Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2006) > Toplum > Nasıl bildin baba?
Toplum
Nasıl bildin baba?
Mehmet Atar
“İLAHİ Mehmet, nereden de bulup uydurursun bu hikâyeleri!” dedi annem. Süpürgesini eline alıp yarım kalan işine devam etti. Süpürgesi, Nimbus 2000 filan değildi. Üstüne atlanıp uçulmuyordu da üstelik. Halının tozunu almaya yarıyordu o kadar.
Kafamın tası atmıştı. Bir şey uydurduğum yoktu. Hâlâ bugün görmüş gibi hatırladığım ve çok sevdiğim rüyamı anlatmıştım. Sene 1965 ya da 66 olmalı; henüz ilkokula başlamamıştım. Aynı rüyayı babama, ağabeyime, arkadaşlarıma, eve gelen misafirlere defalarca anlattım. Bugün dahi değişik vesilelerle anlatmaya devam ediyorum ki, okuduğunuz yazı o rüyadan mülhemdir.
“Yerliler, korkutucu savaş naraları atarak sığındığımız harabenin etrafında dört dönüyorlardı. Hepsi atlarına yarı çıplak binmişlerdi ve yüzlerinde savaş boyaları vardı. Bitmek tükenmek bilmeyen oklarını üstümüze yolluyorlardı. Üstümüze diyorum ama üstüm ve astlarım hepsi yerde cansız, toz toprak ve kanlar içinde yatıyorlardı. Bembeyaz afili kovboy şapkam, siyah meşin ceketim, pırıl pırıl parlayan mahmuzlarım, elimde revolverimle tek başınaydım. Harika bir atışla vahşilerden birini daha yere sermiştim ki, fişekliğimde hiç kurşunum kalmadığını fark ettim. O sırada yerlilerden biri mızrağını üstüme fırlattı. Ani bir refleksle geriye çekildim ve mızrağı daha havadayken yakaladım. Artık tek silahım vahşi, barbar, ilkel, gözü dönmüş Kızılderili’nin mızrağıydı. Gözü dönmüş yerlilerden daha onlarcası vardı; çok dikkatli olmalı, elimdeki tek imkânı çok iyi kullanmalıydım. Mızrağı elimle tarttım, nefesimi tuttum, en uygun zamanı kolladım ve bütün gücümle fırlattım. Mızrak bir vahşiden çıkıp bir ilkele, ondan çıkıp bir barbara, ondan çıkıp bir Kızılderili’ye, ondan çıkıp bir yerliye, ondan çıkıp bir teröriste, ondan çıkıp, bir Iraklıya, ondan çıkıp bir Suriyeliye, ondan çıkıp bir İranlıya, ondan çıkıp bir Afganlıya ondan çıkıp bir Doğuluya vs. saplanarak düzinelerce yerlinin her birini tarumar etti. Bembeyaz şapkamı elime aldım; bu ufak çatışma sırasında üstüme bulanmış tozları silkeledim, atıma atladım ve hiçbir şey olmamış gibi kafamda şapkam, ağzımda mızıkam, yoluma devam ettim.”
Annemin dudak bükerek ve pek de inanmayarak dinlediği hikâye “…ondan çıkıp bir teröriste…” cümlesine kadar tıpkısının aynısı olan bu rüyamdı.
Altını kalınca çizmeniz gereken bir cümle bu yazıda var ise, işte onu şimdi yazıyorum
Hangi filmi gördüğümü değil, ama bu rüyamı hatırlıyorum.
O zamanlar Freud Amca’yı tanımıyordum; bugün dahi tanıdığım söylenemez, ama yaşıtım birçok ufaklığın benzer rüyaları gördüğüne eminim.
Kim bilir kaç Ahmet, Mehmet, Osman, Ömer, Ali, Fatma, Ayşe, Zeynep memleketin dört bir yanındaki sinema salonlarından, yerlileri temizlemenin verdiği heyecan, gurur ve şuurla çıkıyorlardı. Filmin devamını bilet parası ödemeden sıcacık yataklarında getireceklerdi.
