Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2005) > Yüzleşiyorum > Sodom ve Gomore; Türkler kim, Türkiye nere?
Yüzleşiyorum
Sodom ve Gomore; Türkler kim, Türkiye nere?
Mustafa Özel
YAKUP Kadri bugün yaşıyor olsa Sodom ve Gomore’yi yazmaya gerek duymazdı. Yaşananın ayrıca yazılmasına gerek var mı? 2000’lerin Türkiye’si, 1920’lerin İstanbul’undan daha ağır bir işgal altında. Sadece kafalar değil, ruhlar da satışa çıkarılmış. Kelepir fiyata kapatılan köşe yazarları, sözlüklerinden hak kelimesini atmış televizyon yorumcuları, ruh ve vicdanları pörsümüş akademisyenler, yanaşma zihniyetli eski diplomatlar… Hepsinin sığındığı kale: Gerçekçilik! Gerçekçi olmazsak, ayakta kalamazmışız!!!
Sodom ve Gomore’nin Leyla’sı da son derece gerçekçidir. Nişanlısı Necdet’i sık sık atlatıp, genç ve yakışıklı İngiliz zabit Jackson Read ile ‘çıkmakta’dır. “Leyla’ya göre bu yabancı zabitlerle ahbaplığındaki gariplik ve uygunsuzluk, aslında bu gibi arkadaşlıkların garip ve uygunsuz oluşundan değil, sırf Necdet’in de onlarla beraber düşüp kalkmak istemeyişinden doğuyordu.” Necdet, “onlarla beraber düşüp kalkmak” istemiyordu, çünkü onlar “o kadar gururlu idiler ki, etraflarında dolaşan insanlara ve hele Türklere bakarken adeta bir hayvanat bahçesinde acayip kuş kafeslerini seyre çıkmış kimselerin tavırlarını takınıyorlardı.” Annesi, Captain Jackson Read’i Türkiye’ye uğurlarken, iki elini oğlunun omzuna dayayarak mahzun mahzun yüzüne bakmış ve şöyle dememiş miydi: Git! Allah yardımcın olsun! Fakat temiz olarak dönmeye çalış! Bu, o demekti ki, Türk kızlarına dokunmayacaksın! Bir Türk sofrasına oturmayacaksın! Gözlerini herhangi bir Türk’ün yüzüne sevgiyle çevirmeyeceksin!”
Ne var ki, şehvetperest İngiliz, Leyla’nın yanında bulunduğu anlarda “muhitini hiç yadırgamıyor, kendisini kendi memleketinde, kendi evinde, kendisine vaadedilmiş ve alnına yazılmış bir hayat arkadaşıyla yaşamakta sanıyordu.” Leyla içinse işin rengi başkaydı. Evet, bir yandan gönül eğlendirmek istiyordu, fakat bir yandan da gerçekçi olmak, ailenin çıkarlarını gözetmek zorundaydı. Bunu nişanlısına şöyle açıklıyordu:
“Sen de bu ‘klik’e girsen, göreceksin ki, aramızda basit ‘mondanite’ gereklerini aşan hiçbir şey yoktur. Bu kadarını da yapmaya gelince, Neciciğim, elimde değil; eğlenmek istiyorum. Bu benim yaşımın hakkıdır. Sonra… Sonra, biliyorsun, babamın her işi yabancılarladır. Bu muhitteki bağlarını devam ettirmek onun için bir parça da geçim meselesidir. Bu hususta kendisine nasıl karşı koyabilirim? Günün birinde kendi evimiz olduğu vakit istediğimizi kabul ederiz, istemediğimizi etmeyiz. Fakat şimdi, seçme veya red hakkı bende değildir.”
