TÜRKİYE’DE özelleştirmelerin tarihini 24 Ocak 1980 kararları ile başlatabiliriz. Ekonominin yönünü neo-liberal politikalara çeviren 24 Ocak kararları, Kamu İktisadî Teşebbüslerinin (KİT) tasfiyesini er ya da geç zorunlu kılacak bir dönüşümün ilk adımıydı. Zira, neo-liberal ekonomi politikalarının öncelikleri arasında ekonomide devletin ağırlığını ve etkinliğini en aza indirmek yer alıyordu. Dolayısıyla, başta İMF ve Dünya Bankası olmak üzere Washington merkezli küresel örgütler vesayetinde yürütülen ekonomik-liberalleşme sürecinin köşe taşlarından birisi özelleştirmeler oldu. Ne var ki, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca özelleştirmeler konusunda ciddi bir mesafe alınamadı. Ekonomik ve siyasî istikrarsızlık, bürokratik direnç, kötü yönetim ve beceriksizlik, stratejik plan eksikliği özelleştirmelerin önünü tıkayan başlıca faktörler oldu. 90’lı yıllarda ve 2000’in başında yaşanan krizler de bu sürece ağır bir darbe vurdu.
Kasım 2002’de tek başına iktidara gelen AKP, Acil Eylem Planı’ndan başlayarak özelleştirmeler konusunda kararlı bir tutum ortaya koydu. Hükümetin, İMF’yle yürütülen ekonomik programdan taviz vermeyen tutumu da, özelleştirmeler konusunda kararlı olduğunun bir işaretiydi. Ancak, 2003 ve 2004 yıllarında ekonomik programın diğer kalemlerinde gösterdiği başarılı performans, özelleştirmelere pek yansımadı.
Özelleştirmeler açısından dönüm yılı 2005 oldu. Şubat ayında araç muayene istasyonlarının 20 yıllık işletme hakkının 613,5 milyon dolar karşılığında Akfen-Doğuş-TÜV Süd Ortak Girişim Grubu’na devredilmesini, en önemli kamu kuruluşlarının birbiri ardına özelleştirilmesi izledi. Atatürk Havalimanı’nın 15 yıllık işletmecilik hakkı 3 milyar dolara TAV’a (Tepe-AkfenVie) verildi. Aynı grup, 755 milyon dolara Mersin Limanı’na da sahip oldu. Emekli Sandığı’na ait İstanbul Hilton Oteli 255,5 milyon dolara Doğan Grubu’na, TEKEL’e ait İkiz Kuleler ise 100 milyon dolara TOBB’a satıldı.
2005’in en önemli özelleştirme projesi kuşkusuz Türk Telekom’daki (TT) %55’lik kamu hissesinin blok olarak satılmasıydı. TT’nin %55’ine 6,55 milyar dolarla en yüksek teklifi veren Oger Telecom, böylece şirketin tamamına 11,9 milyar dolar değer biçmiş oluyordu. Bu yüksek fiyat, piyasalar ve hükümet tarafından çok olumlu karşılandı. Ancak, 1990’ların ortasında TT’nin %49’u için biçilen değer 15 milyar dolar civarındaydı ve o zaman bu parayla iç borçların yarısını ödemek mümkündü. Bugün ise, çok başarılı bir ihaleye rağmen TT’nin özelleştirilmesinden elde edilen 6,55 milyar dolarlık gelir, iç borçların ancak üç aylık faizini karşılayabiliyor.
Telekom’un özelleştirilmesini, Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu olan TÜPRAŞ’ın %51’lik yönetim hissesinin satılması izledi. TÜPRAŞ ihalesini, 9 firma ve konsorsiyum arasında 4 milyar 140 milyon dolarla en yüksek teklifi veren Koç-Shell ortaklığı kazandı. 1990 yılında özelleştirilme kapsamına alınan TÜPRAŞ’ın %34,24 oranındaki hisseleri, 2000 yılına kadar yurtiçi ve yurtdışı piyasalarda halka arz edilmişti. Ocak 2004’te geriye kalan %65,76 oranındaki kamu hissesinin blok olarak satıldığı ihaleyi 1 milyar 302 milyon dolarla Tatneft-Zorlu Grubu kazanmış; ancak Petrol-İş Sendikası’nın açtığı dava sonucu Danıştay bu satış işlemini iptal etmişti. Geçtiğimiz Mart ayında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) yerinde bir kararla, %51 oranındaki yönetim hissesini ayırarak, satış bedelini etkilemesi beklenmeyen %14,76’lık hisseyi borsada aracı kurumlar vasıtasıyla ihaleye çıkarmış ve bu hisseler 446 milyon dolar karşılığında yabancı fonlara satılmıştı.
