SOĞUK Savaş dönemi boyunca kendisini öncelikle jeopolitik konumu ile tanımlayan ve Washington nezdindeki önemini de bu tanımlama üzerinden kazanmak isteyen Ankara, Demir Perde’nin ve ardından SSCB’nin hızlı çöküşü ile kendisinin Washington’un düşünsel planlarında ikincil, hatta üçüncül sıraya düştüğünü hissetti. 90’lı yılların başında İsrail kendisini güven içinde hissederken; Türkiye tam aksine bir güvensizlik ortamında buldu kendini. Bir yanda artan bölücü terör olayları, diğer yanda hem Kafkaslar hem de Balkanlarda istikrarsızlaşan yapı, bir de bunlara Suriye, Irak ve İran’dan gelen güvensiz mesajlar eklenince Ankara’daki karar alıcılar, Türkiye’nin hem Washington’da hem de Orta Doğu’da kaybolan önemini ikame edecek ‘dostlar’ aramaya başladı. Bu arayışın cevabı Washington’daki “Yahudi Lobisi” ile Orta Doğu’da ‘İsrail’ oldu.
Ofra Bengio, Çağrı Erhan, Amicham Nachmani, Gencer Özcan ve George E. Gruen gibi uzmanların araştırmalarından da anlaşıldığı üzere iki ülke arasındaki ilişkilerde özellikle Soğuk Savaş dönemi boyunca İsrail, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinde daha istekli davranan taraf oldu. Özellikle 50’lerin ortaları ile 60’ların ilk birkaç senesi arasında ikili ilişkiler oldukça derin bir yapıya büründü. Öyle ki İsrailli diplomatlar Ankara’nın güvenilirlik sıralamasında ilk başta bulunmaktaydı. Ancak Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte ikili ilişkileri geliştirme isteğinde roller değişti. Türkiye 19 Aralık 1991’de İsrail’le ilişkilerini ‘büyükelçilik’ seviyesine yükseltti; Kasım 1993’te Hikmet Çetin, Kasım 1994’te ise Tansu Çiller İsrail’i ziyaret eden ilk Türk dışişleri bakanı ve başbakanı oldular. Ne var ki ikili ilişkilerin esas dönüm noktası, 23 Şubat 1996’da dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Çevik Bir tarafından hükümetin bilgisi dışında imzalanan Askerî Eğitim İşbirliği Anlaşması’ydı. İsrail’in özellikle gizli kalmasını istediği bu anlaşmanın Türk tarafınca sızdırılması Orta Doğu gündemine bir bomba gibi düştü ve özellikle Arap ülkeleri tarafından tepkiyle karşılandı. Anlaşmanın açığa çıkmasıyla bölgede karşı-ittifak girişimleri hızlandı; ancak bu girişimler başarıya ulaşamadı. Her ne kadar anlaşma, içeriği açısından bir ittifak ya da askerî yakınlaşmayı yansıtmasa da, hem iki tarafın yetkililerinin yaptığı açıklamalar, hem de stratejik nitelikli ortak tatbikatlar ve iki ülkenin üst düzey yetkililerinin bir araya geldiği “stratejik diyalog” toplantıları, yakınlaşmanın normalden daha ileri bir boyutta olduğunu ortaya koydu. İkili ilişkiler, 1996’da imzalanan ticarî ve askerî anlaşmalarla çok boyutlu bir yapıya büründü.
İki ülke arasındaki sürece bakıldığında, yakınlaşmayı kolaylaştırıcı etkenin Orta Doğu barış sürecindeki ‘iyimser’ gelişmeler olduğu görülür. Yine iki ülkeyi birbirine çeken etmenler Türkiye açısından terörle mücadele, askerî modernizasyon projeleri, kitle imha silahlarının yayılması iken; İsrail için “Ufuk Ötesi Tehdit” olarak tanımlanan ve özellikle ülkenin doğusunda vücut bulan Uzak Menzilli Füze tehdidi (özellikle İran) ile İsrail Silah Endüstrisi için pazar arayışıdır. İki ülke yetkililerinin demeçlerinde “asıl çabamız güç kullanmak değil, caydırıcı rol oynayabilecek ortak güç yaratmak” olduğunu vurgulaması ise bu işbirliğinin güvenlik boyutunu öne çıkarıyor. Türkiye’de 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin başına kadar güvenlik öncelikli konularda girişim üstünlüğü elde eden askerî bürokrasinin iki ülke arasındaki ilişkilerde öncelikli olarak yer aldığı söylenebilir.