Leyla haksız mıydı? “Kendi evi olmayanların” seçme veya ret hakları olabilir miydi? Şu satırları yazdığım saatte bile, Türkiye’nin “en dindar” televizyonunda, Leyla gibi evsiz (vatansız) iki köşe yazarı Türkiye’nin seçme veya ret hakkının olmadığını, ABD’nin Orta Doğu (ve bütün dünya)daki operasyonlarına hiçbir gücün karşı çıkamayacağını, Kaddaficilik veya Saddamcılığın Türkiye’ye çok pahalıya mal olacağını söyleyip göz korkutuyorlardı. Onları dinlerken, Yakup Kadri’nin romanını Ahdi Atik’ten ayetlerle süslemesini daha iyi anlıyorum: “Her fahişeye ücret verirler, lakin âşıklarının cümlesine sen ücret verirsin ve her taraftan gelip senin ile zina etmeleri için onlara rüşvet verirsin.” (Hezekiyal 16)
 
Dolar, Petrol ve Hegemonya
1920’lerde İngilizler İstanbul’da ne arıyor idiyseler, 2005’te Amerikalılar Bağdat’ta onu arıyorlar. Aranan ne Saddam’dır, ne kitle imha silahları. Zaten Irak’ta nükleer silahlar olsaydı, Amerikalılar saldırıya geçemez, böyle bir şeyi göze alamazlardı. Bu tür silahların mevcut olmadığından kesinlikle emin olduktan sonra saldırdılar. Amerikan çetelerinin Afganistan ve
Irak’ta, (belki yarın Suriye ve İran’da) ne aradığını sorduğumuzda, birbirleriyle çelişkili gözüken, fakat belki de birbirlerini tamamlayan birkaç açıklama tarzıyla karşılaşıyoruz.
Bir açıklamaya göre, Amerikan yönetimi küreselleşmiş kapitalizmin işleyiş mantığına direnmektedir. Sonuçsuz kalmaya mahkûm bir direniştir bu, zira –tabiatı gereği kısa ömürlü olan- hegemonyanın sona ermesini önleyemez. Olsa olsa, çok yüksek bir maliyetle geciktirebilir. Aslında bu geciktirme süreci 1971-73 operasyonlarıyla başlamıştı: Uluslararası para sisteminde ve petrol fiyatlarında Amerikan yönetiminin yol açtığı üst üste şoklar, hegemonyayı bir çeyrek yüzyıl uzatmış oldu. İkiz Kulelerin havaya uçuruluşunun ardından başlayan Afganistan ve Irak işgalleriyle ikinci uzatma devresine girdik.
Modern Avrupa tarihi, iki tür ‘büyük güç’ arasındaki üstünlük mücadelelerinin tarihi olarak özetlenebilir. Büyük güçlerin bir türü hegemonyaya, diğeri imparatorluğa meyletti. Bu eğilim, sistem çapında (giderek dünya çapında) savaşlara yol açtı: İspanya (Habsburg)-Hollanda; Fransa-İngiltere; Almanya-Amerika savaşları gibi. Birinciler imparatorluk, ikinciler hegemonya peşindeydiler. Ve topyekûn bir sistem olarak kapitalizm, hegemonya mantığına daha uygundu. Çok daha güçlü görünseler de, birinciler hep kaybetti, ikinciler hep kazandılar.
İmparatorluk, bir sosyal sistemi tek politik çatı altında toplamak; hegemonya ise, siyasî yapıları bağımsız bırakıp, sadece sistemin işleyiş kurallarını koymaktır. Tabiatıyla, kuralı koyan kendine yontar. Hegemonik güçlerin hepsi liberaldir; çünkü serbestiyet en büyük kazancı en güçlü olana sağlar. 19. yüzyıl kapitalizminin kurallarını İngiltere, 20. yüzyılınkini ABD koydu. Buna rağmen İngiliz hegemonyası altmış yıl (1815-75), Amerikan hegemonyası otuz yıl (1945-75) sürebildi. 1870’lerden sonra İngiltere, 1970’lerden itibaren de ABD “hegemonya çöküşünü geciktirme” telaşına kapıldı. Hâlâ o telaşın etkisi altındayız.
