Ne örümcek ne yosun
Ne mucize ne füsun
Kâbe Arabın olsun
Çankaya bize yeter
Kemalettin Kami Kamu (Şair/CHP Milletvekili)
İLBER Ortaylı, Cumhuriyet modernleşmesinin radikalizmini, bir bakıma Osmanlı modernleşmesinin yeterince radikal olamamasına bağlar. Cumhuriyet modernleşmesi, özünde tepkisel/reaksiyoner bir nitelik barındırır; ancak onun asıl öne çıkan özelliği, alabildiğine biçimsel, sembolik ve sloganik olmasıdır. Bunu anlamak için, modernleşme tartışmalarında kılık-kıyafetin en baştan, ta II. Mahmut devrinden beri, merkezî bir konum işgal ettiğini; inkılâpların ilk yıllarında ise serpuşa muhalefetin bile “kelle alacak” önemi haiz olduğunu görmek yeterlidir. Modernleşme kuramı ve tarihiyle ilgilenenler, onun her şeyden önce toplumsal bir standart oluşturmayı hedeflediğini ve bugün Avrupa’da oluşan “birlikte yaşama” kültürünün bir uzlaşma ve “benzeşme” neticesinde doğduğunu bilirler. Bizde ise modernleşme, toplumsal benzeşmenin sağlanması olarak değil, daha çok toplumu “benzetme” üzerine kurgulanıyor. Böyle olunca da, modernleşmeci seçkinler nazarında İslam ve onun yüzyıllardır ürettiği toplumsal pratik, sürecin işleyişinde karşılaşılan en ciddi direnç noktalarını teşkil ediyor.
Siz Hâlâ Annenizin Başörtüsünü mü Kullanıyorsunuz?
Bugün türban, bu direnç noktalarının en açık, simgesel ve -kadınlara özgü oluşuyla- en kırılgan tezahürlerinden biri olarak, devlet aygıtının en tepedeki sembolü Çankaya’nın karşısında bir anti-sembole dönüştürülmek isteniyor. Buna karşılık, “annelerin örtüsü” başörtü, özellikle CHP sözcülerinin diliyle kutsanıyor. Fitilini sabık bir Çankaya sakini Demirel’in, biraz ispiyon kokan bir tavırla, ateşlediği son cumhurbaşkanlığı tartışmalarında, türbanın bir umacı ve karşı-simge olarak sunumunun, ülke gündemini, -hani o iktidarın sürekli kaçınmaya çalıştığı- gerilime nasıl da sokabildiği görüldü. Oysa türbanda siyasal-dinî sembolizm vehmeden yasakçı “sembolik” modernlerin gözden kaçırdığı iki önemli çelişki var: Birincisi, yasağa mesnet olarak gösterilen Anayasa Mahkemesi’nin 7 Mart 1989 tarihli iptal kararı “annelerin başörtüsü”nü de kapsıyor; hatta bilhassa onun için verilmiş bir hüküm. İkincisi, bugün tu kaka ettikleri türban, 12 Eylül askerî yönetiminin ürünü bir kurum olan YÖK’ün o zamanki başkanının icat ettiği, gayet “modern” bir sembol aslında. Üstelik yasak koyucuların başörtüsünden kaçarken dolandıkları türban, etimolojik olarak Fransızlara, ontolojik olarak Hintlilere, pragmatik olarak YÖK’e ait bir şey. Bu bakımdan “Türkiye’de başörtüsü sorunu yoktur” diyemesek de, “YÖK’tür” diyebiliriz! Fakat Müslüman kadınlara bu denli uzak bir kavram ve nesne, CHP sözcülerinin elinde/dilinde, “Çankaya’ya molla bir cumhurbaşkanı getirmek isteyenler”e karşı kullanılacak en işlevsel argümana dönüşüveriyor. Tabii, eski Çankaya sakininin, “Gızım sana söylüyom, gelinim sen anla” üslubuyla önce, “Çankaya’ya çıkmaya engel değil” deyip ardından, “Kılık-kıyafetle ilgili bir düzenleme yapılıp devrim kanunlarına ilave edilebilir” diye ihbar ettiği başörtüsü yasağı konusundaki çelişkiler bunlarla sınırlı kalmıyor. Zira başörtüsü takmak Anayasa’ya göre, üniversite öğrencisi, devlet memuru, hatta milletvekili olmaya da engel değil. Yeter ki, sinirli parmaklarını uzatan titrek bir ses, “Bu kadını dışarı atın” diye çırpışmasın! Anayasa Mahkemesi’nin 1989’daki iptal kararı, Meclis’in başörtüsü ve türbana serbestlik öngören yasa teklifinin dönemin asker cumhurbaşkanı tarafından önce veto edilmesi, ardından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi üzerine alınmıştı. Dolayısıyla Meclis, yasa koyma hakkını, atanmışlardan oluşan bu kuruma devretmediğine göre, denetleyici işlev gören mahkemenin yasama erkine ortak olması ve bu konuda son sözü söylemesi mümkün değil. O halde hep birlikte, millet iradesinin tecellisi için, Meclis’in söyleyeceği son sözü beklemek gerekiyor. Hazır, baş döndüren başörtüsü-türban çevriminde türban “out”, başörtüsü “in” olmuşken; muhalefet konumundaki “devletin partisi” CHP, “annesinin örtüsü”ne de sahip çıksın artık.
