ALBERT Camus, 20. yüzyıla “korku çağı” demişti. Ona göre dünyada (aslında Avrupa’da) elli sene gibi kısa bir sürede o kadar şey yaşanmıştı ki, insanların rasyonel bir şekilde düşünmeye vakitleri bile yoktu. Bütün canlı varlıklar gibi onlar da tehdit ve tehlike karşısında korkuya kapıldılar. Korkuyu siyasî bir güç olarak kullanan liderler, korku rejimleri kurdu. Böylece korku ve siyasî güç, tam da Hobbes’un siyaset tanımına uygun bir nitelik kazandı. Hobbes modern siyasetin “güç istemi” ve “ölüm korkusu” üzerine kurulu olduğunu söylemişti. Ona göre devletin yegâne amacı, insanlığın “doğal durumu”nun en derin güdüsü olan ölüm korkusuna set vurmak, onlara bu dünyada güvenlik sağlamaktı. Devlet, korkuyu üreten değil, onu ‘yöneten’ bir kurum olacaktı.
Buradaki derin paradoksu görmek zor değil: Modern toplumun kurucuları, geleneksel toplumların temelsiz korkularına son vermek için mitolojiyi, hurafeleri, dini, kocakarı adetlerini rasyonellik ve bilimsellik adına reddetme yolunu seçtiklerinde korkusuz, akılcı, özgür bir toplum inşa edeceklerini düşünüyorlardı. Amerikalıların yanlış hesabının Bağdat’tan dönmesi gibi, modern dünyanın mühendisleri yanıldılar ve korkusuz bir toplum inşa etmek yerine yeni korkular ürettiler. Modern devlet bu korkuları besledi, derinleştirdi.
Türkiye de modern dünyaya kendi korkularıyla girdi. Osmanlı’nın son döneminin değişmez gündemi, devleti kurtarmaktı. Osmanlıcı, İslamcı, Türkçü yahut Batıcı bütün aydınların ortak paydası, her ne pahasına olursa olsun devleti kurtarmaktı. Burada devlet, pay-i tahtı, Osmanlı bürokrasisi ya da ordusunu değil, devletin temsil ettiği bütün değerleri, ilkeleri ve kolektif geçmişi ifade ediyordu. Osmanlı’da devlet sadece vergi toplamayı ya da sefere çıkmayı değil, aynı zamanda adaleti, barışı, asayişi, ahlaklı olmayı, ötekine saygıyı ifade ediyordu. Devleti kurtarmak, dini ve milleti kurtarmaktı.
“Kaçın, Hükümet Geliyor!”
Cumhuriyet bir devlet kurma olduğu kadar bir devlet kurtarma operasyonuydu. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında derin bir sürekliliğin bulunduğunu düşünenler belki bu noktada haklıdırlar. Fakat Cumhuriyet’in zihnindeki devlet fikriyle Osmanlı’nın devlet tasavvuru arasında keskin farkların olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Osmanlı’nın devleti, din ve millet üzerine inşa edilmiş bir yapı, hatta ülküydü. Merkeziyetçi modernleşmeyi ve etno-seküler milliyetçiliği ilke edinen Cumhuriyet mühendisleri, bu manada devletin içini boşalttılar; din ve milletin yerine, pozitivist bir sekülarizm ve nüansları olmayan dışlayıcı bir etnisizm koydular. Tepeden inmeci modernleşme ülküsünü benimseyen kadrolar zecrî tedbirlere başvurmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin din ve millet koordinatlarına yabancılaştı. 50’li yıllarda köye gelen bir kaymakamı gören çocukların “Kaçın hükümet geliyor!” diye bağırmasına şaşırmamak lazım.
Türkiye’nin modern dönemdeki korkularını bu iki temel konuya irca etmek mümkün: Din ve millet. Dün olduğu gibi bugün de Cumhuriyet mühendisleri, Türkiye’de dinin alanı genişlediğinde Cumhuriyet’in gerici bir rejim haline geleceği; etnik ve kültürel kimlikler kucaklandığında ise ülkenin üniter yapısının yok olacağı korkusunu taşıyorlar. Bu iki korku ve öngördüğü iki felaket (gericilik ve bölücülük), Cumhuriyet mühendislerinin bir tarafta seküler-modernleşmeci zihniyetini, öte tarafta etnisiteye dayalı ulus tasavvurunu ele veriyor.