ABD’nin ilk operasyonu, uluslararası para sistemine yönelik oldu. Dünyadaki tüm para birimleri dolara, dolar ise altına endeksliydi. Bir ons altın 35 dolardı ve Amerikan Hazinesi 35 dolar getirene bir ons altın vermeyi taahhüt ediyordu. Ne zaman ki Batı Avrupa ve Japon ekonomileri gelişti, sistem bel vermeye başladı. Alman, Fransız ve Japon şirketleri dünya pazarına mal satıp dolar kazandıkça, ticaret fazlalarının bir kısmı ile altın almaya başladılar. Bir yandan ABD dışında dolar banknotlar artmaya, diğer yandan ABD’de altın miktarı azalmaya başladı. Ve mal satıp dolar kazanan yeni ülkeleri derin bir kuşku sarmaya başladı: Acaba bu dolarların altın karşılığı var mı? Rivayet o ki, Fransa devlet başkanı de Gaulle bir uçak dolusu dolarla Washington’a uçtu ve Başkan Nixon’dan şu cevabı aldı: “The gold window is closed!” (Altın gişesi kapandı!)
Ocak 1970’te, diyelim 1 milyar dolar para rezervi olan bir ülke, bu parayla 889 ton altın alabiliyorken, Aralık 1974’te (altının onsu 184 dolara çıktığından!), aynı parayla ancak 169 ton altın alabiliyordu. Bu beş yıl boyunca, ortalama 1 milyar dolar banknot rezerv bulundurmak zorunda kalan bir ülkenin altın cinsinden kaybı tam 720 ton oldu. Dünya bu büyük kazığın şokunu atlatamadan, ikinci şok geldi ve petrol fiyatları tırmanmaya başladı. Petrol fiyatları katlanınca da, girdi maliyetlerinde büyük bir artış oldu ve şirketler satışta zorlanmaya başladılar. (Petrol fiyatlarındaki yükselişi Suudi kralı veya İran şahının eseri saymak safdilliktir. Yıllar sonra, Amerika’ya hizmetlerine karşılık petrolden birazcık fazla pay almak isteyen Saddam’ın başına neler geldiğini hep beraber gördük!)
 
Egemen Sermaye ve Tetikçi Fiyatlar
Ancak, ne yeni para sistemi, ne de yüksek fiyatlı petrol Batı Avrupa ve Japon ekonomilerinin yükselişini durdurabildi. Sonra bunlara diğer bazı Asya ülkeleri ve Çin katıldı ve 2000’lere gelindiğinde Amerikan hegemonyası tam anlamıyla sona erdi. Amerika’nın önünde iki ana yol vardı artık: Manevî bir yenilenme ve onun sonucu olabilecek yeni toplumsal düzenlemelerle, küresel sistemde yine etkili fakat birinci sırada olmayabilecek bir rol üstlenmek. Yahut, çöküşü gururuna yedirmeyip, askerî üstünlüğüyle hegemonyasını uzatmak. Tabii, iş askerî alana kayınca, yeni üstünlük modelimizin mantığı hegemonyadan imparatorluğa kaymış oluyor. ABD, hegemonyasını sürdüremediğinden, daha doğrusu, hegemonya tabiatı gereği sürdürülebilir olmadığından, imparatorluk kurmaya çalışıyor.
Küreselleşen veya ulus-ötesileşen (transnasyonel) sermaye, imparatorluk projesine iyi gözle bakmaz. Sermaye, birikim peşindedir. Birikim, kârla olur. Kâr marjı daralınca, sermaye vatan değiştirir. Amerika’dan Avrupa’ya, Asya’ya, Afrika’ya kaçar. Ana yurdunu elbette tam terk etmez; güçlü bir sigortaya ihtiyacı vardır. Fakat bütün dünyanın bir tek siyasa altında toplanmasını da arzu etmez; çünkü bu durumda ilave kârın büyük kısmını siyasî elitle bölüşmek, daha doğrusu aslan payını onlara terk etmek zorundadır. İmparatorluk projesini olsa olsa silah şirketleriyle petrol şirketleri destekler.
