FARKLI milliyetçilikleri tarihsel olarak tasnif etme biçimlerinden biri de ‘devletini arayan milletler’ ile ‘milletini arayan devletler’ ayrımıdır. Bir tarafta, tarihsel olarak millet olma aşamasını tamamlamış ve sıra, devletini kurma aşamasına gelmiş olan milliyetçilikler; diğer tarafta ise millet olma aşamasını henüz tamamlamadan çeşitli sebeplerle devletini (belli bir toprak parçası üzerinde siyasî egemenliğini) kurmuş ve bu devletin topraklarında yaşayan mevcut halktan bir millet inşa etmek çabasında olan milliyetçilikler.
Literatürde bunlardan ilkine (başka örneklerin yanında) genellikle Alman milliyetçiliği ve ikincisine ise Türk milliyetçiliği örnek olarak verilir. Türk milliyetçiliğinin bu ikinci kategoriye girip girmeyeceği çokça tartışılabilir ama, sanırım Irak milliyetçiliği de bu tasnif etrafında ve ikinciye örnek olarak incelenebilir. Irak milliyetçiliğinin doğuşu ve gelişimi de ‘milletini arayan devletler’ örneğine benzemekte ve ‘başarısız’ bir örnek olarak ortaya çıkmaktadır.
Arap milliyetçiliğinin doğuşu ve gelişimi bakımından (Ürdün, Filistin ve Lübnan’ı da kapsayan) Osmanlı Suriyesi ile Irak arasında önemli farklar mevcuttur. Arap milliyetçiliğinin doğuşu ve gelişimini birkaç aşamada inceleyebiliriz. Öncelikle 19. yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı Suriyesi ve Mısır’da, bir yönüyle İslam modernizminin bir boyutu (Arap hilafeti meselesi de dahil olmak üzere), diğer yönüyle Arap kültürel ve edebî uyanışının bir boyutu olarak (bir grup Arap Hıristiyan’ın da yer aldığı) Arap aydınlar arasında ilk kıvılcımlar ortaya çıkmıştır. Asıl ivmesini ise 1908 sonrası dönemde gelişen iletişim patlaması ortamında, İstanbul’da Harbiye’de, Mülkiye’de, Hukuk Mektebi’nde Arap vilayetlerinden gelen öğrencilerin karşılıklı etkileşimi ile kazanacaktır. Aynı şekilde İstanbul’da Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda ve çeşitli cemiyetler ve gazeteler/dergiler etrafında şekillenmeye başlayacaktır.
Irak’ta durum bir ölçüde farklıydı. Suriye’de ya da Mısır’da olduğu gibi bir Arap hilafeti ya da devleti meselesi hiç olmadı. Irak’taki Sünni Araplar zayıf konumlarının farkındaydılar: Şii nüfus meselesi ve İngiliz yayılmacılığı endişesi kaderlerini sıkı bir şekilde Osmanlı Devleti’ne bağlamıştı. Sünni Arapların oluşturduğu Irak eşrafı kendi başlarına kaldıklarında başa çıkamayacakları Şii nüfus problemi ve Irak’ta İngiliz yayılmacılığı meselesi nedeniyle İstanbul’dan kopmayı göze alamazlardı. İttihat ve Terakki’den talepler daha çok idarî özerklik ve bazı kültürel haklar yönündeydi. Hatta İttihat ve Terakki’ye karşı zaman zaman oluşan hoşnutsuzluğun sebebi, bu iki konuda (Şiiler ve İngilizler) yeterli hassasiyeti gösteremeyişi ya da gösterilen hassasiyetin az bulunuşudur.
Ancak Irak’taki Sünni Arap eşrafın aksine, İstanbul’da (diğer Arap vilayetlerinden gelen subaylarda olduğu gibi) Irak kökenli (Sünni) Arap subaylar arasında milliyetçilik kıvılcımları gelişti. Hatta bu tarz örgütlenmeler içerisinde Irak kökenli subaylar çoğunluğu oluşturmaktaydı. Kısaca Arap milliyetçiliğinin paradoksu Irak için de geçerliydi: Sünni Arap milliyetçiliği, Bağdat’ta ya da Basra’da değil, İstanbul’da Harbiye’de, Mülkiye’de ya da Hukuk Mektebi’nde gelişmiştir. Ve 1916’da ‘Arap İsyanı’ olarak bildiğimiz Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanına kadar da siyasî bir boyut almamıştır.
