Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2005) > Türkiye Ekonomi > Kaynak yapanlar kaynaklarımızı arada kaynatıyor
Türkiye Ekonomi
Kaynak yapanlar kaynaklarımızı arada kaynatıyor
M. İbrahim Turhan
TÜRKİYE hummalı bir ekonomik kaynak arayışı içinde. Kamu, bir taraftan harcamalarını azaltmaya çalışırken, diğer taraftan gelirlerini artırma çabasında. Bu amaçla önce Vergi Barışı Kanunu yürürlüğe sokuldu. Orman arazisi niteliğini kaybetmiş Hazine arazilerinin satılabilmesi için girişimler sürüyor. Bütün bu çabaların nedeni ise belli; %23’ü ortalama 4,5 ay, üçte ikisi bir yıldan kısa vadeli olan ve 20-30 puan arası reel faiz yükü ile dönen 162,6 katrilyon liralık iç borç stokunun yarattığı baskıyı bir nebze de olsa hafifletebilmek. Şayet piyasaların güveni sağlanırsa bıçak sırtında duran kamu maliyesi rahatlayacak, Hazine’nin her itfa döneminde başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi duran borçlar yönetilebilir, borçlanma sürdürülebilir hale gelecek… Ne zamana kadar ve hangi maliyetle?
 
Vergi Barışı Yerinde Bir Karar mı?
Vergi Barışı uygulaması Ak Parti Hükümeti’nin siyaset felsefesinin temelleriyle de Ak Parti’nin durduğu toplumsal yerle de uyumlu ve uyumlu olduğu ölçüde başarılı bir karardı. Ak Parti; Türkiye’de siyaset ve ekonomi düzeneğinin merkezinde yer alan ve kısaca “devlet” diye adlandırılabilecek (ama hem niteliği hem de niceliği bakımından siyasal anlamda yasama-yürütme-yargı sacayağındaki kamusal varlığı çok aşan) kesimlerle, güç ilişkileri bakımından bu öznenin nesnesi konumundaki ve yine ifade kolaylığı için “halk” olarak adlandırılabilecek çevre unsurları arasında, son on yıllık süreçte iyice artan gerilimi azaltmak, “devlet”in “halk”la ihtilaflarını çözmek iddiasıyla yola çıktı. Türkiye’deki vergi sistemi halk tarafından adil kabul edilmiyordu. Zira, üreticiler gerçekte varolmayan ve dolayısıyla da kazanmadıkları gelirlerin vergisini ödemekle yükümlü tutuluyor, “devlet” üzerinde etkili veya en azından o merkeze yakın olmayanlar vergiden kaçınma (yasal yoldan vergi kaçırmak da diyebiliriz) imkanı bulamıyordu. Üstelik toplanan vergiler, hiç de öyle reklamlarda söylendiği gibi “yol, su, elektrik olarak” halka geri dönmüyor, çeşitli yollarla “devlet”lilere aktarılıyordu. Kazanmadığı halde ödemek zorunda bırakılanlarla, kazandığı halde ödemeyenler arasındaki bu çelişki, özellikle 2001 kriziyle en üst düzeye çıkmış, toplumsal doku zayıf yerlerinden yırtılmaya başlamıştı.
Maliye Bakanlığı ihtilaflı vergi dosyaları ve tahsil edilemeyen tahakkuklar sebebiyle kilitlenmiş durumdaydı. Bazı durumlarda ihtilafa konu olan meblağ, mahkeme masraflarını bile karşılayamayacak kadar önemsiz olabiliyordu. Maliye’ye milyonlarca dolar vergi ödemiş olan mükellefler, birkaç yüz milyon liralık ihmal dolayısıyla vergi suçlusu durumuna düşebildiği gibi, zincirleme sorumluluk uygulaması dolayısıyla, konuyla doğrudan ilişkisi olmayan saygın kurumlar ve kişiler vergi kaçakçılığı veya kara para suçu iddiası ile mahkemeye çıkarılıyordu. Bazen de Türkiye’nin geçirdiği olağanüstü dönem konjonktüründen esinlenen veya dolduruşa gelen bir uzmanın hazırladığı dayanaktan yoksun raporlarla uzayıp giden, yıpratıcı ama sonuçsuz yasal takip süreçleri başlatılıyordu. Kısacası söz konusu ihtilaflar rasyonel olma ve kamuya yarar sağlama niteliği taşımıyordu.
