SÖZÜN yurdu dış dünyadır, ifşa edilmediği sürece gurbettedir. Sözün dil vasıtasıyla dışarı çıkma iştiyakı, tanınmak, anlaşılmak ve hasret gidermek içindir. Dilin ket vurulamazlığı, sözün özgürlüğe kavuşma ihtirasındandır. Arsızlığı bundandır. Konuşma, tabiatı gereği insanı dışa dönük kılıyor. Dışa dönüklük, muhataplık ilişkisi dolayısıyla insanın dış etkiye ve telkine maruz kalmasına yol açar. Mesele, sözün, özgürlüğe kavuştuğu anda, sahibi üzerinde hükümranlık kurmaya başlamasıdır. Sözün şiddeti kendine dönmeyi ve kendi üzerine düşünmeyi engelliyor. Özgürlükle esaretin birbirine karıştığı bu belirsiz eşikte, insan söze ve kendine yabancılaşır. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve güçlü kılan söz söyleme yetisi, onu aynı zamanda kırılgan ve zayıf kılıyor: Konuştukça, acı çekiyor! Konuştukça, ruhu tahriş ediliyor! Konuştukça, ıstırabı artıyor!
Söz ardı sıra ağızdan dökülüp bir konuşma ahengine kavuşunca, artık sözün ‘düzen’inden bahsediyoruz demektir. Sözün ‘düzen’i kurulunca, konuşma da ‘ben’e dair hükümranlıktan çıkıp, başkalarına dair ve başkaları adına söz söyleme yayılmacılığına dönüşür.
İnsan diğer canlılardan konuşma, beyan etme vasfıyla ayrılır. Aristo’dan bu yana kabul edilen şey odur ki, dilin ayırıcı bir vasıf olarak belirdiği eşikte insan siyasal bir kimlik kazanır. İnsanın siyasallığı, ona bir siyaset etme biçimi verir. Bu biçim, temelde insan-insan, insan-toplum arasındaki ilişkiler ağının nasıl olması gerektiğine dair bir dayanaktır. Siyaset etme biçimi, temsil ve meşruiyet ile varlık kazanır. Başkalarına dair ve başkaları adına söz söyleme yayılmacılığının oluşturduğu egemenlik paradoksu temsil ile aşılabilir bir şey mi? Meşruiyet, insanî olmaktan uzaklaşan bu mekanik siyasal düzeneğin ruhu olabilir mi?
Modernlik, kentlilik ve bunun doğal sonucu iletişim araçları vasıtasıyla insanın konuşabilme serbestisi ve esnekliği arttı. Bundan eski zaman insanının konuşamadığı anlamı çıkmıyor. Aksine, insanın ulu orta konuşabilemediğinden bahsediyoruz. Asrî zamanlarda insanın konuşabilme melekesinin önüne serilen çok çeşitli imkanlar insanı huzursuz ve telaşlı kılıyor. İnsanın huzursuzluğu ve telaşı, kendisine öğretilen konuşma melekesinin asıl mecrasından koparılmasından kaynaklanıyor. Gün geçmiyor ki, birileri, başka bir topluluk, cemiyet, cemaat adına televizyon, gazete ve dergilerde hükümferma etmesin! Bütün mesele, ‘lâf cambazları’ arasındaki mücadeleye, bunda hiçbir dahli olmayan milyonların suç ortaklığına icbar edilmesidir. Türkiye’de ne zaman çözülebilir veya çözülemez bir mesele zuhur etse, lâf kalabalığından fırsat bulanlar, “meselenin konuşularak hâlledilebileceği”ni telkin ediyorlar. Esasında yapılan, suç ortaklığına davettir. Konuşularak meselenin çözüme kavuştuğu bir örnek hatırlayan var mı? Aksine birileri konuştukça, muhatapları “lâf söyledi bal kabağı!” diyorlar. Hazımsızlık bünyemizi kemirmeye devam ediyor. Konuşmalar herkesi meşgul ediyor, birilerinin telaş ve huzursuzluğu yığınların huysuzluğuna dönüşüyor.