Irak kökenli milliyetçi Arap subayların bir bölümü, ‘Arap İsyanı’na katılarak isyanın komutanlarından Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal için çalışmışlardı. Savaş bittikten sonra ise, Faysal’la birlikte önce Suriye’ye ve daha sonra (Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarıldıktan sonra) Irak’a gelmişlerdir. İşte Faysal kral olduktan sonra yeni Irak’ı (Manda Irakı’nı) bu kadrolarla kurmuş ve yönetmiştir.
Osmanlı sisteminde Sünni Araplar, Kürtler ve Türkmenler en fazla müsaadeye mazhar unsurlardı. Şiiler ise en büyük gücünü Sünni hilafetten alan Osmanlı Devleti’nde doğal olarak sistem dışındaydı. Manda rejimi altında ise önce İngilizler ve daha sonra Faysal sadece Sünni Araplarla işbirliği yaptı. Şiiler, Kürtler ve Türkmenler zaman içinde marjinal kaldı. Bu işbirliği yapılan gruplardan biri, Arap İsyanına katılarak Faysal ile birlikte çalışmış, önce Suriye’ye ve sonra (Faysal’la birlikte) Irak’a gelmiş eski Osmanlı kurmay subaylarıydı. 1958’e kadar Irak’ı bu kesim yönetti. (Sadece Irak ordusunun kuruluşunda altı yüz kadar Arap kökenli eski Osmanlı subayı görev aldı.) Diğer dayanak noktası grup ise, büyük toprak sahibi olan aşiret reisleriydi. Birinci grup Osmanlı bürokrasi tecrübesine sahipti. İkinci grup ise ülkedeki asayişin teminatıydı.
Böylece baştan itibaren İngilizler ve daha sonra Faysal rejimi (yukarıda izah ettiğimiz meşruiyet temeli dolayısıyla) modern bir devlet kurmak için gereken milli mutabakatı, entegrasyonu, birliği sağlayamadı. Irak milliyetçiliği Kürtleri ve Arap Şiileri dışlayan, bir Sünni Arap milliyetçiliği biçiminde gelişti. Zaman içinde Şii ve Kürt isyanları artarak devam etti. Kürtler zaten baştan beri Bağdat’a karşı silahlı eylem sürecine girdiler ve sürekli isyan halinde oldular. Şiiler ise isyan sürecinin başarısızlığı karşısında marjinal kaldılar. Göstermelik olarak bazı görevlerde Şiiler çalıştırıldı; ama asıl görevler daima Sünni Arapların elindeydi. Ve bu durum zaman geçtikçe daha da katı bir hal aldı.
1918’den itibaren Irak’ı yöneten bu yeni kurucu elit arasında milliyetçilik konusunda iki eğilim ortaya çıktı: Irak’ın Arap kimliği mi, ayrı bir Irak kimliği mi? Azınlıkta olan grup, ‘vataniye’ (vatanseverlik) kavramını öne çıkararak ayrı bir Irak milliyetçiliğine vurgu yapmıştır. Bunlar, Şiileri dışlamayan bir bakış açısına sahiptiler. Türkiye ve İran ile iyi komşuluk ilişkilerine önem verdiler. Bu bakış açısına göre, Arap dünyası ve Arap dünyasının çıkarlarından önce Irak gelmeliydi. Buna karşılık çoğunlukta olan grup ise, ‘kavmiye’ (milliyetçilik) kavramını öne çıkararak Arap milliyetçiliğine (Pan-Arabizm) vurgu yaptı. Arap birliğine ve Filistin meselesine öncelik vererek, Kürtlerin ve Arap Şiilerin taleplerini yadsıdı. Sadece Sünni Araplar ve Arap dünyasının çıkarları üzerine odaklandı. Zaman içerisinde Pan-Arabizm Irak siyasetinde hakim eğilim olarak ortaya çıktı. İşte 20. yüzyılın Irak milliyetçiliği, ‘vataniye’ ile ‘kavmiye’ arasındaki sarkacın salınımlarının bir hikâyesi olarak okunabilir.
Paylaş
Tavsiye Et