Aslında vergi affı vergiye ilişkin ödevlerini iyi vatandaşlık anlayışıyla zamanında ve tam olarak yerine getiren mükellefleri inciten, iyi niyetli olmayanlara prim veren, verginin zamanında ödenmemesini kasıtlı olmasa bile teşvik eden bir uygulamadır. Ayrıca mükelleflerin; özelde vergi sistemine, vergi idaresine, vergilendirmedeki adalete, genelde ise devlete olan güvenlerini sarsar. Dolayısıyla ancak çok istisnai durumlarda söz konusu edilebilecek bir uygulamadır. İşte Türkiye’nin durumu da yukarıda değinilen nedenlerden dolayı böyle istisnai bir durum teşkil ettiğinden Ak Parti’nin kararı yerinde olmuştu. Ancak bunun mutlaka kapsamlı bir vergi düzenlemesiyle desteklenmesi ve bu istisnai durumların genel kural haline gelmesinin önüne geçilmesi gerekiyor. Halbuki bu noktanın Vergi Barışı Kanunu ile eş zamanlı olarak gündeme getirilmemiş olması, ister istemez, bu uygulamada kamuya ilave kaynak yaratmak çabasının daha ağırlıklı bir etken olduğu hissini uyandırıyor. Peki bunun ne sakıncası var? Kamunun kaynak bulması kötü mü? Bu soruların cevabı; “Kamu bu kaynakla ne yapacak?” sorusuna bağlı.
 
Vergi Barışı Konusunda İMF’nin Tavrı
4792 Sayılı Vergi Barışı Kanunu’nun uygulanmasına ilişkin ilk veriler belli oldu. 3.475.144 başvuru dosyasıyla, 1,4 katrilyonu kamu, 6,5 katrilyonu da özel sektöre ait olmak üzere toplam 7,9 katrilyon liralık vergi borcu taksitlendirilirken, ilk taksit olarak 570 trilyon TL’nin üzerinde tahsilat gerçekleştirildi. Halbuki, 1 Mart’ta TBMM’ne sevkedilen Hükümet tezkeresinin kabul edilmemesinin ardından açıklanan tedbirler paketinde, İMF’nin talimatı doğrultusunda 2003 yılı genelindeki gelir beklentisi sadece 750 trilyon TL olarak yer almıştı. Hükümet, kendi tahmini olan 2,4 katrilyon TL hedefini İMF’ye kabul ettiremeyince, aradaki fark kadar ilave vergi koymak zorunda kaldı. Böylece 2003 yılında mükellefler motorlu taşıtlar ve emlak vergilerini ekli olarak ödemek durumunda kaldılar. İMF’nin vergi barışı ile ilgili bir hayli sıkıntısı olduğu anlaşılıyor. Sorun sadece buradan sağlanacak ilave gelirin miktarıyla sınırlı da değil. Asıl meselenin bu paranın harcanacağı yer olduğu İMF’nin çeşitli düzeylerdeki görevlileri tarafından sık sık ifade ediliyor. İMF’ye göre sağlanacak kaynak ancak kamu borçlarının geri ödenmesinde ve borç yükünün azaltılmasında kullanılmalı. İşin acıklı yanı, İMF’nin tahminlerindeki isabetsizlik ayan beyan ortaya çıktıktan sonra bile hükümetin kendisini, hala bu söyleme -en azından görüntüde- itibar etmek zorunda hissetmesi. En yetkili ağızlardan her vesileyle vergi barışından gelecek paranın başka alanlarda değil sadece borçların geri ödenmesinde kullanılacağı defalarca teyid edildi. Yalnız bir sorun var: Hükümet, Vergi Barışı ile hedeflediği 2,4 katrilyon liranın tamamını da tahsil etse bu Hazine’nin 2003 yılında ödemeyi planladığı yıllık borç faizinin ancak 14 günlük kısmını karşılamaya yetecek!
İMF’nin tavrı gerçekten akıl alacak gibi değil. Bu tasarıya önce, “az gelişmiş ülkelerin ekonomi cahili popülist politikacıları” tarafından üretilen her öneriye yaptıkları gibi küçümseyici bir gözle bakan İMF uzmanları, ardından zorla da olsa hedefin üçte biri kadar bir tutarı kabul etme tenezzülünü gösterdiler. Bu arada İMF’nin Türkiye masasının gönüllü ve fahri memuru rolünü oynayan bazı ekonomi yorumcuları, gerçek memurlarının açıkça ortaya koymak istemedikleri bu yaklaşımın her zeminde propagandasını yaptılar. Tahsilatın 750 trilyon lirayı aşacağı kesinleşip, mızrak çuvala sığmaz olunca hükümeti, o tarihlerde Türkiye’de olan İMF Birinci Başkan Yardımcısı Ann Kruger’e “biz size dememiş miydik?” dememeleri için uyarmaktan geri durmadılar. Bu talimata riayet etmeyip gerçekleri yüksek sesle dillendirenleri de saygısızlıkla, popülizmle ve piyasaların güvenini zedeleyip ekonomik istikrarı bozmakla itham ettiler.
