Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Dosya > İran ABD’nin hedef tahtasında mı?
Dosya
İran ABD’nin hedef tahtasında mı?
Hasan Kösebalaban
İRAN, George W. Bush tarafından ilan edilen ‘şer üçlü’nün üçüncü ayağıydı. İlki, Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu Irak’tı ve imha edildi. İkinci ülke Kuzey Kore’nin bu üçlüye dahil edilmesinin esas nedeninin, İslam’a karşı topyekûn bir savaş açıldığı intibaını vermemek olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Üstelik az da olsa Korelilerin elinde nükleer silah bulunma ihtimali, bu ülkeye karşı herhangi bir müdahalenin söz konusu olmayacağını ortaya koyuyor. Bu nedenle yeni bir Bush döneminde herkesin dikkati İran’ın üzerinde olacak.
Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, dünyanın başka bölgelerinden yetmiş bin askerini Orta Doğu’ya kaydırmaya başlayan ABD’-nin Orta Doğu satranç tahtasında yapacağı yeni hamle doğrudan ya da dolaylı olarak İran’la ilgili olacak. Amerikan siyasî sistemi, İran’la göreceği bir hesabı olduğunu düşünüyor. 1979 İslam Devrimi’yle İran’ın Amerikan yörüngesinden çıkması, ardından yaşanan rehine krizinin bıraktığı psikolojik izler Amerika’nın müteakip yıllarda Orta Doğu’da gösterdiği bütün güç gösterilerine rağmen silinebilmiş değil. Bu psikolojik İran fobisine ilaveten bu ülkenin sahip olduğu petrol rezervleri, jeostratejik ve jeokültürel gücü ve nükleer silahlar elde etmeye yönelik çabaları İran’ı Amerikan stratejilerinde çok önemli bir yere oturtuyor.
Dünyanın en önemli petrol ülkelerinden birinin sistemden kopmasıyla ABD petrol politikalarının aldığı yara hâlâ sarılabilmiş değil. Bunun yanı sıra İran, Suudi Arabistan’dan sonra en fazla petrol üreten ikinci, sahip olduğu petrol rezervleri açısından ise Suudi Arabistan ve Irak’tan sonra üçüncü ülke durumunda. ABD’nin dünya petrolleri üzerinde tam bir denetim kurabilmesi için İran büyük önem taşıyor. Diğer taraftan İran’ın petrol piyasaları açısından taşıdığı önem sadece üretim ve rezerv kapasitesiyle sınırlı değil. İran OPEC’ten sonra dünya petrolleri açısından ikinci büyük kaynak olan Hazar Denizi bölgesinde sahip olduğu jeostratejik güç açısından da önemli. ABD’nin Hazar petrollerini dışarı çıkarabilmeye yönelik bütün planları boru hatlarının İran topraklarından geçmemesine dayanıyor. Bu ise hatları hem daha masraflı kılıyor, hem de Afganistan gibi daha az istikrarlı bölgelerden geçmeye zorluyor. Diğer taraftan İran’ın sahip olduğu jeokültürel güç ABD politikalarını karmaşıklaştırıyor. Farisî Şiilerle Arap Şiiler arasında bulunduğu varsayılan rekabete rağmen, İran hem Lübnan, hem de Irak’ta nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler üzerinde çok önemli bir nüfuza sahip. İran şu ana kadar sessiz kaldığı savaş sonrası Irak’ta duruma daha müdahil olmayı tercih ettiği anda, ABD’nin Irak’ta kendi lehine oluşturmaya çalıştığı istikrar büyük yara alacaktır. Aslında bu açıdan bakıldığında, ABD bir tarafta boğazına kadar Irak bataklığına saplanmışken, İran’a karşı manevra kabiliyetini kaybetmiş durumda.
İran’ı ABD açısından Orta Doğu’da asıl sorun haline getiren, sahip olmaya çalıştığı nükleer silahlar. Washington’ın sözde haydut ülkelere vermek istediği ders, mahallenin muhtarının kendisi olduğu ve rahat durmayanın kafasını her an uçuracağıydı. Oysa İslam ülkelerinin ve özellikle İran’ın Irak Savaşı’ndan aldıkları ders, kimsenin kendisini artık güvende hissetmediği ve karşı saldırı olmaksızın da bir saldırıya maruz kalınabileceği oldu. İranlılar ABD’nin Kuzey Kore’ye karşı sessiz kalmasından da anladılar ki, bu oyunda hayatta kalmak için ivedilikle nükleer silahlara sahip olmak zorunludur. Amerika ve İsrail’in iddiasına göre, İran uzun menzilli Şahab-3 füzeleriyle sahip olduğu füze gücüne nükleer başlık ilave etmeye çalışıyor. Bush ısrarla İran’ın nükleer silah geliştirmesine asla tahammül edilemeyeceğini ve nükleer silah programına son vermemesi halinde, İran’la başa çıkmanın yolunu bulacaklarını söylüyor. Bush’un benzer sözleri Saddam Hüseyin hakkında da söylediği dikkate alındığında, İran’a karşı kullandığı sert sözlerin arkasında duracağı varsayılabilir. Ancak Bush ekibinin de gayet iyi bildiği bir gerçek, İran’ın bir Irak olmadığıdır. İran’da hakim olan siyasî sistemi de, onun dayandığı toplumsal zemini de Saddam Hüseyin rejimiyle karşılaştırmak mümkün değildir.