Din, Medeniyet ve Türkler
Din korkusu, merkeziyetçi modernleşmecilik ve sekülarizm ile aşılmaya çalışıldı. İslam’ın yerine “medeniyetçi Türkçülük”ü ikame eden Cumhuriyet mühendisleri, “medenileştirme projesi”nin din sorununu kökünden halledeceğine kesin olarak inanmışlardı. Bu yüzden onları samimiyetsizlikle ya da birilerinin ajanlığını yapmakla suçlamak mümkün değil. Medeniyet, insanlığın en ileri safhasını temsil ettiğine göre, dinin yerine onu ikame etmek mantıklıydı. Türklüğün bekası, medeniyet dairesinde kalmasına bağlıydı.
Cumhuriyet’in medeniyetçiliği, aynı zamanda Türk Tarih Tezi’nin de temelinde yatıyordu. Buna göre Türkler bütün medeniyetlerin kökeninde bulunuyordu. Yunan, Hitit, Roma, Hint, ve diğer medeniyetlerin hepsini Türkler mümkün kılmıştı. Yani aslında ‘medeniyeti’ kuran Türklerdi. Bu medeniyet(çilik) vurgusunun arkasında, Avrupalılaşmaya karar vermiş Cumhuriyet elitinin buna makul ve meşru bir çerçeve bulma çabası vardı. M.Ö. 4. yüzyılda medeniyet Yunan kimliğini taşıyordu. Bugün o, Avrupa’dır. Yani, Peyami Safa’nın dediği gibi, Türkler Avrupalılaşarak kendilerinden uzaklaşmamakta, bilakis medeniyet projeleri bağlamında kendilerini yeniden bulmakta ve asıllarına dönmüş olmaktaydılar. “Beyaz Adamın Yükü” olan “medenileştirme misyonu” ile bu toplum mühendisliği arasında ne hazin bir benzerlik var!
Din ile milletin birbirinden kopartılması, dinin yerine Avrupa medeniyetinin, milletin yerine etno-seküler Türklüğün konması için yeni tanımların yapılması, yeni kurumların açılması kaçınılmazdı. 1912 yılında kurulan Türk Ocakları, amacını, Balkan Harbi’nin o zorlu günlerinde şöyle tanımlamıştı: “…akvam-ı İslamiyenin bir rukn-u mühimmi olan Türklerin milli terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve alasıyla ırk ve dilinin kemaline çalışmak…”
Fazla değil, 10 yıl sonra Türk Ocakları öyle bir noktaya gelecektir ki başkan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türk Ocağı’nı ‘Batıcı ve terakkiperver’ bir kuruluş olarak tanımlayacak ve ona “Batı’nın Doğu’daki temsilcisi” sıfatını yakıştıracaktır. Aynı Hamdullah Suphi, Birinci Millet Meclisi’nde Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak çalışan Necmettin Sahir (Silan) Bey’in 1921-1923 yılları arasında yaptığı “ilk meclis anketi”nin tek sorusu olan “kazanılacak olan milli istiklal mücahedemizin feyizdar ve semeredar olması neye mütevakkıftır” sorusuna şu cevabı verecektir: “Garp medeniyetinin beşeri bir medeniyet olduğunu idrak etmek İslam milletlerini mumya gibi içinden olmuş bir kalıp halinde tutan ve her şeye şümulü olan muhafazakarlığı terk etmeli. Memleketi aşar-i atika müzesi gibi canı çıkmış, köhne müessesatın, düşüncelerin mahfazası olmaktan kurtarmalı. Maarif namına yeniden baş gösteren irticaın ne korkunç bir hortlak olduğunu çok vakit geçmeden takdir etmeli… Ruhumuza vaazdan, edebiyattan, ağlar bir musikiden, mezarlık üstüne bakan köy, kasaba ve mekteplerden gelen mevt ve fena felsefesi yerine aşk-ı hayat ikame eden yeni bir felsefe sokmaya çalışmalı.”
“Kimse İşitmesin: Millet Düşmanınızdır”
Peki millet korkusu? Dinin bir ‘araz’ olarak gördüğü etnisiteler mutlak ve kurucu bir değer haline geldiğinde, öteki etnisitelerle çatışması kaçınılmaz hale gelir. Etno-seküler milliyetçiliğin tanımladığı Türklük, sadece İslam’dan kopartılmış değildir. O aynı zamanda ‘ağa ve şeyhlerin hükümranlığı altında terakki edememiş’, geri ve ilkel etnisitelere de karşıdır. Bu yüzden Cumhuriyet mühendisleri Anadolu sathında ‘Türk’ten başka bir şey görmek istemiyorlardı.
İdris Küçükömer’in aktardığına göre, Kurtuluş Savaşı sırasında Garp cephesi komutanı olan İsmet (İnönü) bir grup subaya yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “…İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz … Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır … kimse işitmesin millet düşmanınızdır”. Bu düşman tasavvuru, genç Türkiye devleti kurulduktan sonra da devam edecektir. Demek ki Cumhuriyet, milletin kendisinden korkuyor. Neden? Çünkü millet demek, bir tarafta din, öte tarafta etnisite ötesi bir kimlik demek. Millet demek, Cumhuriyet elitinin artık terk etmek istediği tarih demek.