Bütün bunlardan İMF’nin (ve yandaşlarının) borçların azaltılmasına çok önem verdiği gibi bir sonuca varılabilir belki. Ama Türkiye’nin halen devam etmekte olan stand by anlaşması çerçevesinde gerçekleştirilen son gözden geçirmede, “piyasa koşulları elverdiği ölçüde itfadan daha fazla yeni borçlanmaya gidilmesi” üzerinde anlaşma sağlandı. Bu ise toplam borç yükünün artması demek. Sıkıntı kaynakların “halk”ın yararına mı yoksa şimdiye kadar olduğu gibi “devlet”lilerin yararına mı harcanacağı konusunda tereddütlerin giderilememiş olmasından kaynaklanıyor. Acaba bu endişe ne kadar gerçekçi?
 
Hükümetin Duruşu, Ekonomi Politikası Tercihi
Siyasi iktidarın Vergi Barışı konusundaki tercihini ve dolayısıyla bahsi geçen endişenin gerçekçiliğini doğru biçimde değerlendirebilmek için önce ekonomi politikası tercihlerini tasvir etmemiz, anlamamız ve anlamlandırmamız gerekiyor. Hükümetlerin niyeti bütçelerinden belli olur. Öyleyse önce “2003 yılı bütçesinin meramı ne?” sorusunu cevaplandırmak zorundayız.
2003 Mali Yılı Bütçe Kanunu’na göre Hükümet, vatandaşlara kaynak aktarırken yine asimetrik bir yöntem izliyor. Kamu, 2003 yılında milli gelirin, yani bir yıl içinde bütün Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin parasal tutarının yaklaşık %41,3’ü kadar olan 146,8 katrilyon liralık harcama yapmayı planlıyor. Bu miktarın kendi iç dağılımına bakıldığında üçte ikisinden biraz fazlasının, transfer harcamaları denilen, kamu kesiminden vatandaşlara doğrudan aktarılan kaynaklar olduğu görülüyor. İşte sorun da burada, zira devletin (burada kelimeyi “tırnak içinde” değil gerçek anlamıyla kullanıyoruz) vatandaşlarına kaynakları aktarırken izlediği ilke; ne adalet ve hakkaniyet hatta ne de ekonomik kaynakların etkin tahsisi yoluyla toplam ekonomik kalkınmanın en üst düzeye çıkarılması. Kılavuz sadece “piyasalar” adıyla maruf rantiye kesimin sınıfsal çıkarları. Size iddialı mı geldi? Öyleyse rakamlara analitik olarak biraz daha yakından bakalım.
Devletimiz, Anayasa’da öngörülen sosyal devlet tanımlaması ve niteliği gereği, 70 milyon vatandaşının temel eğitim, sosyal güvenlik, sağlık, yargı, iç ve dış güvenlik, altyapı yatırımları, endüstriyel ve tarımsal üretimi destekleme/sübvansiyon uygulamaları gibi sosyal ihtiyaçlarını karşılamak, devlet olmanın gereğini yerine getirmek için icap eden bütün mal ve hizmet alımlarını yapmak, memur ve işçilerin maaşlarını ödemek üzere yaklaşık 83,3 katrilyon TL tutarında kaynak ayırmıştır. Bir başka deyişle her Türk vatandaşı için devletin sağlayacağı toplam hizmet tutarı ayda en fazla 99 milyon TL kadar olacaktır. Kısacası bütçenin lisan-ı hal ile bize söylediği şudur: “Devletinizden doktor, ilaç ve benzeri sağlık hizmeti, ulaşım ve altyapı birimlerinin bakımı ve onarımı, iç ve dış güvenlik hizmeti, araştırma-geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesi, eğitim ve kültür hizmeti, tarım ve hayvancılık alanındaki kritik yatırımların yürütülmesi, ihracatçının ve sanayicinin desteklenmesi, adliye hizmeti, tapu hizmeti ve benzeri karşılığında para ödemediğiniz her türlü hizmet için ayda en fazla 100 milyon liralık hizmet bekleyin. Fazlası yok!.”tur. Öte yandan devletin yanlış borçlanma politikası sonucunda oluşmuş ve en iyimser tahminle fazla fazla iki yüz bin kişi olan rantiye kesimindeki ayrıcalıklı vatandaşların her biri için ayda ayrılan meblağ yaklaşık 27 milyar TL’dir.
