11 MART sabahı birçok İspanyol için sıradan başlayan gün, Madrid’in en işlek istasyonlarında eşzamanlı patlatılan bombalarla ulusal felakete dönüştü. Yerel saatle 08.30 civarı, insanların iş ve okullarına yetişmek için banliyö trenlerine akın ettiği saatlerde, ikisi Madrid’in merkez garı Atocha’da, diğer ikisi de El Pozo ve Santa Eugenia istasyonlarında meydana gelen dört patlama genel seçimlere üç gün kala İspanya’nın tarihini değiştiriyordu. 202 ölü ve 1500 civarında yaralıyla İspanya bir anda kendisini 1936-39 arası yaşadığı sivil savaştan beri şahit olmadığı bir kanlı saldırının içinde buldu.
İspanyol basınının “Bizim 11 Eylül’ümüz” şeklinde attığı başlıkların sadece dehşetin boyutundan mülhem olmadığı, olayın ardından yapılan araştırmalarda ortaya çıktı. Başbakan Aznar’ın ısrarla olayların sorumlusu olarak 30 yıldır İspanya’nın özerk Bask bölgesinin bağımsızlığı için mücadele veren ayrılıkçı terör örgütü ETA’yı göstermesine karşın, trenlerin ilk hareket ettiği Alcala de Henares kasabasında bulunan çalıntı bir kamyonet adresin yönünü değiştiriyordu. Kamyonetin içinde yedi adet fünye ve Arapça kasetler bulunması, ardından El-Quds el-Arabi gazetesinin kendilerine gönderilen bir e-posta ile el-Kaide’nin silahlı birimi ‘Ebu Hafs el-Mısrî’nin saldırıların sorumluluğunu üstlendiğini duyurması ibreyi ‘küresel terör’ yönüne çevirmekteydi.
El-Quds el-Arabi’ye gönderilen mesajda saldırılar ‘Ölüm Trenleri Operasyonları’ olarak adlandırılıyor ve “Haçlı Avrupa’nın kalbine sızarak Haçlı ittifakının merkezlerinden birine acı verici bir darbe vurmayı başardık. Bu, Haçlı Amerika’nın İslam’a karşı verdiği savaştaki müttefiki İspanya ile hesaplaşmamızın bir parçasıdır” deniyordu. Eylemin sağladığı psikolojik üstünlük, “Aznar, Amerika nerede? Seni, Britanya’yı, Japonya’yı, İtalya’yı ve diğerlerini bizden kim koruyacak?” tehdidinde somutlaşırken, Irak operasyonunda ABD’nin müttefiki olan diğer ülkelere gözdağı veriliyordu. Aslında terörizmin küresel bir tehdit olarak sahneye çıktığı 11 Eylül’den sonra Haçlı retoriğinin gündeme getirilişi yeni değildi. 11 Eylül’ün akabinde Bush ABD’nin yeni terörizm stratejisini açıklarken “Haçlı Seferleri” benzetmesini kullanmış ve bütün dünyayı “Haçlı Seferlerinde olduğu gibi tek bir düşmana karşı birlik olmaya” çağırmıştı. Anlaşılan, dünyayı yeniden biçimlendirme stratejisinde dini, emellerine alet etme misyonunu kendisine şiar edinen yalnızca Bush değildi; el-Kaide de benzer bir stratejiyi benimsiyor ve her samimi Müslümanı rahatsız edecek bir retorikle eylemlerine dinî bir misyon yükleme çabası güdüyordu. Bilinçli ya da bilinçsiz, dünya medyasının el-Kaide’nin bu tuzağına düşmesi ve dünyayı sulh ve selamete ulaştırmak için gönderilmiş ilâhî bir dinin, vahşetin adıyla birlikte “İslamî terör” şeklinde anılıp bu kullanımın yaygınlaştırılması, Bush ve avanesi ile el-Kaide arasındaki bir düelloya dönüşen hesaplaşmanın dünyaya “medeniyet çatışması” şeklinde sunularak taraftar toplanması oyunundan başka birşey değildi.
Madrid olayının en çarpıcı yönü, patlamalardan üç gün sonra yapılan genel seçimde Amerika’nın Irak’ı işgaline tam destek veren iktidardaki sağcı Halk Partisi’nin %37,6’lık bir oy oranında kalması; buna mukabil ana muhalefetteki İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) lideri Zapatero’nun oyların %42,6’sını alarak 350 sandalyeyle seçimden büyük bir zaferle çıkmasıydı. Oysa 11 Mart öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında Halk Partisi en yakın rakibi Sosyalist Parti’nin 3-5 puan önünde görünüyor ve seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Halkın %90’ının Irak’ın işgaline karşı olmasına rağmen Aznar’a verdiği destek, sekiz yılda milli gelirde gerçekleştirilen %32’lik büyüme ve işsizlik oranında görülen %10’luk azalma ile yakından alâkalıydı.
