış açısıyla, önce mortgage ardından CDS krizi “hayvanî ruhlar”ın günümüz finans dünyasında da ferman ferma olduklarını gösteriyor. Morkıç krizi ülkemizde az çok bilindiği için, CDS krizine odaklanarak “küresel finans teröristleri”ni tanıtmaya çalışacağım. CDS (Credit Default Swaps) innovatif bir kredi türev ürünü. Kredinin türevi ama suyun suyu kadar masum değil. Bir piyasa uzmanından önce işin mahiyetini öğrenmeye çalışalım:
“Kredi riski swap’ları (CDS’ler) son yıllarda gittikçe önem kazanan ve oldukça yaygın olarak kullanılan kredi türev ürünlerindendir. Bankalar, sigorta şirketleri, yatırım firmaları gibi kuruluşlar bu piyasalarda yüksek hacimli işlemler yapmakta ve piyasayı yakından takip etmektedirler. CDS’lerin amacı taraflar arasında kredi riskini transfer etmek ve bu yolla piyasa riskini yönetmektir. Bir CDS, ilgili şirketin ödememe riskine karşı güvence sağlayan bir anlaşmadır. Bu anlaşma bir sigorta sözleşmesine benzer. CDS, alıcısına belirli risklere karşı korunma sağlar. Genellikle şirket tahvili satın alan yatırımcılar, bu tahvilleri çıkaran şirketlerin tahvillerle ilgili anapara ve faizleri ödememe riskinden korunmak amacıyla CDS satın alırlar. Bunun yanı sıra, CDS’ler esnek bir finansal araç olduklarından şirketlerin olası kredi risklerine karşı çeşitli şekillerde kullanılabilirler. CDS alıcısı, CDS’nin vade sonuna kadar ya da kredi riski görülene kadar satıcıya dönemsel ödemeler yapar.” (Nurgül Chambers, 11.03.2008, www.finans.ekibi.net)
Uzun sözün kısası, borçlanmış bir şirketin borcunu ödeyememe riski, belirli bir kazanç karşılığında başka kurumlara sigorta ettirilmektedir. Şayet iflas ve benzeri durumlar fazla yaşanmazsa, garantörler bundan iyi para kazanmakta; fakat borcu taahhüt edilen şirketlerin ödeme riski yükseldikçe de garantör bankalar hapı yutmaktadır. İşte Merill Lynch ve Lehman Brothers gibi yatırım bankalarının uğradığı kaza temelde böyle bir olaydır.
CDS’ler mevduat toplayamayan yatırım bankaları için esnek bir enstrüman olarak belki yararlı olabilecekken, denetleyici bir otoritenin olmadığı bir ortamda, hayvanî ruhların oyuncağı haline geldi. 2005 sonlarında CDS hacmi 14 trilyon dolar iken, 2007 sonunda bu rakam 62 trilyon dolara ulaştı. Dünyada bir yılda üretilen bütün mal ve hizmetlerin toplam değerinin henüz 60 trilyon doları bulmadığı bir ortamda, bir avuç serüvencinin ne kadar doludizgin at koşturduklarını tahayyül edebiliyor musunuz?
1980’lerin başlarında ben de benzer bir deneyim yaşadım. Faizlerin serbest bırakıldığı bir ortamda, şube sayısı fazla olmayan bankalar yeterli para toplayabilmek için “mevduat sertifikası” adlı bir enstrüman geliştirdiler. Bu sertifikaları bankalar basıyor, bankerler halka pazarlıyordu. Çalıştığım İstanbul Bankası’nın sertifikalarını Meban ile Banker Kastelli satıyorlardı. Derken, banka ile hiç de alakalı olmayan sebeplerle Kastelli yurt dışına kaçtı. Ertesi gün İstanbul Bankası’nın şubeleri önünde kuyruklar oluştu. Banka ikinci günün sonunda devlete teslim oldu. Tıpkı çeyrek asır sonraki Lehman Brothers gibi!
Krizin dünya ekonomisi bakımından boyutlarını ve Türkiye’ye muhtemel etkilerini ayrıca ele almalıyız. Kriz en fazla ABD’nin açıklarını finanse eden Doğu Asya’yı vuracak. Kafayı çalıştırırsak bu işten kazançlı bile çıkabiliriz!
Paylaş
Tavsiye Et