Ne var ki, başka bir bakış açısıyla, bugün emperyal girişimlerin ‘egemen’ (dominant) sermayenin bütünü için yararlı, hatta vazgeçilmez olduğu ileri sürülebilir. İmparatorluk girişimi petrolden uzak bir bölgede olsaydı bugünkü sonuçları doğurmazdı. Dikkat edilirse emperyal güç (ABD) gözünü ana petrol bölgesi olan Orta Doğu’ya dikmiştir. Operasyonların başladığı bir iki yıllık dönem içinde petrol fiyatları yine katlanmaya başladı. Bu artışın sebebi petrol arzındaki daralma (arz/talep dengesizliği) değil, çatışmalardan ötürü oluşan risktir. Risk ne ölçüde yükselir (veya abartılırsa), petrol fiyatlarıyla oynamak o kadar mümkün hale gelir.
Petrol fiyatları, tetikçi fiyatlardır. Bu özelliğinden dolayı, egemen sermaye petrolle oynamayı sever. Yüksek petrol fiyatları, ekonomik durgunluk içinde bile büyük şirketlere fiyat yükseltme imkânı verir. 1945-2005 arası dönemin ilk üçte birinde şirketler yatırımla büyüdüler. Savaş sonrası yıllarda, arz yetersiz talep yüksek olduğundan, ne imal ediyorsa sattılar ve yüksek kazançlar sağladılar. Sattıkça ve kâr ettikçe yatırım arzuları kabardı ve üst üste yatırımlar yaptılar. İkinci evre, arz kapasitesinin talebin çok üstüne çıkmasıyla başladı. Artık şirketler yatırım yoluyla büyümeyi (ve kârlılıklarını sürdürmeyi) değil, rakiplerini satın alma veya birleşme yoluyla büyümeyi tercih etmeye başladılar. Buna mecbur oldular. 1980 ve 90’larda bir şirket satın alma ve birleşmeler furyası başladı. Sadece ülke-içi ve ülkeler-arası değil, kıtalar-arası birleşmeler gündeme geldi.
2000’lere doğru bu furya da sönükleşti, birleşme veya şirket satın alma süreci doyuma ulaştı. Bütün dünyada değer (basit anlamıyla kâr), küçük sermayeden büyük sermayeye; ve üretim sermayesinden finans sermayesine kaydı. Kendimizi biraz zorlayarak diyebiliriz ki, artık dünyada bütün sermaye finans sermayesinden ibarettir. Üretim sermayesi kâr getirmiyor artık. Böyle bir ortamda, egemen sermayenin üretimde kalan kısmı ancak tetikleyici fiyatlar sayesinde kendi ürünlerinin fiyatlarını yükseltebilir. Petrol fiyatları bu yüzden sadece petrol şirketleri için değil, egemen sermayenin bütünü için can simidi olmuştur.
 
Türkler Kim, Türkiye Nere?
ABD’nin emperyal girişimi bir yönüyle küresel sermayeyi kısıtlayıcı; diğer yönüyle, sıkışan küresel sermayeyi kurtarıcı bir misyona sahiptir. Bu misyonun, Türkiye dahil birçok ülkede kendi muhipler cemiyetini kurması doğaldır. Doğal olmayan, bu cemiyetlerin kendilerini ‘millî’ addetmeleridir. Milliyetçi bir söylemle ülkeyi adeta ablukaya alan, medyanın büyük bir bölümünü kullanan bu ‘sahibinin sesi’ cemiyetler, hem millet, hem insanlık düşmanıdırlar. Hak’tan ve haklıdan yana olmayı gerilik; güç ve güçlüden yana olmayı ilerilik diye pazarlamaktan hiç sıkılmazlar. Ulusal çıkar dedikleri, tıpkı Sodom ve Gomore’nin Leyla’sının dile getirdiği gibi, patronlarının çıkarı ve kendi sefil ücretleridir. Millet çocuğu Necdet’lere adeta şunları söylemektedirler: “Sonra, biliyorsun, patronlarımızın her işi yabancılarladır. Bu muhitteki bağlarını devam ettirmek onlar için bir parça da geçim meselesidir. Bu hususta kendilerine nasıl karşı koyabiliriz? Günün birinde kendi vatanımız olduğu vakit istediğimizi kabul ederiz, istemediğimizi etmeyiz. Fakat şimdi, seçme veya ret hakkı bizde değildir.”