İran, Orta Doğu coğrafyasında, Türkiye ve sınırlı ölçüde Mısır’la birlikte, aşiret yerine devlet geleneğinin hâkim olduğu birkaç ülkeden biri. Ülkede yürürlükte olan sistemin bir demokrasi olmadığı, kimsenin yabancısı olmadığı bir gerçek; ancak bu açıdan bile ABD’nin tam kontrolünde bulunan herhangi bir petrol ihraç eden ülkeyle karşılaştırılamayacak bir entelektüel dinamizmi, kültürel ve siyasî çoğulculuğu barındırıyor. Hâkim olan siyasî sistem ne kadar baskıcı olursa olsun, sistem kendi içinde çoğulculuk üzerine kurulu bulunuyor. Körfez’deki komşularının aksine bir ailenin ya da aşiretin elinde olmayan İran rejimi bir saldırı halinde Amerikalıların tahmin ettiğinin çok ötesinde bir halk desteğine sahip olacaktır. Son seçimlerde meclis çoğunluğunun yeniden muhafazakârların eline geçmesi reformcu kadronun başarısızlığıyla birlikte Irak Savaşı’yla ortaya çıkan güvensizlik ortamına bir tepkiydi. Şaşırtıcı bir şekilde, birçok reformcu entelektüel Irak Savaşı’nın içeride kendi ellerini güçlendireceğine yönelik hesaplar yapıyordu. Oysa İran’ın resmî ya da fiilî olarak Amerikan işgali altında olan Irak ve Afganistan arasında sıkışmış durumda olmasının doğurduğu baskı ve güvensizlik ortamı iç politikada halkın muhafazakâr rejime desteğini artırıyor. Bu nedenle ABD’nin doğrudan bir müdahale olmadan İran’ın içine yönelik istikrarı bozucu hamleler yapması iç politikadaki muhaliflerin saygınlığını azaltıcı bir etki yapacak ve muhtemelen ters tepecektir.
ABD’nin İran’a doğrudan bir müdahale yapmasını güçleştiren ikinci bir neden, dünya politikasından yalıtılmış durumda yaşayan Saddam Hüseyin rejiminden farklı olarak İran rejiminin uluslararası güç merkezleriyle kurduğu yakın ilişkilerdir. İran bir tarafta Çin ve Japonya, diğer tarafta Rusya ve Avrupa Birliği ile çok önemli siyasî ve ticarî ilişkilere sahip. İran sayesinde Amerika dışındaki küresel aktörler, Orta Doğu’ya açılabilecekleri bir pencere elde etmektedir. Üstelik bu ülkeler Washington’ın ambargo tehdidine rağmen, İran’la ticari ilişkilerini sürdürüyorlar. Diğer tarafta İran bölge ülkeleriyle de ilişkilerini süratle geliştirdi. ABD’nin muhtemel bir askerî harekatına bu ülkelerin karşı çıkışları beklenecektir. ABD’nin Irak saldırısında bile toplamakta zorlandığı desteği İran’a karşı yanında bulması imkansızın da ötesinde.
Bütün bunların yanı sıra ABD’nin süper gücüne rağmen, İran’ı şümûllü bir savaşta alt etmesi, Irak’ın tam aksine, askerî ve coğrafî açıdan son derece zor. İran sadece amaçları sınırlı bir savaşta yenilebilir; ancak temel hedefi rejimi toptan değiştirmek olan bir savaşta yenilgiye uğratılması sadece oldukça masraflı ve zaman alıcı bir operasyonla mümkün olabilir. Orta Doğu coğrafî haritasına kısa bir bakış bile Irak ve İran arasındaki farkı derhal ortaya çıkarıyor. Bu sert coğrafyada Irak Savaşı’ndaki kayıplarıyla moral açıdan çöküntüde olan ABD’nin, çok daha fazla kayıp vermesi kaçınılmaz olan bir ülkeye karşı saldırıya geçmesi evanjelik Bush ekibi için bile rasyonel görünmüyor. Kısacası ABD İran’ı ağır bir şekilde tahrip edebilir, siyasî ve etnik çatışmaları körüklemeye çalışabilir; ancak Irak’ta olduğu gibi bir rejim değişikliği gerçekleştirmesi için gerekli olan işgali göze alamaz.
Anlaşılan o ki, ABD’nin İran’a karşı yapabileceği askerî manevraların birkaç askerî ya da sivil sanayi tesisinin bombalanmasının ötesine geçemeyeceği Amerikalıların da idrak ettikleri bir gerçek. İran’ın sahip olduğu iddia edilen nükleer tesislerin bombalanması ise, 1981 yılında Irak konusunda olduğu gibi, İsrail’e havale edilmesi daha muhtemel bir durum olarak görülüyor. İsrail’in İran topraklarına saldırması karşısında İran’ın nasıl bir adım atacağı meçhul. Böyle bir saldırının bir İsrail-İran savaşına yol açacağı belki ihtimal dışıdır; ancak İran’ın bu durumda özellikle Irak’a daha fazla müdahil olması kaçınılmaz hale gelir. Orta Doğu’nun Irak Savaşı’nın ardından ve petrol krizinin yoğun olarak yaşandığı bir dönemde yeni bir gerginliği kaldıramayacağını da en çok sistemin aktörleri biliyor olmalı.

Paylaş Tavsiye Et