Ancak terörün kullandığı oy tüm sonucu değiştirdi. El-Kaide’nin çok ince planlarla hareket ettiğini gösteren “11 Mart” tarihi sadece 11 Eylül’e bir nazire olarak algılanmasıyla değil, seçim sonucunu değiştirecek bir tarihte yapılmış ve bunu “başarmış” olmasıyla da dünya genelinde büyük tedirginlik yarattı. Soğuk Savaş sonrasının kaotik ortamında bir terör örgütü, bir ülkedeki iç siyasî dengeleri tamamen değiştirebiliyor ve saldığı korkuyla küresel politikada âdeta “uluslararası bir aktör” konumuna yükselebiliyordu. Amerika’nın “teröre karşı savaş” retoriğine sığınarak kalkıştığı işgaller yeni bir Godzilla yaratmış ve paradoksal bir biçimde “teröre karşı” söylemleriyle atılan her adım kendi canavarını besleyen bir yeme dönüşmüştü. Bunun en çarpıcı örneği el-Kaide’nin Madrid bombalamasından sonra yaptığı açıklamada Bush’a hitaben; “Muhakkak ki biz gelecek seçimlerde senin zarara uğramanı istiyoruz ve hükümetini yerle bir edecek büyük çaplı bir operasyonun ne olduğunu biliyoruz. Ama biz bunu istemiyoruz. Hikmet ve deha yerine, her işi kaba kuvvetle çözmeye çalışan senden daha ahmak birisini bulamayacağız” sözleriydi. Bütün çabası Bush ve onun neocon ekibiyle savaşmak gibi görünen el-Kaide, seçimi kazanması için neredeyse Bush’a destek verecek bir tablo çiziyordu. Kerry’nin demokratik tavrı öncelemesi sebebiyle İslam dünyasına sempatik geleceğini düşünen örgüt, bunu kendi açısından tehlikeli bularak “Ey katil Bush! Gelecek seçimleri biz senin kazanmanı istiyoruz” diyordu. Zira Bush teröristlere şiddet kullanma mazeretleri sunmaya devam ettikçe kitlesel terör güçlenecek; güçlendikçe Bush “teröre karşı savaş” söylemine yenilerini ekleyebilecek ve bu döngü birbirini besleyerek varlığını sürdürecekti.
Madrid patlamalarının ABD’nin Büyük Orta Doğu Proje’sini devreye soktuktan hemen sonra gerçekleşmesi, proje kapsamında NATO, AB ve G-8 gibi küresel güçlerden destek ve yardım talep eden Amerika’yı ‘yalnızlaştırmak’ amacı taşıdığını da akla getiriyor. Nitekim saldırılardan sekiz gün sonra AB İçişleri Bakanları Brüksel’de olağanüstü toplandı ve Avrupa’nın yumuşak karnı güvenlik meselesini masaya yatırarak istihbaratı güçlendirici önlemler alınması gerektiği konusunda görüş birliğine vardı. Amerika’nın BOP’u gerçekleştirmesi; meseleyi meşruiyet zeminine taşıyacak küresel unsurları devreye sokabilmesiyle ve kendisine karşı çıkabilecek aktörleri oyunun bir parçası haline getirmesiyle mümkündü. Bu noktada, Afganistan örneğinde olduğu gibi, özellikle NATO’nun askerî kanadından gelecek destek Amerika’nın manipülasyon kabiliyetini artıracak ve elini güçlendirecekti. Ancak el-Kaide’nin saldırıların devam edeceğini söylemesi ve işgale destek veren ülkeleri tehdit etmesi Amerika’nın planlarını bozacak bir etki yaratacaktır. Nitekim Madrid saldırılarından sonra Avrupa’da Irak’ın işgaline karşı olan halkın sesi daha gür çıkmaya başlarken; İspanya, İngiltere, İtalya, Polonya gibi Amerika’ya destek veren ülkelerde teröre duyulan kızgınlık, hükümetlere duyulan öfkeyle birleşti. Şimdi birçok Avrupa ülkesi, özellikle de Amerika’ya destek verenler, eğer Madrid son değilse, bir sonraki hedefin neresi olabileceğini sorguluyor. Meşruiyetten yoksun bir savaşın nelere mal olabileceğini tüm dünyaca idrak ettik; şimdi evrensel barışı tesis edecek ortamları inşa etme zamanı…
Paylaş
Tavsiye Et