Tamam Karaoğlan da o yıllarda Camoka’nın canına okuyordu, kabul ediyorum; ama bilinçaltlarımız; koltukaltları kıllarla kaplı tipsiz yerlileri, boynunda mendili, belinde çift tabancası olan yakışıklı kovboy amcaların hizaya getirmesi hikâyeleriyle kodlanıyordu.
Ben kendi aklımca o kodu, onlarca yerliyi tek mızrakla haklayarak çözmüştüm.
Dahası var; henüz okumayı sökmemiştim ki, her haftabaşı gazete bayiine gider, Doğan Kardeş’i sorardım. Ağabeyim Ateş Kaptan’ın maceralarını bana bir solukta okurdu. Renkli kuşe kağıt ön ve arka sayfalarda ‘bizimkilerin’ kötülere karşı mücadelesi anlatılırdı. Ateştop adlı uzay gemisinin mürettebatı olan sarı saçlı mavi gözlü ‘bizimkiler’, hepsi kapkara giysiler içindeki kara suratlı, kara şapkalar taşıyan kötülerle havada, karada, denizde, uzayda kapışırlardı. Okumam yoktu daha; ama kötüleri şıppadanak tanırdım. Onlar, kara şapkalarında kızıl yıldız taşırlardı. İşleri güçleri ‘bizimkilere’ güçlük çıkarmaktı. Neyse ki sonunda kızıl yıldızlılar yenilirlerdi de rahat bir nefes alırdık. Erkek kahramanımızın ismi Steve miydi neydi, pek hatırlamıyorum. Ama bayan kahramanımıza Venüs diye sesleniyorlardı ki, güzelliği bugün dahi aklımdadır. Okumayı kısa zamanda sökmemde öğretmenim Mediha Hanım’ın olduğu kadar Venüs Hanım’ın da katkısı vardır.
Mediha Hanım’ın sinirlendiğinde saçlarımdan tutup kafamı masaya vurduğunu, hırsını alamayınca sivri topuklu ayakkabıyla bacaklarıma bacaklarıma vurduğunu hatırladıkça, Venüs Hanım’ın eğitim hayatımda daha köklü bir yere sahip olduğunu teslim etmek geliyor içimden.
Yerlilerden tiksinme ile kızıl yıldız gördüğüm zamanlar duyduğum ürkme hissi altı yaşımdan bana kalan bir mirastır.
Şimdi oğlum Ahmet, sekiz yaşında.
Bilgisayarda oyun oynamayı, film izlemeyi çok seviyor.
En çok Harry Potter’dan, sonra da Örümcek Adam’dan hoşlanıyor.
Yüzüklerin Efendisi’ni, Aslan Kral’ı ve Shrek’i defalarca izledi.
Büyüyünce de her nedense Amerika’ya, orası olmazsa İngiltere’ye gitmeyi çok istiyor.
Oraları çok güzelmiş; belki Örümcek Adam’a da rastlarmış.
Annesi “Hacca gideriz oğlum” dediğinde, cevap vermeyip tavana bakmayı tercih ediyor.
2042’de 45 yaşına geldiğinde Ahmet’in benzer bir yazı yazabileceğini tahayyül ediyorum.