Habermas’ın Kuyuya Attığı Taş
Millet; iradesinin tecellisini Meclis’ten bekleyedursun, “kamusal kişiliklerin sihirli dokunuşlarıyla” oluşan kamusal alanlar da daralıp genişlemeye, eğilip bükülmeye ve yarım ağızla gevelenmeye devam ediyor. Ne Anayasa’da, ne kanunlarda yer alan bu kavramdaki kamu sözcüğünün, “Kâbe’yi Arab’a” tahsis eden “Çankayacı” şairin soyadıyla da ilgisi yok. Aslında siyaset felsefesine ait olan kamusal alan kavramı, Jürgen Habermas’ın kuyuya attığı taştır. Ne var ki, “kamu”dan “halk”ı anlayan insanların yaşadığı başka diyarlarda bu taş gediğine oturmuşken; bizde, bize mahsus bir ters okumayla vatandaşın, hadi açık söyleyelim, dindar Müslüman’ın, hadi daha açık söyleyelim, dindar Müslüman kadının başına düşmüştür. Kısa bir süre önce, Edirne’deki Şükrü Paşa şehitliğine gittiğimizde, şehitliğin askerî bölge olduğunu söyleyen nöbetçi er, hanıma başörtüsünü yakasının üzerine salmamasını; önden düğüm yapmasını söyledi. Faydasız olduğunu bildiğim halde, söze girerek nedenini sorduğumda, “Öyle olunca simge oluyor; kamusal alanda yasak!” cevabını aldım. Oysa, biraz ezber bozucu olmak gerekirse, önden bağlamak da Ortodoks Hıristiyanlara özgüydü ve daha ilginç olanı, yasakçıların gözünde “başörtüsünü yaka üzerine salmak” İslam’ın öngördüğü örtme biçimiydi. Doğrusu, Cumhuriyet modernleşmecilerinin, sembollere dayalı ve katı yüzüne ilaveten, ayrıntıları atlamayan “ince” bir yanıyla da karşılaşmak beni şaşırtmıştı. Tabii, insan, Türkiye’deki yasak koyucuların genel olarak din ile mi, yoksa özel olarak ve sadece İslam ile mi sorun yaşadıklarını sormadan edemiyor. Ancak yasağa, başörtüsünün aynı zamanda “gösterişçi” (ostentatoire) bir giysi olduğu gerekçesiyle karşı çıkan Fransızlara göre, Türk muadillerinin siyasal-dinsel simge argümanının biraz güdük kaldığını itiraf etmek gerek. (Bu da bir Türk olarak insanı rencide ediyor tabii!) Bildiğimiz kadarıyla bu ülkede siyaset ya da din yasak değil; kendisi baştan ayağa sembollerle donanmış modernite için de, sembollerin yasak olması düşünülemez. O halde, bireyin dinsel ya da siyasal kimliğini kamusal alanda simgelerle açığa vurmasından daha doğal ne olabilir? Rozetler, bayraklar, bıyıklar, saçlar, tişörtler, desenler, renkler, jestler, mimikler, kelimeler… Hepsi yerine göre masum birer siyasal ya da dinsel simge değil mi?
Türban Ayrıntıda Gizlidir!