 
Devletin Her 100 Liralık Transfer Harcamasının 66’sı Rantiyeye Gidiyor!
Bilindiği gibi bütçeler aynı zamanda gelirler politikasının da bir aracıdır. Devlet, topladığı vergiler ve sağladığı diğer kaynaklarla oluşan ekonomik değerin bir kısmını transfer harcamaları yoluyla vatandaşlarına dağıtır. Böylece kamunun ekonomi politikası önceliklerine uygun olarak gelirin yeniden dağıtımı mümkün olur. Faiz harcamaları da işte bu transfer harcamaları arasında yer alır. Zira faiz harcamaları, devletin gelirinden çok harcama yaptığı dönemlerde oluşan açığın finansmanından kaynaklanmaktadır ve devletin vaktiyle düşük gelirli vatandaşları namına zengin vatandaşlarından aldığı ödünçlerin zaman değeri karşılığı ödenmektedir.
2003 yılında devlet harcamalarının üçte ikisini transferler için ayırmış. Ama gelirlerin aktarılmasında bütün kesimlere aynı cömertlik gösterilmemiş; devletin her 100 liralık transfer harcamasının 66’sı rantiyeye gidiyor! Halbuki AB’nin yıllık bütçesinin neredeyse yarısını ayırdığı tarım kesimine bizim doğrudan gelir desteği sistemiyle aktaracağımız kaynakların aynı 100 lira içindeki payı sadece 2,1 lira. Üstelik 2003’de tarım desteklerine 90 katrilyon liraya denk kaynak ayıran on beş AB üyesi ülkedeki toplam tarım kesimindeki çalışanların sayısı ile bunun yirmide birini bile ayıramayan Türkiye’dekilerin sayısı neredeyse eşit. Bu tabii bir başka açıdan maalesef bizdeki verimsizliğin de bir göstergesi. Neticede verimli veya verimsiz on milyon tarım çalışanı yüz bin rantiyenin kırkta biri kadar transfer harcamasına muhatap. Bu konu her açıldığında “bir takım” medya iktisatçıları sözü hemen tarım kesimindeki atıl kapasiteye, verimsizliğe ve gizli işsizliğe getiriyor. Haklı oldukları noktalar olmakla beraber nedense aynı konularda finans kapital hiç sorgulanmıyor. Yani Türkiye’deki finans sisteminin kaç birim ekonomik değer karşılığında ne kadar tasarruf yaratabildiği, bu fonları reel kesime -şayet aktarabiliyorsa- hangi maliyetlerle aktarabildiği, risk yönetimini ne ölçüde başarabildiği hiç sorulmuyor. Üvey evlat muamelesi gören sadece düşük gelirli kesimler değil, sanayiciler ve ihracatçılar da aynı durumda. Onlar için de 4,5 lira ayırılmış. Ülkeye yeni yatırımlar yapmaları veya şiddetle ihtiyaç duyulan döviz gelirlerini kazandırmaları karşılığında alacakları vergi iadeleri ancak bu kadar. Üstelik bu rakama ücretlilerin ve emeklilerin topladıkları harcama belgeleri karşılığında alacakları miktar da dahil. Hatırlanacağı üzere bu taksime Dünya Bankası Türkiye sorumlusu Ajay Chibber bile isyan etmiş, “bu bütçe yoksulu eziyor” demişti.
İMF’nin tek kriteri ise faiz dışı fazla. Birçok çalışmalarında savundukları şekliyle faiz dışı fazla, sürdürülebilir borç yönetimi açısından önem taşıyor. Borç tuzağına yakalanmış borçlunun, borçlarını ne kadar geri ödeyebileceği, bir başka deyişle daha ne kadar borçlanabileceği bu kıstasla belirleniyor. Kısacası faiz dışı fazla alacaklılar açısından çok önemli bir gösterge. Türkiye uluslararası finans çevreleri tarafından 2003 yılında merkezi bütçeden %4,5 ve diğer kamu kesimi hesaplarından %2 olmak üzere milli gelirinin %6,5’i kadar faiz dışı fazla vermeye zorlanıyor. Hükümet ise bunun da üstüne çıkarak oranı %6,7’ye yükseltti bile. Vergi Barışı’ndan elde edilecek kaynakların “halk”ın reel ihtiyaçları için harcanamamasının sebebi de bu.
