JEO-POLİTİKANIN kıtalararası füzeler ve küreselleşme çağında önemini yitirdiğine dair kanaate rağmen, coğrafya bir milletin kimliğini şekillendiren unsurların başında geliyor. Ülkelerin geliştirdikleri stratejik düşünceyi kimlikten bağımsız olarak değerlendirmek mümkün olmayacağı için coğrafya faktörü önemini her zaman koruyacaktır. Kişi ancak oturduğu yerden ayağa kalkabilir; yani işgal ettiği fizikî alana göre hamle yapabilir. Rusya tarihi boyunca coğrafyası tarafından esir alınmıştır. Asya’nın kalbine yüzlerce yıl önce hükmeden Türkî kavimler ve Moğollar gibi sürekli olarak dışarıya yönelik hamleler yapma ihtiyacı duymaktadır.
Diğer taraftan Rusya, esasen Batılı bir kültürün büyük kısmı Asya’da yer alan topraklara hakim olmasından kaynaklanan bir gerilim yaşadı. Rusya bir yandan ne kendisini Asya’da hissedebildi, ne de Batı algılamasında Batı’ya ait bir unsur olarak kabul edilebildi. Rusya’nın Batılı olmadığı fikri Soğuk Savaş döneminin Batı’ya karşı Doğu şeklinde algılanan iki kutuplu dünyasında pekişti. Halen Batı’da, medeniyet konumuna dair baskın kanaat Rusya’nın Batılı olmadığı şeklinde. Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezinde Rusya’nın Batı’dan ayrı olarak değerlendirilmesi bu klasik Batı dışlamasının bir yansımasından ibaret. Yahudi medeniyetini Batı’nın bir parçası kabul eden Huntington, Rusya’yı Batı’dan ayrı bir medeniyetin merkezi olarak ilan ediyor. Halen Avrupa Birliği’nin sınırlarına dair yapılan tartışmalarda İslam ve Rusya Avrupa kimliğinin ‘iki öteki’si olarak takdim ediliyor.
Herşeye Rağmen Batıcılık
Batı’dan dışlanmışlığa Ruslar farklı tepkiler gösterdiler. Bunlardan ilki Putin’in de zaman zaman dile getirdiği, herşeye rağmen Rusya’nın Batı Avrupa kültürünün kopartılamaz bir parçası olduğu söylemini geliştirmekti. Rus Batıcılarına (Zapadniki) göre, Rusya’nın hem geçmişi, hem de geleceği Batı’dadır. Rus Batıcıları kendi aralarında devlet anlayışı ve modernleşme düşüncesi açısından farklı gruplara ayrılıyor. Bu grupların bir ucunda pazar ekonomisinin modernleştirici gücüne inanan yeni-liberal Batıcılar ile Putin’in temsil ettiği, siyaseten baskın grup olan güçlü devlet ve yukarıdan modernleşme anlayışını temsil eden muhafazakâr Batıcılar bulunuyor. Putin, 18’inci yüzyılın Osmanlı ve Japon modernleşmesini andırır biçimde “savunmacı modernleşmeyi” benimsiyor; yani modernleşme ve Batılılaşmanın amacı, Batı’ya benzemek değil, teknik ve askerî güç açısından Batı’yı yakalamaktır. Bu anlayışta Rus milli gururu ve tarihine önemli atıflar var.
Asya’da Bir Yabancı
Bir Rus Dışişleri Bakanının “Rusya bir Asya gücüydü; halen öyledir ve her zaman öyle kalacaktır” sözleriyle ifade ettiği Asyacılık söylemi Rus milli kimliğinde güçlü bir unsur olmaya devam ediyor. Gerçekten de Rusya’nın nüfuz, nüfus ve sınırları açısından bir Asya ülkesi olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ancak Ruslar, Asyalılarla aynı sınırları paylaşsalar da aynı kültürel geçmişi ve daha da önemlisi medeniyet algılamalarını paylaşmıyorlar ve doğal olarak bu söylem Ruslar için göle maya çalmaktan farklı değil. Kaldı ki Rusya’nın muhtemel bir Asya birliğine dahil olması ne Japonların, ne de Çinlilerin ilgisini çekiyor. Her iki ülkenin de Rusya’yla eskiden kalmış hesapları bulunuyor. Tokugawa döneminden bu yana Japon jeo-politikacıları Rusya’yı her zaman dikkat edilmesi gereken bir güç olarak gördüler. Çin ve Rusya’nın ise Soğuk Savaş döneminin ideolojik ortaklığına rağmen bir türlü yıldızları barışmadı. Kısacası Rusya bedenini Asya’ya doğru uzatmış olsa da, kafası ve bilinci Asya’da olmayan bir ülke.
