MÜTEFEKKİR, ressam, neyzen ve mimar Turgut Cansever öldü. Damadı Mehmet Öğün telefonda derin bir teessürle “Turgut Bey’i kaybettik!” deyince “içimde bir ezinti, bir çöküntü duydum”. Hastalığı ve yaşı sebebiyle beklediğimiz, ama yine de ölüm vaki olduğunda nasıl karşılayacağımızı bilemediğimiz bir hâl. Yeni ve anlamlı şehirler, evler, hayatlar kurmayı ümid ettiğimiz bir eşikte bizi bir başımıza bıraktı. Mevla rahmet eyleye. Bir yıldız söndü ve ondan uzaktakiler sanki ne duyacak, ne hissedecekler? Belki bir şey, belki hiçbir şey. Bu durumu “ölünün cesedi üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi, hâtırası üzerine kapanan birkaç satır yazı!” ile mi geçiştireceğiz?
Cansever yaşarken kadri ve kıymeti yeterince bilinemedi. Hayatî önemdeki şehir projesi bürokratların ve teknokratların dar ve küçük dünyalarına teslim edildi. Oraya yönlendiren iradeler, dönüp ne olduğunu sormadılar bile. Yüklenmiş olduğu mesuliyetin ağırlığı, yolunun uzunluğu Cansever’i sabırlı, anlayışlı ve ümitli kılmıştı. Ufak bir karamsarlık bile ihsas ettirdiğinizde, hemen müdahale eder ve ilahi emri hatırlatırdı: “Ümitsizlik kâfire has bir şeydir.” Geride bıraktığı eser ve fikirlerin Türkiye’nin inkişafına vesile olacağına inanmak gerekir.
İyi bir mümindi. Garipti. Ciddiydi. Samimi ve heyecanlıydı. Her dem tazeydi. Mütevekkildi. 13 Haziran 2008 Cuma günü Ahmet Davutoğlu ile birlikte Çiftehavuzlar’daki sade hanelerinde kendilerini ziyaret etmiştik. Hastalığının iyice ilerlemesinden hemen önceydi bu. Yine de durumu çok iyi değildi. “Biliyor musunuz” demişti, “hep etrafımda iyi insanlar oldu. 88 yıllık ömrüm boyunca sadece bunun için Allah’a ne kadar şükretsem azdır.” Bu onu son görüşüm oldu. Ölüm karşısında insan elbette acizdir, ama bu ölüm karşısında başka türlü oldu. Acziyetim, elimizden yitip giden kıymetin oluşturduğu yoksunluk ile bir koşutluk içinde.
Cansever derunî bir mesuliyet hissi ile hareket ediyordu. Adorno Minima Moralia’da “Başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasına izin vermeme”kten bahseder. Cansever bir taraftan bu aptallaştırmanın bizi içine ittiği mağduriyete kızıyor diğer taraftan ise bundan kurtulmak için çıkış yolları işaret ediyordu. Cansever’in bir tarihçiden aktardığı, “İnsanın başarısının büyüklüğü, çözdüğü çelişkinin büyüklüğüyle orantılıdır” sözü tam da bu durumu özetler nitelikte.
Modern çağın aceleci insanının aksine, hareket içinde sükûneti, sükûnet içinde hareketi, küçük olanı, tevazuu, sadeliği, bilgiyi, ciddiyeti öneriyordu. Kalıcı olan şeyin aslında fanilikte aranması gerektiğini ondan öğrendik. Aynı şekilde bayağı ve geçici olanın bünyelerde ne büyük tahribatlar yaptığını da.
Cansever, Konfüçyüs ile dört şakirdi arasında geçen bir muhavereye sıklıkla atıfta bulunurdu. Bu muhavere, aslında Cansever’in ‘mesul ve mesut hayat telakkisi’ni özetler niteliktedir. Bu, onun bazı duruş ve tavırlarının nedenini açıklamaktadır. Siyasal iktidarla belli bir ilişki kurdu. Onun ötesine ısrarla geçmedi. Her daim “İnsanların en iyisi âlimin iyisi, insanların en kötüsü âlimin kötüsüdür” hadis-i şerifini hatırlatırdı. Büyük ideallerine rağmen, siyasal iktidarlar ile organik ilişkiler içine girmekten ve teknokrat bir kimliğe bürünmekten niçin kaçındı?