TÜPRAŞ’ın değerinin 1,5 yıl gibi kısa bir sürede 4 katına yükselmesi zihinlerde soru işaretleri bıraktı. Ancak, bunun basit bir cevabı var. Şirketlerin değeri kabaca gelecekte beklenen getirilerinin piyasa faiz oranları üzerinden bugüne iskonto edilmesiyle bulunuyor. Türkiye ekonomisindeki büyümenin sürdürülebilir bir çerçeveye oturduğunun anlaşılması, AB ile ilişkilerin olumlu bir şekilde seyretmesi gelecekte beklenen getirileri artırmış; faizlerin düşmesiyle de iskonto oranında düşüş yaşanmış ve bu da son dönemde Türk şirketlerinin değerinde genel bir artışa yol açmıştı. Her şirket bu gelişmelerden farklı ölçekte etkilendiği gibi, KİT’ler de bu olumlu gidişattan nasibini aldı. Ayrıca, TÜPRAŞ örneğinde olduğu gibi küresel ölçekte rafineri ihtiyacının artmasına benzer konjonktürel faktörler de şirketin değerinin artmasına katkıda bulundu.
TÜPRAŞ’ın ardından 2005’in en tartışmalı özelleştirme projesi olan Galataport ihalesi yapıldı. Galataport, en iyi ödeme teklifini sunan İsrailli Ofer kardeşlerin başını çektiği bir ortaklığa 49 yıllığına kiraya verildi. Grup, devlete 49 yıla yayılan bir plan içerisinde toplam 4,3 milyar dolar ödeyecekti. Rahmi Koç’un “ödeme planının bu kadar uygun olduğunu bilseydim, ihaleye ben de girerdim” sözleri ve sonrasında Başbakan’ın Ofer kardeşlerle görüşmesine ilişkin çelişkili açıklamaları ortalığı karıştırsa da, Galataport ihalesinin de diğerleri gibi şeffaf bir süreçte gerçekleştiği ve herhangi bir usulsüzlüğün söz konusu olmadığı ortadaydı.
Son olarak, dünyanın 13. büyük demir-çelik işletmesi olan Erdemir’in %46,12 oranındaki hissesi 4 Ekim günü gerçekleştirilen ihalede 2 milyar 770 milyon dolarla en yüksek teklifi veren OYAK’a satıldı. Böylece 2005 yılının ilk 10 ayında, TMSF tarafından yapılan satışlar dışarıda tutulursa, yaklaşık 20 milyar dolar değerinde özelleştirme gerçekleştirildi. Bu rakam, 1985-2004 yılları arasındaki toplam özelleştirme gelirlerinin yaklaşık bir buçuk katı. Son dönemde yapılan özelleştirmelerin geçmişten tek farkı, birçok önemli kamu kuruluşunun beklenenin üzerinde değerlerle satılmış olması değil. Tümüyle şeffaf bir süreç içerisinde ve prosedürlere uygun olarak gerçekleştirilen özelleştirmelerde, sürat ve neticeye ulaşma bakımından da geçmiş dönemlere kıyasla ciddi bir fark ortaya konuldu.
Özelleştirmenin felsefî arka planını ve bu konuyla ilgili ideolojik tartışmaları bir kenara bırakırsak, son dönemde gerçekleştirilen özelleştirmelerin Türkiye’deki mevcut ekonomik koşullar altında doğru bir adım olduğunu söyleyebilir miyiz? Özelleştirme gelirleri, İMF ile imzalanan Stand-by anlaşmasıyla da karara bağlandığı gibi borç ödemesinde kullanılıyor. Türkiye’nin 330 milyar YTL’ye ulaşan bir iç borç stoku var ve bu borcu çevirebilmek için %15 gibi çok yüksek bir faiz oranı üzerinden sürekli borçlanmak durumunda. Özelleştirme gelirleriyle borç stokunun azaltılması, hem gelecekteki faiz ödemelerini azaltıyor, hem de Türkiye’nin kredibilitesini artırarak faizlerin düşmesine katkıda buluyor. Bu şekilde elde edilecek tasarruflarla bütçe içerisinde sosyal harcamalara, yatırımlara ve transferlere ciddi miktarda bir kaynak aktarılabilir. Nitekim, faiz giderlerindeki azalma sayesinde 2005 Ocak-Eylül döneminde geçen yıla kıyasla bütçedeki cari transferler %25, sermaye yatırımları %41 oranında artırılabilmiştir.
Özelleştirmeleri haklı kılan bir diğer gerekçe ise KİT’lerin durumu. Hükümetlerin bu şirketler üzerindeki doğrudan siyasî kontrol imkanları nedeniyle KİT’ler rant çevrelerinin gözde mekânları konumuna gelmişti. Bir kişinin yapabileceği iş için beş kişinin çalıştırılması, ödenen astronomik ücretler, ihalelerde, işe alımlarda, terfilerde yapılan usulsüzlükler ve yolsuzluklar nedeniyle KİT’lerin uğradığı zararlar, ya vergiler artırılarak ya da sosyal harcamalar kısılarak dolaylı veya dolaysız olarak halkın sırtına yüklenmişti.
Sonuç olarak, bu yıl içerisinde ekran başında hep beraber takip ettiğimiz özelleştirme dizisi, hükümetin yoğun emeklerine rağmen, aslında “bir AKP yapımı” değildir. Özelleştirmeler, yazının girişinde de belirtildiği gibi, Türkiye’nin yıllar önce tercih etmiş olduğu ekonomi-politik modelin, onun da ötesinde bir dünya görüşünün kaçınılmaz bir sonucudur.
Paylaş
Tavsiye Et