I.
TRT’NİN 2003 yılı yapımı “Doğduğum Topraklar” belgeseli Lozan Antlaşması sonrasında ‘takas’ edilen insanların dramını dile getirir. Belgeselde, kişinin kimliği, aidiyeti ve değerler dünyasının şekillenmesinde, doğduğu toprağın ve çevrenin ne denli etkili olduğunu görürüz. En ilginç bölüm, yaşı doksanı aşmış bir Rum göçmenin –daha doğrusu göç mağduru ya da sürgünün- hâlâ konuşma dili olarak kullanmaya devam ettiği aksanlı Türkçesiyle anlattıklarıdır. Özetle, yaşlı Rum’un çocukluğunun bir kısmının geçtiği Anadolu’da, Kadir Gecesi ve bayram günlerinde gayrimüslimler Müslümanlara tebrik ziyaretine gelir; Müslümanlar da onların evine baklava, şeker ve diğer yiyeceklerden hediyeler yollarmış. Paskalya Yortusu geldiğinde ise, Hıristiyan Rumlar Müslüman komşularının tebriklerini kabul eder; karşılıklı boyalı yumurta tokuştururlarmış. Asıl vurucu kısmı ise, Yaşlı Rum’un şu an yaşadığı Yunanistan ile ilgili, gözleri dolarak eklediği sözler oluşturur: “Doğduğum toprakları çok özlüyorum. Oralar bambaşkaydı. Buraya alışamadım. Hem burada bize ‘gâvur’ diyorlar.” Ardından bunun gibi pek çok şahitlik ve Balkanlardan Anadolu’ya göç ettirilen Türklerin anlattığı benzer hikâyeler…
Sözü edilen, herkesin kendi zamanını yaşadığı ama diğerinin zamanını da yok saymadığı bir dünya. Ötekinin varlığını tanımakla değerlerini benimsemek arasında ince bir çizgi var ki, onun korunması kendi varlığımız ve değerler dünyamızın da hayatiyetini belirliyor. Öteki ile yüzleşmeyi kendini anlamlandırma yolunda bir fırsata dönüştürebilen toplumlar dönüşmekle değişmek, erimekle birlikte yaşamak, kapanmakla nüfuz etmek, saldırmakla barışmak farkını kavrar ve dengeyi bulur. Gel gör ki, bunu başarmak tek başına kitlenin işi değildir, iş ‘baş’a düşer; baş olmak ise bilgelik ister. Yoksa kalabalıkların ‘gâvurlaşma’ temayülü sergilemesi işten bile değildir.
II.
“Hıristiyan dünyasının işte bu iklimini çok seviyorum” diyor yazar ve devam ediyor söze: “Noel sırasında bu ülkelere yayılan hava bana müsekkin gibi geliyor. Evlerin ışıklandırılması, kapıların önündeki ağaçların ışıl ışıl yanması, caddelerin ve mağazaların süslenmesi içimde çok güzel duygular yaratıyor… Sadece bir imrenme hissi. Niye bizim böyle janjanlı günlerimiz yok diye hayıflanıyorum… Benim yılbaşılarım hep, Noel ağaçlarına dışarıdan bakarak geçti. Küçüklüğümün İzmir’inde, o çok kısa günlerde Levanten evlerin içine kurulmuş rengârenk ağaçları seyrede seyrede eve dönerdim. Noel mevsiminde evlerin perdeleri hep açık dururdu. O zamanlar hep düşünürdüm. Acaba Noel ağaçları içeriye mi, yoksa dışarıya mı bakar? Evlerin içindeki o ağaçlar aslında herkesin malı mıdır?” Küçük Ertuğrul’un (Özkök) aklını karıştıran çocukça soruların zamanla kendisiyle birlikte büyüdüğü ve artık ‘müsekkin’ini bulduğu anlaşılıyor. Ne var ki, bu müsekkinin bulunuşu kavranamayan farklar ve kaybedilen dengeler rağmına olur. “Noel ağaçlarının içeriye mi, yoksa dışarıya mı baktığı” ya da “O ağaçların aslında herkesin malı mı olduğu” gibi masum sorular bilgelikle taçlanmayınca, önce “Anne, baba! Bunlar bizde niye yok?”hayıflanışına ve hırçınlığına; ardından, “Hıristiyan dünyasının işte bu iklimini çok seviyorum” imrenişine ve son olarak da, “Bu yıl ilk defa evimizi ışıklandırdık… Ama o ışıklar sadece yılbaşında değil, Cumhuriyet Bayramı’nda da, Şeker Bayramı’nda da, öteki bayramlarda da yanacak” kararına dönüşüverir işte. Aslında bu pervasız hitam özden ve kökten bir dönüşümün sonucu… Oğuz Atay’ın Garip Yaratıklar Ansiklopedisi’nde yer alan “Disconnectus Erectus” adlı ‘Tutunamayan’ın tutunma çabasını hatırlatıyor insana… Kendi zamanını şaşıran anakronik aydın, başkalarının zamanına göz koyuyor.