Çarlık Rusya’sına Geri Dönüş: Panslavizm
Rusya’da, Çarlık Rusya döneminde öne çıkan Panslavizm ve Ortodoks Hıristiyan inancının siyasi merkez olma rolüne bir özlem her zaman mevcut oldu. Bu düşünceye göre, Panslavizm Rusya için önemli bir güç kaynağı olabilir. Bu sayede hem eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki Rus azınlıklara sahip çıkılmış, hem de Ukrayna ve Beyaz Rusya’yla bir Slav birliği kurulmuş ve Güney ve Doğu Avrupa’daki Slav milletler arasında Panslavist duygular sömürülerek oradaki Rus nüfuz alanı muhafaza edilmiş olacaktır. Büyük Rusya’nın kurulması ancak Rusya’nın bu aslî kimliğine geri dönüşüyle mümkün olabilir. Ancak Panslavizm, hem çok-kültürlü bir İmparatorluk durumunda olan Rus sistemi için, hem de dış politika stratejileri açısından oldukça riskli bir söylemdir. Bu kimliğe dayalı bir Panslavist strateji, bir yandan Rusya içindeki Slav olmayan halkları kendisine çekemezken, diğer yandan da Rusya’yı zorunlu olarak Doğu’ya doğru yayılan Avrupa Birliği’ne, özellikle de Almanya’ya cephe haline getirecektir. Geleneksel olarak Alman-Rus nüfuz çatışmasının iki süpergüç arasında kalan bölgede cereyan ettiğini unutmamak gerekiyor. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesindeki grand stratejisi Doğu’da Rusya’nın tesis etmeye çalıştığı nüfuzu kırmaya yönelikti. Nazi Almanya’sının işgal yoluyla icraya çalıştığı bu strateji, İkinci Dünya Savaşı’ndan Almanya’nın mağlup ve ikiye bölünmüş olarak ayrılmasıyla tam bir fiyaskoyla neticelenmişti. Ancak Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Almanya tekrar birleşti ve başkentini Polonya sınırından sadece 50 km içeride kalan Berlin’e taşıyarak Doğu’ya yönelik ilgisinin devam ettiğini ilan etti. Bugün hem Almanya’nın Avrupa Birliği bünyesinde, hem de Amerika’nın NATO bünyesinde Doğu’ya doğru yayılma politikası Rusya’nın önem verdiği Slav birliğine karşı tehdit içeriyor. Öte yandan Panslavizmin Slav kökenli milletler üzerindeki etkisi Soğuk Savaş’la birlikte büyük oranda kaybolmuş durumda. Aşırı milliyetçi Sırplar dışında kimse Rusya’nın himayesini kabul etmiyor.
Amerika’ya Karşı Avrasyacılık
Kendilerini ne Avrupa’da, ne de Asya’da evlerinde hissedebilen Ruslar bu her iki kimliği meczedebilecek bir kavram olarak Avrasyacılığı ortaya attılar. Halen Rusya’da Avrasyacı jeopolitik düşüncenin mimarı sayılan Alexandr Dugin, başta Putin olmak üzere önde gelen Rus siyaset adamlarına yakınlığıyla tanınıyor. Dugin’in Rus ana kıtasını dünyanın kalbi sayan MacKinder ve özellikle Nazi Almanya’sının Haushofer gibi jeopolitikçilerinden etkilendiği görülüyor. Avrasyacılık, Rusya’nın her iki coğrafyayı kendi bünyesinde temsil eden ve birleştiren özgün (spetsifika) bir ülke olduğu tezini işliyor.