 
Hükümetler Değişince Bütçeler de Değişmeli
Bütçe demokrasinin ve egemenliğin en önemli unsurlarındandır. Hükümetlerin genel politika çerçevesi, hatta stratejileri ve vizyonları bütçelerinde görünür. Bu durumda 3 Kasım öncesi iktidarda olan 57’nci Hükümet’le bugünkü Hükümet arasındaki siyasi ve hatta ideolojik farklılıklara, yapısal farklılıklara ve vizyon farklılığına rağmen nasıl olup da hazırladıkları bütçelerin yapısının bu kadar benzeştiği izaha muhtaçtır. Tam bu noktada uluslar arası entegrasyon, demokrasi ve milli devlet yapısı arasındaki üçlü açmaz gündeme gelmektedir. 2001 veya 2002 yılı bütçeleri ne kadar o dönemdeki hükümetin inisiyatifinde hazırlandıysa 2003 yılı bütçesi de o kadar mevcut hükümete aittir. Sermaye hareketlerini tamamen serbest bırakmış, piyasalarını deregüle etmiş, ekonomi politikaları açısından kritik olan alanları “özerk” kuruluşlara terk etmiş ve mali bünyesi uluslar arası finansal kuruluşların periyodik tezkiye beratlarına endekslenecek kadar kırılgan hale gelmiş bir ülkede hükümetin ekonomik egemenliğinden ancak sınırlı manada söz edilebilir.
2003 yılı bütçesinin, hazırlayan bürokratların da, kanun tasarısı olarak Meclise taşıyan hükümetin de, oylarıyla kabul eden milletvekillerinin de içine sindiğini sanmıyoruz. Vergi Barışı Kanunu ile sağlanacak bütün kaynakları, Hazine’nin iki haftalık faiz harcamasında güneş görmüş kar gibi eritirken Maliye’nin isyan etmemesi de mümkün değil. Ama eğer gerçekçi olmak gerekirse bu yapının halihazırdaki sınırlar çerçevesinde değiştirilmesi de çok zor. Peki hiçbir çözüm yok mu? Mevcut yönetim ve ekonomi paradigması içinde kalınırsa yok. Bu durumda Türkiye birbirinin tekrarı olan ve giderek kısır bir döngü içine girecek, adeta deli gömleğine benzeyen bütçelere, bu bütçelerdeki kara delikleri doldurmak için değerli kaynaklarını israf etmeye mahkumdur. Halbuki değişimler her zaman mümkündür. Değişimin en az mümkün göründüğü zamanlar ise en büyük değişimlerin gerçekleşmesinin mümkün olduğu zamanlardır. Değişimler her zaman belirsizlik içerir ve dolayısıyla risk taşır. Ama yönetim sanatı da hesaplanan riskleri gerektiği zaman yüklenmek değil midir zaten?
Binbir zahmetle, büyük fedakarlıklarla ve -doğrusu yetkililerin hakkını teslim etmek gerekir- gayet başarılı bir biçimde uygulamaya geçirilen kaynak bulma politikası, nedense Türkçemizden iki deyimi hatırlatıyor. Birincisi “arada kaynamak”; karışıklıklar veya büyük sorunlar sebebiyle önemsizleşmek, işe yaramaz hale gelmek. İkincisi ise bir mecaz, “kaynak yapmak”; mevcut sıraya girmeden, haksız bir biçimde ön sırada yer almaya çalışmak. Konuyu bu deyimleri kullanarak; “kaynak yapanlar sebebiyle kaynaklar arada kaynayacak” şeklinde özetleyebiliriz.
Son soru ise şu: Acaba Ak Parti’yi iktidara getiren ve bu arada “devlet”li partilerin hepsine ağır bir fatura kesen seçmen iradesinin beklentileriyle icraatlar ne kadar örtüşüyor? Vergi Barışı sayesinde “devlet” ile barışan “halk” kaynakların bu şekilde tahsisine razı mı? “Halk”ın Ak Parti Hükümetine gösterdiği güven ve teveccüh, İMF’nin ve yandaşlarının bütün olumsuz yaklaşımlarının üstesinden gelmeyi başardı. Şimdi mesele kaynakları sıraya girmeyip “kaynak” yapmayı alışkanlık edinmiş kesimlere yem etmemekte.

Paylaş Tavsiye Et