Tam da Türk modernleşmesinin güzel güzel sentez oluşturmak yerine, toplumu bir güzel “benzetmek” üzerine kurulu tek-tipleştirici politikasının özellikle kadının örtüsünü dert edindiğini ve onu kurban seçtiğini düşünürken; medyanın iri gazetelerinden birinin çok okunan “çalgıcı” köşe yazarı, Çankaya-türban etrafında gelişen tartışmalara farklı bir açıdan bakıverdi. “Erkekler türban bağlasa…” gibi “yaratıcı” bir ihtimalden yola çıkan yazar, başbakan ve kabine üyelerini bir bir türbanlı olarak betimleyip karikatürize ettikten sonra, bu durumda “bütün iktidar kadrolarının türbanlı, hatta kimisinin kara çarşaflı” olacağını ekleyip, kendince önemli bir ayrıntıya getiriyordu sözü: “Ama erkekler türban takmazlar. Ve siz laik cumhuriyetin başına geleni göremezsiniz.” Ya işte gördünüz mü? Göremediniz elbette; çünkü türban ayrıntıda gizlidir!
Çankaya’nın Yolları “Örtü”lü
Bizde türban tartışmaları, özünde hiç de öyle olmadığı halde, alabildiğine ideolojik argümanlarla cereyan ediyor. Çankaya-türban karşılaştırmalarının şimdiden gündemi belirleyici bir nitelik kazanmasına bakılırsa, cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 2007 baharına kadar taraf(tar)lar yığınak yapmaya devam edecekler. Zaten yaz rehavetine çare arayan medya da, CHP lideri Baykal’ın “erken” bir vakitte gündeme getirdiği seçim önerisini ve onun etrafında oluşan polemikleri pek sevmişe benziyor. Ne var ki, bir tören havasında cadı kazanları kaynatılıp altına odun yetiştirilirken, 13 Haziran 2005 günü Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki bir başka törenden gelen haber, bu havayı biraz bozdu: Kızının mezuniyet törenine katılmak isteyen Sabire Karşı, başörtülü olduğu gerekçesiyle tören alanına alınmadı. İşte, “annelerin örtüsü” de kurban edilmişti; üstelik Sabire Hanım bir şehit annesiydi. Önden düğümlenmiş geleneksel örtüsüyle “kamusal alan” olan şehitliklere girebiliyorken; yine aynı konumdaki üniversite kampüsüne alınmıyordu. Belki de kuyuya, “kamusal alanların hiyerarşizasyonu” türünden yeni bir taş daha atılmak üzereydi. Ancak toplum vicdanını böylesine ağır bir duyarlılık testinden geçirmek riskli olabilirdi. İlk anda olayı görmeyen ya da onda haber değeri bulmayan çok “satan” medya ile tam gaz “devlete türban giydirmeme” savaşıyla meşgul ana muhalefet partisinin lideri Baykal, Ahmet Taşgetiren’in deyimiyle, “virajı alamadı.” Sonradan, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’a bile “Eşarba karşı değiliz” dedirten bu olay vuku bulurken, savrulan Baykal’ın o sırada yutkunmak zorunda kaldığı sözler şunlardı: “Bu Türkiye’nin geleceğiyle ilgili çok temel bir tartışma. Türkiye nereye gidiyor? 25 yıl sonra Türkiye kadınların başlarını kapatmadan özgürce dolaşmaya devam edecekleri bir ülke mi olacak? Yoksa olmayacak mı?”
Aslında istikrarı baltalamak pahasına, şimdiden 2 yıl sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerini türbanofobi ile izah eden zihniyetin, 25 yıl sonrası için kara-ütopyacı kehanetlerde bulunmasına şaşmamak lazım. Sadece bu sözlere bakarak Türkiye’yi yorumlayan bir yabancı, ülkedeki bütün alanların başörtülülere açık olduğunu, “yasaklı başı açık kadınlar”ın ise hak mücadelesi verdiğini sanabilir. Bir zamanlar -işlevsizlik anlamında- sembolikliği sıkça vurgulanan cumhurbaşkanlığı makamı, şimdilerde, uğruna gerçeklerin ters yüz edildiği, taliplerinin türban testine tâbi tutulduğu bir “kutsal simge” halini alıyor. Allah’tan, bugünkü seküler kutsalcılar ya da kamusal alancılar CHP’li şair Kamu kadar ileri gitmiyor. Ancak bir vakıa var ki; ideolojik yaklaşımlarla, insanî boyutu sürekli göz ardı edilen ve esasında toplumsal bir sorun olan başörtüsü (yasağı), Çankaya’ya giden yolda git gide daha belirleyici oluyor.
25 yıl sonra da böyle olmaz umarım!
Paylaş
Tavsiye Et