Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2005) > Dosya > Erdemir özelleşti mi?
Dosya
Erdemir özelleşti mi?
Halim Sırçancı
GÜNÜMÜZÜN en çok tartışılan konularından biri olan “özelleştirme” üzerine anlamlı ve tutarlı değerlendirmeler yapabilmek için, öncelikle ve özellikle kavramsal çerçeveyi iyi bir şekilde ortaya koymaya ihtiyaç vardır. Sırf bu konudaki eksiklikten dolayı, özelleştirme ile ilgili yapılan değerlendirmeler maalesef körlerin fil tarifine benzemekte; eskilerin tabiriyle “efradını cami ağyarını mani” bir değerlendirme yapılamamaktadır. “Özelleştirme”yi en genel geçer ifadesiyle “devletin ekonomideki sınaî ve ticarî aktivitelerine son verilmesi ve rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisinin oluşturulabilmesi maksadıyla, devletin elindeki bir kısım varlıkların elden çıkarılması” olarak tanımlamak mümkün. Bu tariften yola çıkarak, devletin sınaî ve ticarî faaliyette bulunmasının iyi bir şey olmadığı, serbest piyasa şartlarının oluşabilmesi için devletin bir ekonomik oyuncu olarak sahada yer almaması gerektiği gibi sonuçlara ulaşılabilir. Şu an yürürlükte olan genel kabuller de bu yöndedir. Ancak bu tür tespitlere ihtiyatla yaklaşmak gerekir; zira ülkeden ülkeye, dönemden döneme, sektörden sektöre ve hatta şirketten şirkete büyük değişiklikler yaşanmaktadır. Özelleştirme de diğer pek çok konu gibi hem taraftarları, hem karşıtları tarafından bir tabu olarak ele alınmakta, küreselleşmenin vazgeçilmez bir unsuru olarak değerlendirilmektedir.
Özelleştirmeyi savunanların en önemli gerekçelerinden biri, devletin ekonomi alanında hem oyuncu, hem de kural/kanun koyucu olmasının birbiriyle çelişmesidir. Bu durum gerçekten de eşyanın tabiatına aykırıdır. Hiçbir otorite, kendi aleyhine sonuç doğurabilecek bir ekonomik ortam oluşması yönünde irade sergilemez. Ancak yine de körü körüne bir özelleştirme taraftarı olmaktansa, öncelikle kamu iktisadî teşekküllerinin neden ortaya çıktığı, bir dönem neden çok fazla rağbet gördüğünü iyi anlamak gerekir.
Bilindiği gibi ekonomik faaliyetlerin en temel gereksinmelerinden biri işgücü ise, diğeri de sermayedir. Tarihin büyük bir bölümünde (halen de öyle) sermayeye sahip olan veya ona hükmeden, hep kamu otoritesi olagelmiştir. Bu nedenle birçok ülkede belirli sektörlerin geliştirilmesi ve zarurî hizmetlerin verilebilmesi amacıyla, özel sektörde sermaye birikimi oluşuncaya kadar, çeşitli iktisadî yatırımlar genellikle kamu otoritesi tarafından/öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Yalnız bu şekilde tesis edilen kurumlar/sistemler ülkeden ülkeye, hatta ülke içinde dönemden döneme değişiklik arz etmektedir. Bu nedenle elde edilen sonuçlarda da büyük farklılıklar görülmektedir.
Aynı şekilde, yaşadıkları özelleştirme serüveni açısından ülkeler arasında ciddi farklılıklar görülmektedir. Her ne kadar özelleştirme uygulamaları, “serbest piyasa ekonomisinin tesis edilmesi adına, devletin ekonomiden elini çekmesi” olarak rasyonalize edilse de, durum Türkiye gibi gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde pek bu şekilde gerçekleşmemiştir. Zira özelleştirmenin hararetle tavsiye edildiği, tartışıldığı hatta adeta dayatıldığı ülkelerde ya ciddi ekonomik sıkıntılar/krizler yaşanmakta ya da bir İMF programı uygulanmaktadır. Hâl böyle olunca özelleştirme uygulamaları da bu sağlıksız ortamda yapılmakta, çeşitli şaibelere yol açmakta ve genellikle beklenen fayda elde edilememektedir.
ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa gibi gelişmiş ülkelerde özelleştirme uygulamaları kısa süre içerisinde tamamlanarak çok ciddi gelirler elde edilmiş ve bu uygulamalar toplumda çok büyük tartışmalara neden olmamıştır. 8-9 yıl içerisinde tamamlanan özelleştirme uygulamalarından İtalya’da toplam 111 milyar dolar, Fransa’da 72 milyar dolar, Avustralya’da ise 70 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Buna karşın Türkiye’de, 2005 yılı hariç 20 yılı aşkın bir sürede yaklaşık 14 milyar dolar civarında bir özelleştirme geliri elde edilebilirken, bu gelirin önemli bir kısmı özelleştirme masraflarına harcanmış, hazineye toplam gelirin ancak %25’i aktarılabilmiştir. 2005 yılının ikinci yarısında ise durum biraz tersine dönmüş görünüyor. Zira AB süreci, ekonomik konjonktürün normalleşmesi ve Orta Doğu sermayesinin kendisine daha güvenli limanlar araması gibi olumlu gelişmeler neticesinde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı son 20 yıldaki performansın çok üzerinde bir başarı sağladı. Her ne kadar onay süreci tamamlanmamış olsa da, geçmişte birçok defa teşebbüs edildiği halde özelleştirilemeyen Türkiye’nin önde gelen büyük kurumlarındaki (Türk Telekom, TÜPRAŞ, Erdemir vb.) kamu hisseleri blok satış yöntemi ile satılarak yaklaşık 20 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmiş oldu.
Tüm diğer uygulamaların yanında Erdemir’in özelleştirilmesi, Türkiye’nin özelleştirme serüveninde özellikle incelenmesi ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Bunun en önemli nedeni kurumun büyüklüğü, stratejik önemi ya da içinde bulunduğu sektörün geleceği değil; kurumun diğer kamu iştiraki olan teşekküllerden farklı bir anlayış, felsefe ve model ile kurulmuş ve işletiliyor olmasıdır. Bilindiği gibi bir kurumun başarısı, büyük ölçüde sahip olduğu (insan, sermaye, know-how gibi) kaynaklardan ziyade, işleyiş tarzı ve çalışma sisteminden kaynaklanmaktadır. Erdemir (başlangıçta Amerikalılar tarafından kurulması nedeniyle) borsanın kurulmasından neredeyse 20 yıl önce, gerçek anlamda halka açık bir özel sektör şirketi olarak kurulmuş ve işletme hayatı boyunca kamu sorumluluğunu taşıyan bir özel sektör kuruluşu olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Kendisinden sonra ve önce kurulan KİT statüsündeki demir-çelik tesisleri (Kardemir, İsdemir) yine aynı nedenle devlete/kamuya büyük bir yük olmuştur. Bu farklı statüsü nedeniyle Erdemir’in özelleştirilmesinden ziyade, -birçok özel sektör kuruluşunda, mesela Tofaş’ta olduğu gibi- devletin elindeki hissesinin satılmasından bahsetmek gerekir. Bilindiği gibi Erdemir’deki kamu payı (%46,12 + %3,17), 4 Ekim 2005 tarihinde yapılan açık arttırma neticesinde OYAK tarafından yaklaşık 3 milyar dolara satın alındı. Bir özel sektör kuruluşu olan Erdemir’in, 1960 askerî darbesinin ardından kurulan, bir özel sektör kuruluşu olmaktan uzak, Genel Kurul üyeleri “Milli Savunma Bakanı, Maliye Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Kumandanları veya Kurmay Başkanları, Jandarma Genel Kumandanı veya Kurmay Başkanı, Sayıştay Başkanı…” gibi otoritelerden oluşan ve kuruluş kanunu gereği “Kurumlar Vergisi, Veraset ve İntikal Vergisi, Damga Vergisi, Gider Vergisi” gibi yükümlülüklerden muaf tutulan bir kuruluş tarafından satın alınması, başlangıçta yapılan özelleştirme tanımı ve dünyadaki benzer uygulamalar açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Halim Sırçancı