Konfüçyüs bir gün dört şakirdine, “Eğer bir hükümdar sizi tanıyor olsa, o vakit ne yapmak isterdiniz?” diye sorar. Tzu-lu, telaşla muhasara altındaki bir şehrin yönetimi kendisine verilirse üç yıl içinde halkı cesur yapmaya çalışacağını; Tsan Yü, 60-70 Li’lik bir memleketin başında olsa üç yıl içinde çok şeyler yapabileceğini, tören kuralları ve müziğin öğretimi hususunda ise üstün insanı bekleyeceğini; Kung-hsi Hua, kabiliyetinin bu işlere pek erişmediğini, atalar tapınağında hükümdarın yanında yardımcı olarak bulunmak istediğini; son şakirt Tsang Hsi ise, çaldığı kitarı bir kenara bırakarak, kendi isteğinin bu üç arkadaşının isteklerinden farklı olduğunu, ilkbaharın son ayında o mevsimin elbise ve şapkalarını giymiş birkaç genç adam ya da çocukla İ nehrinde yıkanmak, sonra yağmur sunağından esen rüzgarla serinlemek ve şarkı söyleyerek eve dönmek istediğini beyan eder. Üstad, iç çekerek son şakirdiyle hemfikir olduğunu söyler.
Cansever iç çekerek değil, ama müthiş bir inanmışlıkla son şakirdin hâl ve tavrının ne kadar önemli olduğunu vurgulardı. Ufak değişiklik yapardı. İ nehri yerine “saf bir ırmak” derdi. En küçük şeyi aktarırken bile onu zenginleştirmekten geri durmazdı. Bazen de bu meselin hemen peşi sıra Konfüçyüs’ün “Kalbini temizle, dik dur ve ağır adımlarla ilerle!” deyişini hatırlatır ve Türkiye’nin ancak insanların kalplerinin temizliği oranında yol alabileceğini ifade ederdi. Sonra birden heyecan ve coşkuyla “Aslında akıl almayacak kadar çabuk neticeler de alabiliriz” derdi. Ferdî arınmayı toplumsal kurtuluşun ön şartı kabul ediyordu. İnsan önce kendine dönmeli ve en önce kendini kurtarmalıydı. Tanıyanlar buna şahittir. Yaşadığı hayat, dile getirdiği, yıllar yılı kavgasını verdiği fikirlerine tamamen tetâbuk ediyordu. Kalbî olanı istedi, çünkü Zarifoğlu gibi ‘Kalbin çıkarı yücelerde olur’ fehvasına inanıyordu.
burada kalamazsın, başa dönemezsin ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!
Şair İsmet Özel, Konfüçyüs’ün bu meselinden haberdar mıydı? Ya da Cansever, Şairin bu şiirinden. Veyahut Şair, Cansever’in bu anlatışından... Bilmiyorum. Bildiğim, Şairin bu ‘masum uğraşısı’nın tam da Mimarın gösterişsiz bir mükâlemede bulduğu derin tahayyüle denk düştüğü.
Cansever, kavgacı ve inatçıydı. Doğru ve hak bildiklerinin kavgasını verdi. İyiyi ve güzeli aradı. Umdelerinden taviz vermedi, inat etti. Buna karşın insanî ilişkilerinde merhametli, nazik ve latifti. Türkiye’de birçok kimse onun işaret edişi ve yol göstericiliği ile güzellik telakkisine intisab etti. Birçok sebep zikredilebilir elbette, ama maalesef bu güzellik telakkisi genel kabul gören bir politikaya dönüşemedi. Cansever’in fikirlerinin ve yapıp ettiklerinin takipçisi olduklarını iddia edenler birbirlerinden uzak mesafelere düşmüş kümeler gibiler. “Kendi hususî boşlukları içinde dönen, (...) başkalarına kapalı birer dünya”. Bunların iç derinliğini, Cansever’i gerçekten ne kadar ve nasıl anladıklarını bilmiyoruz. Tanpınar’dan mülhem ifade etmek gerekirse, Cansever’i hüviyetimizde ve hayatımızda giderek büyüyen bir boşluk gibi mi duyacağız? Yoksa onu ilk fırsatta bir köşede bırakıvermek için sabırsızlanacağımız bir yük olarak mı düşüneceğiz? Denilebilir ki o, iradelerin en sağlam olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı daha çok da bir vicdan azabı gibi konuşacak. Bir samimiyet ve masumiyet halesi olarak her daim yol gösterecek.
Bâki, 1600 yılında şeyhülislam olamadan vefat edince tabutunun başına gelen binlerce seveninin onun şu beytini tekrarladıkları rivayet edilir. Nedense, Fatih Camii avlusunda Cansever’in tabutu başında toplanan o büyük kalabalığı görünce ben de aynı beyti terennüm ettim:
Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Bâki,
Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf!...
Paylaş
Tavsiye Et