Avrasyacılık düşüncesinde dünyaya hakim olan iki siyasi kutup bulunmaktadır: Bir tarafta başta Rusya olmak üzere kıtasal Asya, diğer tarafta denizlere hakim ve dünya ticaretini elinde bulunduran Avro-Atlantik dünyası. Ruslar, Atlantik eksenine karşı, Hindistan, Çin, İran ve Arap dünyasıyla işbirliğini savunuyor. Ancak Rus Avrasyacılar diğer iki Asya ülkesi olan Japonya ve özellikle Türkiye’ye karşı dikkatliler. Dugin, Türkiye aleyhtarı düşünceleriyle tanınıyor. Avrasyacılığın Soğuk Savaş sonrasında sahip çıkılan bir düşünce olması daha da anlamlı. Sovyetler Birliği bu görüşü benimseyemezdi; zira evrensel bir ideolojiyi ve mücadeleyi temsil etmekteydi; misyonunu, belli bir coğrafyayla sınırlandıramazdı. Bu anlamda Avrasyacılık Rusların Sovyetler Birliği’nin dağılmasına verdikleri stratejik bir tepki olarak da düşünülebilir. Bir anlamda Rusların Misak-ı Milli’si Asya’daki nüfuz alanıdır; Rusya’nın o topraklar üzerindeki iddiası sürmektedir. Ancak Avrasyacılığı komünist Rus stratejilerine yakınlaştıran, çatışmacı bir kimlik oluşudur. Rusya Batı’yla entegrasyonu değil, Batı’dan bağımsızlığını ve ona karşı özgünlüğünü vurgulamaktadır.
Avrasyacılığın muhatabı Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinden ve en son olarak 11 Eylül sonrası siyasi konjonktürden istifadeyle, Rus nüfuz alanına doğru yayılma hamlesini sürdüren Amerika’dır. Amerika’nın Rusya’ya yönelik stratejik duayeni Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası’nda Rusya’nın Avrasya olarak adlandırdığı toprakları “Avrasya Balkanları” olarak tanımlaması Rusların dikkatini çekti. Bu alana Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya da dahil ediliyordu. Ruslar Brzezinski’nin bu formülasyonunda Amerika’nın Soğuk Savaş boyunca saygılı olduğu Rus nüfuz alanına açılma niyetleri seziyorlardı. Nitekim Amerika 11 Eylül saldırılarına karşılık olarak yaptığı stratejik hamlelerle Avrasya’nın ortasına yerleşmiş oldu. Bu 18’inci ve 19’uncu yüzyılda İngiltere ve Rusya arasında yaşanan ve Büyük Oyun adı verilen klasik rekabetin yeniden sahne almasından başka bir şey değil.
Rusya’nın kimlik arayışındaki bu dört akımı birbirine tezatmış gibi düşünmek mümkün görünse de, aralarındaki aslî uyuma dikkat çekmek gerekiyor. Putin’in izlediği dış politika çizgisi değişik ideolojilerden Rus elitleri tarafından destekleniyor. Bunun bir nedeni Putin’in akıllı bir stratejiyle her eğilimi temsil ediyor görünmesi. Putin bir taraftan Batı’yla uyumlu politikalar geliştirirken, diğer taraftan Rus milliyetçiliğinin gönlünü okşar söylemler benimsiyor ve başka bir taraftan da İslam dünyasıyla ilişkilerin geliştirilmesinde Avrasyacı stratejiler izliyor. Ancak bu aynı zamanda Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönemde uluslararası sistemde nerede durduğunu henüz tam olarak tespit edememesinin de işareti olabilir. Kremlin yeni uluslararası sistemde, özellikle de 11 Eylül’den sonraki dönemde, nereye ait olduğuna henüz karar verebilmiş ve jeopolitik kimliğini bulabilmiş değildir. Rusya’nın Amerika’yla birlikte dünyanın iki süpergücünden biri olduğu dönem artık kapanmıştır; ancak dünya vizyonları bu dönemde şekillenen Rus siyasi elitinin karşı karşıya olduğu en büyük zorluk hayalî imparatorluk ile reel politik arasındaki dengenin bulunmasıdır.
Paylaş
Tavsiye Et