İNSAN mekân ile iki şekilde ilişki kurar: Belli bir satıhta yükselerek (yürüyerek) ya da yatay bir şekilde yoğunlaşarak (oturarak). Biri insanın eylemlilik, diğeri düşünme hâlini izhar eder. Yürümek muhayyiledir, oturmak ise gerçekliktir. Ev insanın mekânla kurduğu bu ikili ilişki biçimini içtenlikle ve yalınlıkla bir araya getirir; aradaki ikiliği ortadan kaldırır. Ev, insanın eksikliğini hissettiği ve arayışı içinde olduğu, güvenlik, özgürlük, güzellik, doğruluk, iyilik, mahremiyet ve aidiyet gibi temel gereksinimleri bütünlüklü olarak karşılamaya hazırdır. Bu sebeple ev, insana dair bütün yaşanmışlıkların gizli ve sessiz şahididir. Bu şahitliği aynı zamanda faniliğin de göstergesi. Ev insanın varlık telakkisinin ve ubudiyetinin en yalın hâli olduğu için basit olmak zorundadır. Sudan daha güzel bir içecek, çorbadan daha güzel bir yemek olmadığını insan nasıl ki zamanla anlıyorsa, basit ve gösterişsiz bir evden daha güzel bir yapının olamayacağını da zamanla anlar. Duru, basit ve gösterişsiz olan bir şey ancak insanın var oluşuna uygun düşer. Bu basitlik insanı yanılgılardan korur; emin ve huzurlu kılar. Bachelard şöyle der: “Ev insan yaşamında, kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar. Aynı zamanda hem beden, hem ruhtur. İnsan varlığının ilk evrenidir.” Evin varlıkla ilişkili olması belli bir düzen, uyumluluk, merhamet ve tevazu ile kurulmasını gerektirir. Evi meydana getiren odalar, kapılar, pencereler, merdivenler, tavan arası ve mahzen hayat tasavvurumuzun, içimizin yansımasıdır. İçimizdeki zenginlikten fazlasını bir eve yansıtamayız.
Bachelard’ın şu çözümlemesi gösteriyor ki, her tür değer ve mesuliyetten yoksun inşa edilen çok katlı yapılar, insanın düş kurma imkânını ortadan kaldırıyor: “Düş evinin mimarı olsaydık, üç katlı evle dört katlı ev arasında duraksardık. Temel yükseklik bakımından en basit olan üç katlı evin bir mahzeni, bir giriş katı ve bir tavan arası vardır. Dört katlı evdeyse, giriş katıyla tavan arası arasında bir kat daha vardır. Bir kat daha, bir ikinci kat; ve düşler karışmaya başlar.” Dolayısıyla, insanın evden hareketle mekânla ve insanla ilişki kurma imkânı da ortadan kalkıyor.
Evlerimizin en önemli kısmını oluşturan misafir odaları, öteden beri bana sahicilikten uzak bir mekân intibaı vermiştir. Misafir odası yaşadığımız hayat ile dışarıya sunmak istediğimiz hayat arasındaki derin çelişkinin ürünüdür. Buna itiraz edileceğini biliyorum. Birçoklarımız için buralar, misafire değer verdiğimizin bir delilidir. Haklı başka gerekçeler de öne sürülebilir. Oysa hayat ikiliğe, pazarlığa, mürailiğe yer bırakmayacak şekilde bir olmalıdır. Misafir odası evin dışına çıkartılmış istisnai bir bölgedir. Ev ahalisi ve özellikle de çocuklar için yasak bölgedir. Genel hayat akışının dışında olduğu için içtenlikten yoksundur. Misafir içeri girdiğinde bu içtenliksiz hâli hemen hisseder. Bunu da odadaki eşyaların içtenliksiz selamlamasından anlar. Tıka basa doldurulmuş eşyalar arasında bir yabancı gibidir. Gösterişli ve özentili koltuk takımları, sehpalar, masalar, dolaplar, iş olsun diye sergilendiği her hâlinden belli olan yemek takımları, fincanlar, bardaklar arasında boğulacak gibi olur. Odanın kalabalığından kendini oraya ait hissedemez.