III.
Peki, nedir bizim zamanımız? Onu bir çizgi olarak görenlerin tanımına göre, arkada kalanlara gerici, önde gidenlere ilerici mi deniyor? Ya da zamanın devrîliğini de benimsediğimiz için, bizim aynı yerde saydığımız mı varsayılıyor? Aslında Müslüman toplumlar sürekli bir tekerrürün yanında, izafî bir ilerlemeyi de yok saymıyor. Zaman bizatihi izafî olduğu için, ona bağlı olarak gelişen her durum da öyle olacaktır; hayat, dünya, eşya, ilerleme… Onun dışında kalan ise, mutlaktır. Bu verili bilgiyle kendi zamanını bilen Müslüman, ondan bir şey çıkarmadığı gibi, ona yeni bir şey eklemeye de cüret etmez. Zamanı geçmişten ve gelecekten bağımsız, sadece an olarak düşünen ve engellenme hissinden yoksun yaşayan kabile bireylerini küçümsemediği gibi, onu çizgisel olarak algılayanların zamanına da saygı duyar. Ancak, kendisininkiyle başkalarının zamanının arasını ayırmayı bilir.
Bu çerçeveden bakınca, “Noel bizim neyimiz olur” sorusuna verilecek cevap bellidir ama yine de erken davranıp, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olmayalım. Hıristiyanlıktan önceki Roma İmparatorluğu’nun puta tapan ve güneşi kutsal sayan tebaası, Aralık ayının sonunda gündüzlerin uzamaya başlamasını “Tanrımız bizimle daha fazla beraber oldu” sevinciyle karşılardı. Zamanla bu kutlamalara içki içmek, domuz ve hindi kesmek, dans ve eğlenceler düzenlemek gibi adetler eklendi. Derken, 313 yılında Hıristiyanlığı kabul eden İmparator Konstantin, 325’te Güneş Tanrısı’nın doğum günü olan 25 Aralık ile Hz. İsa’nınkini birleştiriverdi. Hıristiyan din adamlarının çoğunluğu, aynı yıl İznik Konsülü’nü toplayarak İncillerin birleştirilmesinde hizmeti geçen ‘mühtedi’ İmparatorun bu icraatı üzerinde uzlaştı. Fakat bu kolay bir uzlaşma olmadı; Hz. İsa’nın gerçek doğum günü olarak 6 Ocak’ı kabul eden din adamlarının birçoğu, başta Aziz Aryüs olmak üzere, ortadan kaldırıldı. Tıpkı, aralarında Barnabas’ın da bulunduğu yüzlerce İncilin ortadan kaldırılışı gibi…
Bütün bunların ötesinde bizi asıl ilgilendiren, sorunun başka boyutları elbette. Paganizmden Hıristiyanlığa nüfuz etmiş yılbaşı kutlamaları çam ağacı, şeker, hindi, tombala, sınırsız içki ve eğlence, kumar, fuhuş, piyango gibi unsurlarıyla bu toplumun çocuklarına benimsetiliyor. Resmî teşviklerle de özendirilen Noel miti, artık Hıristiyanî bir biçim de taşımaksızın, hatta insaflı İsevîleri de rahatsız ederek, en çok seküler-kapitalist sistemin amaçlarıyla örtüşüyor. Arsız bir gösteriş arzusunun körüklediği tüketim çılgınlığı; sarhoşluğu ve sınırsız eğlenceyi bir geceliğine mazur gösteren genel toplumsal algı ve bir peygamberin doğum gününü kutlarken(!) sızıp kalan, zamanını şaşırdığı için zamanını boşa harcayan koca bir toplum... Kendisini ‘öğütüm’ kurumları olarak tanımlayanları doğrularcasına, Noel etrafında örülen miti pekiştiren eğitim sistemi de küçük Ertuğrulların kafasını allak bullak eden soruları cevaplayacak bilgeliği taşımıyor ne yazık ki! Böylece, kendisi olamayan, değerini bilemeyen; Ramazan’ı şekere, Kurban’ı kana irca eden, tutunamayan, zamanı ve mekanı arasında bağ kuramayan, kısacası münasebetsiz nesiller yetişiyor. Sahi Noel Baba bizim neyimiz olur? Antalyalı olduğum için “Benim hemşerim olur” diyeceğim ama Aziz Nikola’nın, karda sekiz Ren geyiğinin çektiği kızağıyla Antalya’nın sıcağında işi ne? Sakın, birileri zamanını şaşırırken, o da mekanını şaşırmış olmasın?
Paylaş
Tavsiye Et