YILIN son ayı Aralık, belki de dünya tarihi açısından önemli bir olaya tanıklık etmeye hazırlanıyor. Şu an en kritik noktada bulunan Türkiye-AB ilişkileri yeni bir dönemin eşiğinde. Ancak küçük bir farkla: Hemen hemen her zirve öncesinde sıkıntıya giren Türkiye belki de ilk kez bu kadar rahat iken; bu sefer sıkıntılı olan taraf masanın karşı ucunda bulunan Avrupa Birliği. 2002’de başlayan ve kimilerince “sessiz devrim” diye adlandırılan reformlarla Ankara, son iki yılda gerek iç, gerekse dış politikada önemli adımlar attı ve tekrar uluslararası sistemin önemli ülkelerinden biri haline geldi. Bu durumu besleyen kaynaklar, hiç kuşkusuz Osmanlı birikimiyle cumhuriyet ve demokrasi tecrübesinin; stratejik konum ile medeniyet aidiyetinin yadsınamaz bileşimidir.
Avrupa ise Irak’ta ABD, Filistin’de ise ABD destekli İsrail karşısında eli kolu bağlanmış durumda, çıkış yolu arıyor. Kendi finansmanı ile yapılan binaların İsrail füze ve tanklarınca yerle bir edilmesini seyretmekle yetiniyor. Bir yandan “Yeni Komşuluk Siyaseti” gibi, çevresine yönelik politikalar geliştirmeye çalışıyor; diğer yandan içeride ABD yandaşı ülkeler nedeniyle bu politikaları hayata geçirmekte zorlanıyor. Avrasya’nın batı ucuna sıkışıp kalmakla küresel güç olmaya çalışmak arasında gelip giden Avrupa, hem insan hakları havariliğine soyunup hoşgörü ve çok kültürlülükten dem vuruyor, hem de kendi kamuoyunda farklı kültür ve dinlere horgörüyle bakanların hızla artması karşısında ırkçılık ve Nazizmin yeniden hortlayıp hortlamadığını tartışıyor. Bunun yanında, Kıbrıs sorunu adil, kalıcı, kapsamlı ve sürdürülebilir bir çözüme kavuşturulmadığı halde, adada çözüm için bir fırsat olarak görülen Annan Planı’nı reddetmiş olan Rum Kesimi’nin üyeliğe kabul edilmesi de, uluslararası kamuoyu önünde AB’yi zor duruma düşürüyor. İşte tüm bu noktalarda 17 Aralık, öncelikle Türkiye için değil, AB için hayatî önem kazanıyor. İlk olarak, zirvede verilecek kararla Avrupa, kendisiyle yüzleşme imkanı bulacak ve evrensel olduğunu iddia ettiği değerlerin evrenselliği bu tarihte test edilecek. Her ne kadar kararın olumlu çıkması, Avrupa değerlerinin evrensel olduğu anlamına gelmeyecekse de, tersi bir durum bu değerlerin evrenselliği konusunda şüphe uyandıracaktır. İkinci olarak Avrupa, “hoşgörü mü, horgörü mü; içselleştirme mi, dışlama mı; küresel güç olmak mı, kıtaya hapsolup kalmak mı?” sorularına cevap verecektir. İşte Türkiye-AB ilişkileri tüm bu konularda bir turnusol kağıdı işlevi görecek; çünkü Avrupa’nın küreselleşebilmesinin anahtarı Türkiye. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisi, herhangi bir devletin veya gücün Avrupa ile olan ilişkisine benzememektedir.
Bugünlerde AB Zirvesi’ne ve Türkiye’ye kilitlenmiş bulunan Avrupa kamuoyunda genel kabul gören anlayış, müzakerelerin başlaması konusunda 17 Aralık’ta Türkiye’ye bir tarih verileceği. Zirvenin ajandasını oluşturmak için 22 Kasım’da Brüksel’de toplanan AB Dışişleri Bakanları, 24 Kasım’da Lahey’de yapılan Türkiye-AB Troykası öncesinde bir yol haritası belirledi. Buna göre, müzakerelerin 2005 yılı içinde başlatılması konusunda genel bir mutabakat sağlandı. Bunun için gerekli olan ve Türkiye ile AB arasındaki mevzuatı karşılaştırma süreci olarak bilinen “Tarama Süreci”nin yılın ilk yarısında tamamlanması öngörülürken, müzakere sürecinin temel hedefinin “tam üyelik” olduğu da vurgulandı. Buna rağmen, AB Komisyon Raporu’na paralel olarak, “bazı başlıklarda müzakerelerin açılabilmesi için kimi ön şartların yerine getirilmesi ve temel hak ve özgürlükler konusunda gerileme yaşanması durumunda müzakerelerin tamamıyla askıya” alınabileceği teyit edilerek, sürecin “açık uçlu” olduğunun altı çizildi. Buradan, müzakere sürecinin zaman zaman iki eşit tarafın diyaloğu şeklinde değil, bir tarafın dikte ettirdiği şekilde cereyan edeceği sonucu çıkarılabilir.