Şöyle olabilir, pekala:
“Babam, Allah rahmet eylesin, değişik bir adamdı. Ben yedi yaşlarındayken ablamlarla beni Harry Potter serisinin ilk filmi olan Felsefe Taşı’na götürmüştü. Film başlamadan önce, ‘Çocuklar, bu filmleri para kazanmak için yapıyorlar. Bunu unutmayın, bir. İkincisi; “salla tılsımlı değneğini, istediğin her şey olsun; yok öyle şey, inanmayın” diye tembihlemişti. Ama daha filmin başında saçı sakalı birbirine karışmış bir adam çocukları toplayıp onlara, “Anneniz babanız size büyü yoktur diyecek, yalan; dünya büyü üstünde durur” dediğinde, babamın kıpkırmızı olduğunu hatırlıyorum. Harry Potter o filminde büyücülük okulunda saklanmış olan, Kötülüğün Efendisi’ni arıyordu. Babam bir sahnede, “hah” dedi, “kötülük, bu adamdan çıkacak”. Hâlbuki filmin en çelebi, en efendi, en nazik, en korkak tiplemesi oydu. Fakat hayret, babam bilmişti! Filmin sonunda o çelebi adam, sarığını yavaş yavaş çözüyor ve Kötülüğün Efendisi o sarığın altından çıkıyordu. Nasıl korktuğumu bugün bile hatırlarım. Eve gidince, “Baba nasıl bildin?” diye sormuştum. “Tecrübe oğlum” dedi; baktı ikna olmuyorum, “Filmdeki tek sarıklı olan, tek farklı olan, tek öteki olan oydu da ondan” dedi. Bazen namazdan sonra, taktığı sarığını çıkartırken, “Acaba Kötülüğün Efendisi sarığının altından çıkacak mı?” diye korkuyla beklediğimi hatırlıyorum. Ne zaman sarıklı birini görsem, içimi bir ürküntü hissi kaplar. Bu ürküntü yedi yaşımdan bana kalan bir mirastır. O günden sonra babam benim izlediğim filmleri izlemeye ve evimize gelen arkadaşlarına izlettirmeye başladı. Aslan Kral’ı, Shrek’i, Yüzüklerin Efendisi’ni, Harry Potter’ı izlettiğini hayal meyal hatırlıyorum. Aslan Kral’da iktidarı ele geçirmeye çalışan kötü çöl aslanı Skar’ın sırtlanlarla yaptığı konuşma sahnesini seyrettirirdi. Skar’ın yeşil bir mağarada, alevler içinde yaptığı dehşet dolu konuşma bir ‘hilal’in gölgesinde tamamlanıyordu. O sahnede, “Burada ne var oğlum?” diye sorduğunu hatırlıyorum. “Ay, kötü aslan, bir de sırtlanlar var” demiştim. Babam, “Ay, ama nasıl bir ay?” deyince büyük ablam, “hilal” cevabını vermişti. Aynı soruyu Shrek filminde bana yine sordu. Filmin kahramanlarından Eşek, arkadaşı Shrek ile konuşuyor; ama Shrek o sırada hacetini gideriyor olduğundan onu görmüyorduk. Babam, “Oğlum, burada ne var?” dediğinde, “Kapı var baba” dedim. “Kapıda ne var?” dedi, “Ay var” dedim. Ablam yine “hilal” diye düzeltti. “Peki, o kapı ne kapısı?” diye sordu; ablamlarla ben, “tuvaleeet” dedik. Soruları niçin sorduğunu pek anlamıyordum; ama yüzünün ifadesinden canının sıkıldığını hissedebiliyordum. Yüzüklerin Efendisi serisinin son filmi Kralın Dönüşü de favorilerindendi. ‘Bizimkilerin’ yani sarışın yakışıklılarla fillerin karşılaştığı sahneyi gösterir; bir yerde filmi dondururdu. “Fillerin üstündekiler kimler?” diye sorardı. Herkesin, “Eee Araplar; ne var bunda?” diye umursamadan cevapladığını görünce küplere binerdi. “Anlaşılan hepiniz Aslan Kral’daki hakuna matata felsefesini benimsemişsiniz” diye kızardı. Küçük aslanın ve arkadaşı domuzun koşarak, zıplayarak söyledikleri hakuna matata nakaratı o zamanlar benim de dilimden düşmüyordu. Büyüyünce İngilizcesini öğrendim:
Hakuna matata!
It means no worries
For the rest of your days
Yeah, sing it, kid!
It’s our problem- free philosophy…
Hakuna matata!
Rahmetli, “Önümüzdeki elli yıl çok zor geçecek; şimdiden bunun hazırlığını yapıyorlar” der dururdu.
Etrafındakiler onun bu düşüncelerine çok gülerlerdi.
Bugünleri görseydi yine kendisine, “Nasıl bildin baba?” diye sormak isterdim.
Şimdi etrafımdaki yıkıntılara bakıp, içinde bulunduğumuz acıklı durumu görünce babamı çok daha iyi anlıyorum. Küçük oğlum Mehmet’e daha bir sıkı sarılıyorum.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Mehmet Atar