Söz bütün bu kalabalığı, yabancılaşmayı ve son kertede huzursuzluğu kaldıramaz ve inkılâp eder. Sözün inkılâbı, kalbe hicrettir. Türkçe’de unutulmuşluğa terk edilmiş kalbetmek birleşik fiilini hatırlayalım. Sözlükler, inkılâp etmek ve kalbetmek sözcükleri için aynı karşılığı veriyor. Kalbetmek, bir durumdan başka bir duruma dönüştürmek, bir hâlden bir hâle çevirmek demektir. Söz, hâlden hâle girerek, kalbe ulaşır; nahifleşir, arsızlığı gider, kemâle erer. Sözün kalbe hicreti sükûnete varma isteğindedir, çünkü sükûnetin tek meskeni, tek yurdu kalptir. Sükûnet; güven, huzur, incelik, kemâl ve düşünme hâlidir. Burada, kalabalığa, kabalığa, telaşa, huzursuzluğa ve huysuzluğa yer yoktur.
Söz, sükûnete erince, konuşma da asıl mecrasını bulmuş olur: Asıl gaye, vicdan ve gönülde filiz veren güzelliği, inceliği, anlayışı idrak etmek ve başkalarına iletmektir artık. Dil kalp üzere olunca, orada olmayanı da beyan etmez. İnsan sorumlu bir varlık olarak, ‘tartı’da taşkınlık yapamayacağına göre, sözün de taşkınlığına izin vermemeli. Dilin kemiği olmasa da adaleti var. Her şeye rağmen, dil bir ölçüye kavuşmak ister. Dilin ölçülülüğü sükûnettir. Sükût ettikçe, sükûnet buluruz; sükûnete erdikçe de huzur buluruz; direncimiz artar. Hangi direnç? Güncelin ve nicelin hükümranlığına ancak sükûnla direnebilir insan. Şahsiyetimiz bu direnç noktalarında varlık kazanır. Aksi hâlde, oradan oraya savrulan, hiçbir yere tutunamayan ayran delisi güruhları çoğaltmış oluruz.
Nietzsche’nin, Basel’de Klasik Filoloji Profesörü olarak görev yaptığı sırada, temas ettiği çok az insandan biri, ünlü kültür tarihçisi Jacob Burckhardt’tır. Nietzsche, 1886’da Burckhardt’a şöyle yazıyordu: “Sizin kadar benimle müşterek esaslardan hareket eden kimse tanımıyorum. Bana öyle geliyor ki, siz de aynı problemleri görüyor, bunlarla bana çok benzer bir tarzda uğraşıyorsunuz; hatta belki de siz daha büyük bir şiddetle davranıyor, daha derinlere gidiyorsunuz, çünkü siz benden daha sükûtîsiniz.” Bu, Nietzsche’nin, Burckhardt’ın görüşlerinden etkilendiği şeklindeki genel kabulün ‘niçin’ini bir nebze açıklığa kavuşturuyor. Kabına sığmayan, modern insanın bütün huzursuzluğunu sanki kendi şahsında toplayan büyük filozofun, sükûnete sığınması, sükûneti yüceltmesi, sükûtî olana saygı ve hayranlığı önemlidir. Denizler ve okyanuslar bile hırçın dalgalardan sonra durulmak ve sükût etmek ister. Sükûnetin saflığı, düşünmenin sahiciliğini sağlıyor. Sükûnetin saflığından kastedilen şey, dışarıdan herhangi bir delile ihtiyacı olmadığı, bizzat kendi kendinin kurucusu ve delili olduğudur. Şahsî düzeyde olduğu gibi, toplumsal düzeyde de sükûnetin saflığından bahsediyoruz. Çünkü sükûnet doygunluktur, dışarıdan başka bir şeye ihtiyaç hissetmez, bu nedenle zaten katıksız ve halistir. Toplumsal düzeyde, sükûnetin dışarıdan bir delile, bir kuruculuğa izin vermemesi, dışarıdan müdahalelerle toplumun dize getirilebileceği, dönüştürülebileceği fikir ve projelerinin beyhude bir çaba olduğunu gösteriyor. Kalbin helecanı, sesin titrekliğine yol açıyorsa bu emin olma kaygısındandır. Konuşurken emin olmak istiyoruz, konuşulurken emin olmak istiyoruz. Sözün gürültüsü insanı ve âlemi yordu. Sözün de mecali kalmadı.
Geriye, “ulvî olan ancak sükûttur, maadası zaaftır” sözü kaldı. Söz kime ait? Şair Vigny’nin olabilir mi? Bilmiyorum. Sükûtun ötesi var mı? Meçhul. Varsa da başka bir hâldir.
Paylaş
Tavsiye Et