1919’da kurulan ve ilk meclisin çekirdeğini oluşturan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, şu ilkeden hareket ediyordu: “… bilcümle anasır-ı İslamiye yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile hiss-i fedakari ile meşhun ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiye ve şeriatı muhitiyelerine riayetkar öz kardeştirler”.
İlk meclisin gizli oturumlarının birinde konuşan Mustafa Kemal ise şöyle diyecektir: “Suret-i umumiyede prensip şudur ki hudud-u milli olarak çizdiğimiz daire dâhilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i İslamiye yekdiğerine karşı ırkî, muhitî, ahlakî, bütün hukukuna riayetkar öz kardeşlerdir. Binaenaleyh onların arzuları hilafına bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa o da hudud-u milli dâhilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekü’l-menfaadir”.
Kısa sürede “anasır-ı İslam” olmaktan kurtarılan ve muasır medeniyetin bir azası olarak ilan edilen bu Türk milleti nasıl bir millettir? Buradaki ‘Türk’ hiç de zannedildiği gibi Kürt’ün ya da Arap’ın üstünde yahut Batı’ya meydan okuyan bir Türk değildir. Tarih ve mekan algısı daralmış, kendini muhayyel bir geçmişe ve yabancı bir geleceğe ait hisseden bir Türk milleti. Tanımı hâlâ yapılamamış, sabıkalı bir muasır medeniyete dâhil olabilmek için ne olduğunu bin yıllık bir tecrübeyle ortaya koymuş İslam medeniyeti havzasını terk etmesi öngörülen bir Türk milleti. Bugün bu Türklerin Laila’da vatan kurtaranlarına ‘beyaz Türk’, varoşlarda ömür tüketenlerine ‘Televole Türk’ü’ diyoruz!
Korkuyu Doğru Tanımlamak
Türkiye 20. yüzyılın neredeyse tamamını bu iki derin korkunun yol açtığı psikozla geçirdi. Kültürel geri kalmışlık sendromunu, tarihin dışına düşme korkusuyla birleştiren siyasî elitler ve aydınlar, tevarüs ettikleri din ve millet korkusunu daha da derinleştirdiler. Bugün korkuya korku ekleyen Türkiye, iç ve dış düşmanların tehdit algılamaları karşısında her gün biraz daha geriliyor ve “çılgınlaşıyor”. Son yıllarda tekrar nükseden komploculuk salgını, Türkiye’nin uluslararası sistem tarafından yok edileceği korkusundan besleniyor. Bu korkuya cevap veren sesler, “Çılgın Türkler”i daha da bir çileden çıkartıyor; onları herkesin ve her şeyin karşılarında ve düşman olduğu bir paranoyaya sürüklüyor. Oysa korkuyu yenmenin ilk şartı, onu doğru tanımlamak.
Amerikan Başkanı Roosevelt, 1930’ların zor günlerinde “korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” demişti. Fakat korku temel bir güdü olduğuna göre, ondan kurtulmaya değil, onu “idare” (manage) etmeye ve yönetmeye çalışmamız gerekiyor. ‘Korku yönetimi’ dediğimiz şey, önce neden korkmamız gerektiğini tespit etmemizi, sonra bu korku karşısında ne yapacağımızı belirlememizi ifade ediyor. Neden korkacağız? Türkiye’nin derin din ve millet kimliklerinden mi korkacağız? Yoksa bunlardan duyduğumuz korkunun bizde açtığı yaralardan mı?
Türkiye bugün hükümetiyle, aydınıyla, ordusuyla, medyasıyla, işadamıyla, akademisyeniyle bu sorulara doğru cevaplar bulmak zorunda. Türkiye’nin yeni siyasî dili, bu cevaplar üzerinde yükselecek. Kendinden korkmayan bir Türkiye, sahih korkularını yeniden keşfedecek. Ve belki de şöyle diyecek: Biz eskiden bir dostu incitmekten korkardık. “Yerin kulağı var” denildiğinde “vicdanımızın kulağı var” manasında bir şeyler anlardık. Birisinin “horozuna hışt!” deyince, komşumuzu incitmiş olmaktan korkardık. “Onlara öf bile demeyeceksin!” buyruğunu duyunca, anne-babayı incitmiş olmaktan korkardık. Biz eskiden Allah’tan korkardık. Din ve millet korkusunu yenmek için, neden niçin korktuğumuza selim bir akıl ve hür bir vicdan ile yeniden karar vermemiz gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et