Kemal Tahir’in nefis ifadesini ödünç alırsak, bu medya tetikçilerinde yerli olma melekesi yoktur. Devlet Ana yazarı yıllar yılı, “zihnimizi ikinci bir melekeye, yerli olma melekesine alıştırmamız lâzım” deyip durdu. Yerli olma melekesine alışan zihin, her şeyden önce, içinde yaşadığı toplumun tarihî tecrübesini göz önünde bulundurur ve küresel sistemin güç odaklarının kendi milletine biçtiği yakışıksız rolü reddeder. Solcu olmanın adeta tarihe düşman olmakla bir tutulduğu bir devirde, Kemal Tahir şunları söyleyebiliyordu:
“Biz, çok büyük insan potansiyeline sahip, dünya imparatorluğu kurmuş ve bu imparatorluğu dünyada emsali bulunmayacak bir ustalıkla çekip çevirmiş bir milletiz. Bizi Filipin’e, Küba’ya, Mısır’a benzetmekte büyük hatalar vardır. Türk milleti son derece olgun, son derece sezgisi güçlü, belki bilgisi az, fakat sezgisiyle bilgisizliğini zaman zaman iyice örten bir toplumdur. Tarihsel insan birikimi bakımından katiyen başka milletlere benzemez bir toplumdur. Daha eskiden de, bütün entelektüellerin çok büyük namussuzlukları yuttuğu devirde, Türk halkları yutmamışlardır. Ne İttihat Terakki namussuzluğunu yutmuşlardır, ne de sonrakileri.”  
Türklük, biyolojik bir olgu, basit bir kan bağı değil; zihnini yerli olma melekesine alıştırmış olmanın adıdır. Kaotik bir evreden geçmekte olan küresel kapitalizmin kurmayları veya hegemonik konumunu sürdüremeyen ABD siyasî eliti Türkleri birer maşa, Türkiye’yi de atlama taşı olarak kullanmayı uygun görebilir. Muhipler cemiyeti maşalığa teşne, atlama taşı olmaya razı olabilir; seçme veya red hakkının kendilerinde olmadığını düşünebilir. Fakat bu toprakların altında bin yıldır yatmakta olan milyonlarca ecdatla beraber haykırıyoruz ki: Türkler, seçme ve red hakkı kendilerinde olan; güçlüyü değil haklıyı savunan; yanaşma olarak yaşamayı zillet sayan insanlardır. Türkiye, insan birikimi, ekonomisi ve siyaseti, sivil ve askerî bürokrasisi ile Türkleri bin yıl daha yaşatacak vatandır. Mandacılık yeni bir olgu değil, işgal İstanbul’undan beri aşinası olduğumuz bir sefilliktir. Bunlara ve patronlarına karşı topyekûn seferber olurken, Yakup Kadri’nin yine Kitab-ı Mukaddes’ten aktardığı şu sözlerle dua ediyoruz:
“Benim için kurdukları tuzaktan ve fısk işleyenlerin kementlerinden beni hıfz eyle. Şerirler kendi ağlarına düşecekler. Ben ise külliyen kurtulacağım.” (Mezamir 143.)

Paylaş Tavsiye Et