Bu yakınlaşmanın diğer bir ilgi çekici kısmı ise, özellikle Türk siyasîlerinin Washington ziyaretleri sırasında öncelikli uğrak yerleri arasına Yahudi lobi kuruluşlarının girmesi ve çoğunun bu kuruluşlardan çeşitli ödüller almalarıdır. Zamanla İsrail ve Washington’daki Yahudi lobileri ile ilişkiler Türk hükümetleri için bir “samimiyet testi” olarak görülmeye başlandı ve hükümetlerin söz konusu şıklara yönelik tutumları, dış politikalarının ya da iktidar kimliklerinin belirlenmesinde “litmus (turnusol) testi” oldu. AK Parti hükümetinin iktidarı ile bu ‘test’ ve ‘yorum’ sorunu doruğa çıktı. HAMAS ziyareti sonrasında basında çıkan yorumlar söz konusu sorun açısından anlamlıdır.
2000’li yılların başlamasıyla güvenlik işbirliğinin yanı sıra ekonomik ilişkiler de öne çıktı ve Gencer Özcan’ın deyimiyle ilişkiler “güvenliğin ötesi” bir görünüm kazandı. Türkiye ile İsrail arasında ekonomik ilişkilerin endüstri-içi ticarete olanak verecek şekilde gelişmesi ve özellikle turizm alanında Türkiye’nin İsraillilerin öncelikli tercihleri arasına girmesi, iki ülke ilişkilerinde sağlam bir zeminin doğmasına neden oldu.
Son on yılda Türkiye-İsrail ilişkilerinde öne çıkan bazı konular şunlardır: Her ne kadar önceliğini kaybetmiş gözükse de Filistin sorununun iki ülke arasında gerilimi devam ettirmesi, Kürt meselesi ve özellikle Kuzey Irak konusunda İsrail’in bölgeyle ilgili geçmiş politikalarından dolayı Türk kamuoyunda şüpheciliğin doğması, askerî modernizasyon ve diğer projelerdeki İsrail ağırlığının azalması -ki son örnekleri Manavgat Suyu ve Harpy insansız savaş aracı projelerinin iptalidir- ve askerî yakınlaşmaya kara kuvvetlerinin ortak eğitimlerinin de dâhil edilmesi. Geçtiğimiz aylarda İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’un Ankara ziyareti sırasında İsrail özel kuvvetlerine bağlı askerlerin Bolu ya da Hakkari Dağ Komando Tugayları içinde eğitim alması konusunda girişimlerde bulundu. Bilindiği üzere Bolu ve Hakkari Dağ Komando tugayları TSK’nın, terörizme karşı mücadele ve sınır ötesi harekat kabiliyetine sahip önemli birimlerinin başında geliyor. İkili ilişkilerde yeni bir boyut mu gelişiyor sorularını beraberinde getiren bu talep, eğer kabul edilirse, iki ülke kara kuvvetleri arasında eşgüdümün sağlanmasıyla birlikte güvenlik boyutunun eksik ayağının tamamlanacağı söylenebilir.
Öne çıkan diğer bir unsur ise, İsrail’le yakınlaşmanın Türkiye’ye itibar kaybettirmediği gibi özellikle proaktif dış politika ile de desteklenerek Arap ülkeleri nezdinde itibarının artması, hatta İKÖ Genel Sekreterliği’ne ilk kez bir Türk’ün seçilmesidir. Ayrıca Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin AK Parti iktidarı ile gerçekliğe dönüşmesi, iki ülke arasındaki yakınlaşmayı normalleştirirken, ilişkilerin öneminde herhangi bir eksilmeye sebep olmadı. AB ile müzakerelerde yol alan bir Türkiye’nin Orta Doğu politikasında daha etkin rol alacağı ve Filistin sorunu çerçevesinde “Quartet” (Orta Doğu Dörtlüsü) içinde İslam dünyasını temsil eden bir aktör olabileceği unutulmamalıdır. Bu yöndeki bir gelişme hem Türkiye’nin Filistin sorunundaki ‘arabulucu’ rolünü güçlendirecek, hem de İsrail’le ilişkileri daha sağlıklı bir zemine oturtacaktır. Son öne çıkan unsur ise NATO’nun “Akdeniz Diyaloğu” kapsamında İsrail’le Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’de ortak deniz tatbikatları düzenlemesidir. Güvenlik uzmanlarına göre NATO’nun muhtemel bir yapı değişikliği göstermesi halinde İsrail, NATO’ya üye olması muhtemel birkaç ülke arasındadır. İsrail’in muhtemel NATO üyeliği kapsamında bir gün belki İncirlik Üssü’nde İsrail jetleri ve askerlerini görmek şaşırtıcı olmayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et