Lahey’deki Türkiye-AB Troykası sonrasında açıklama yapan AB Dönem Başkanı ve Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot, hazırlanan yol haritası üzerinde görüşerek nihaî kararın liderler tarafından verileceğini belirtirken ihtiyatlı konuşmayı tercih etti. Diğer yandan Bot’un, Verheugen’in “masanın üzerinde bir şey kalmadı” sözünü adeta unutmuşçasına, masaya yeni şartlar koymaya çalışması AB içinde Türkiye konusunda kafaların hâlâ karışık olduğunu gösteriyor. Bot, müzakere süreci başlamadan bazı yasaların çıkarılması gerektiğini vurguladıktan sonra, şaşırtıcı bir çıkış yaparak, Türkiye’nin 17 Aralık’a kadar Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıma yönünde adım atması gerektiğini söyleyiverdi.
Türkiye adına toplantıya katılan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, Türkiye’nin müzakerelerin başlatılması için ön şart olan Kopenhag Siyasî Kriterleri’ni yerine getirdiğini; bu nedenle 17 Aralık’ta AB liderlerinin daha önce attıkları imzalara sadık kalarak objektif ve tarafsız karar vereceklerini umduğunu belirtti. Adada çözümün sadece Türkiye’ye bağlı olmadığının altını çizen ve Rumların Annan Planı’nı reddetmesiyle bazı fırsatların kaçtığına dikkat çeken Gül, Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımanın bu bakımdan uzun bir süreç olduğunu belirtti.
24 Aralık’ta Türkiye’de bulunan Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Martin Schulz’un, 17 Aralık’ta Ankara’nın “tam üyelik” veya “özel statülü üyelik” teklifi ile karşılaşabileceğine vurgu yapması AB kamuoyunun Türkiye’ye bakışını gösteren bir diğer örnek olarak öne çıktı. Öyle ki, AB’nin serbest dolaşım gibi fırsat ve imkanlarından yararlanamamak, pratikte zaten özel statülü üyelik anlamına geliyor. Eğer Schulz’un belirttiği “özel statülü üyelik” bunun dışında bir anlam taşıyorsa, bu durum Avrupalıların yaşadığı tarihsel korkuların ve imajların yarattığı trajikomik gerilime işaret etmektedir. Ayrıca Schulz’un Kıbrıslı Rumların süreci engellemeye çalışabilecekleri konusunda Ankara’yı uyarması, Rum-Yunan işbirliğinin Avrupa üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor. Bu bakımdan, Rumların engelleme girişimlerine Avrupalı liderlerin vereceği cevap, AB’nin testten geçeceği bir başka konu olarak gündeme gelecek.
Son olarak, yıllardır dış ilişkilerde Ankara’nın önüne konulan Kıbrıs sorunu 24 Nisan referandumundan sonra artık Yunan ve Rum tarafının, dolayısıyla AB’nin baş ağrısı haline gelmişti. 17 Aralık’a giden süreçte Kıbrıs konusunun alacağı şekli, Ankara’nın dikkatle izlemesi gerekiyor. Zira Rum ve Yunan tarafının son dakika ataklarıyla Ankara’yı köşeye sıkıştırma çabalarının, AB içinde Türkiye’ye kuşku ile bakanlardan destek görmesi muhtemeldir.
Görünen o ki Avrupalılar, 18 Aralık’ta güneşin, Ankara’dan önce Atina’da veya herhangi bir Avrupa şehrinde doğamayacağı gerçeğine kendilerini hazırlamak zorunda. Zira, AB’den çıkacak karar ne olursa olsun, uzun vadede bundan en fazla etkilenecek olan Avrupa’dır; Türkiye değil. Neden mi? Türkiyesiz bir Avrupa, sadece Avrasya’nın batı yarımadası ucunda bir kıta devleti olmaktan öteye geçemez de ondan.
Paylaş
Tavsiye Et