Zarifoğlu’nun Yaşamak’ta kaleme aldığı bir bölüm, gereksiz eşyalar topluluğundan kurtulup, insana ve muhabbete nasıl yer açılabileceğini yalınlıkla ortaya koyuyor. Muhabbet etmek üzere bir odada toplanan ve sürekli genişleyen bir dostlar halkası. Halka genişledikçe içerideki sandalye, sehpa, koltuklar, büyük masa ve geri kalan üç sandalye de dışarı çıkarılır, kapıyı dolduran dostlar içeri buyur edilir: “…konuşmaya başlamadan, iç odalardan, bazı minderler, döşekler, yastıklar ve beton açık kalan yerlere kilimler getirildi, serildi, ayağa kalkıldı, yeniden oturtuldu, ve epeydir unutulmuş bir semaver evin bir yerlerinde bulundu, o saatte mangal kömürü nereden bulunduysa bulundu, semaveri kim yakıverdiyse yaktı, hilesiz, berrak bir çay akmaya başladı.” Evin içindeki kalabalıklardan vazgeçtikçe, mal mülkten arındıkça, içimizdeki yüklerden de kurtulma umudumuz artmaya başlayacak demektir. Vazgeçmek, duru bir hâl ile her sabah “hilesiz, berrak bir çay” misali hayata yeniden başlamaktır.
Şimdilerde içinde yaşadığımız apartman katları veya benzeri yapıların tamamı misafir odası artık. Zenginleşen ve yükselen yeni burjuvazi, daha önce sadece bir odada sergilediği mürailiği ve gösterişi şimdi bütün bir yapıya teşmil etmiş oluyor. Şunu kabul edelim: Ne güzellik telakkisi ne hayat alanı ne de kozmik bir tasavvur olarak ev mefhumu hayatımızda yok artık. Bütün bu unsurlardan arındırılmış, üst üste üstelik kötü bir şekilde konulmuş kutulardan bir araya gelmiş kocaman nesneler var. Bu yapılara baktığımızda, karmaşık tatminsizlikler peşinde koşan insanımızın hırs ve tamahını görürüz. Türkiye’deki şehirler ve evler bu sebeple giderek birbirine benziyor. Gittiğiniz şehirlerdeki eski güzelim sokaklara ya da evlere ulaşmanız için size sunulanı ellerinizle eşelemeniz gerekmektedir.
Geçen ay bir seyahat sırasında uğradığım Diyarbakır’da ilgi çekici bir olaya şahit oldum. Ulu Camii’nin çıkış kapısının önünde yer alan alçak duvarın üzerinde oturan altı-yedi yaşlarında kâğıt mendil satan üç çocuğun, gelip gidenlerle ilgilenmeksizin kendi aralarında gerçekleştirdikleri koyu muhabbet dikkatimi çekti. Yanlarına yaklaştım. Çocuklardan birinin, insanın içini burkan derin bir iç çekişle, diğer iki arkadaşına elindeki katalogdaki eski Diyarbakır evini göstererek “Böyle bir evim olsun, başka bir şey istemem!” dediğine kulak misafiri oldum. İfadesi, bir çocuğun saflığına yakışır derecede duruydu. Bunu söylerken etrafında olup bitenlerden o kadar çok uzaklaşmış bir hâli vardı ki, beni fark etmediği gibi gelip geçenlerden de habersiz gibiydi. Çocuğun bu temennisi bana, bir dervişin karanlıktaki yakarışını andırdı. Çocuğa o evi çekici kıldıran şey neydi? Çok kötü şartlarda yaşaması mıydı, yoksa parıltılı turistik katalog muydu? Bunların etkisi elbette vardır. Ama bence, bir çocuğun safiyetiyle evin sadeliği buluşmuştu sadece. Bir çocuğun içtenlikli düşünün, gösterişsiz ama güzel bir ev ile kurduğu yalın rabıtaydı bu. Gün gelir bu çocuk büyür ve zengin olursa acaba bu düşünü hatırlar mı? Yoksa büyüklerinin hırs ve tamahına kurban mı gider? Kim bilir?
Bir ara mimar bir dostuma farklı disiplinlerden derdi olan insanlarla “Bir ev inşa etmek” konulu zihnî bir işlik kuralım demiştim. Orada bulunanlar, hesapsız bir şekilde hayata, dünyaya ve eve dair düşlerini anlatacaktı. Önce hayal edip, sonra akıl edecektik. Haliyle ev bir mesele, bir hayat tasavvuru ve bir imkân olarak her birimizin dimağına hücum edecekti. Bir ev inşa etmek üzerine konuşabilirsek, bir şehir kurmanın ve sonra da yeni bir dünya kurmanın imkânlarını konuşmaya başlayabiliriz en azından.
Benimki de ümitlerden bir ümit işte…
Paylaş
Tavsiye Et