Konuşan: Faruk Deniz
Hocam, Mimar Sinan kitabı fikri nasıl doğdu? Uzun süreden beri gündeminizde olduğunu biliyorum.
Gerek doktora ve gerekse doçentlik tezimi yazdığım dönemlerde, bir sanat eserinin vücuda getirilmesine, biçimlenmesine yön veren sanat iradesinin nasıl ortaya çıktığından bahsedilmiyordu. Mimarın bir işi hangi düşüncelerle yaptığı ile kimse ilgilenmezdi. Dolayısıyla, Sinan üzerine yazılanlar da çok basmakalıp şeylerdi. Taut’un Sinan’la ilgili yazdıkları bir istisnadır. Taut, Sinan’ın hangi mimarlık malzemesinden hareket ettiğini ve nasıl bir sanat iradesini ortaya koyduğunu anlatıyor. Fakat Taut da, hem tarihî zemini hem de inançları bilmediği için, bu iradenin kökenini anlayamıyor. Ben de bunun eksikliğinden şikayet edip duruyordum. Bundan 8-10 sene önce Ömer Uluç’un bir sergisinde Ahmet Ertuğ ile tanıştım. Daha sonraki karşılaşmamızda, “Sinan’ın eserleriyle ilgili fotoğraf çekmek istiyorum, ama bana neyi çekmem lazım geldiğini gösterecek insan bulamıyorum. Geçen hafta Sinan hakkında öyle şeyler söylediniz ki, şimdiye kadar kimse bunların lafını etmemiştir. Siz metni yazsanız, ben de fotoğraflarını çeksem, bir kitap yapsak. Ne dersiniz?” dedi. Kitabı yazmaya karar verdik; bir yayınevi ile anlaştı. Velhasıl bizim metnin nasıl olacağına dair fikir sahibi olmak istiyordu. Ben zaten yazmak istiyordum, 15-20 gün oturdum bir metin yazdım. “Evvela tercüme edilip, İngilizce basılacak. Sonra Türkiye’de basılacak.” dedi. “Olabilir.” dedim. Metnin ilk bölümünden tercüme için 10-15 sayfa verdim. Tercüme geldi. Olacak şey değil. O yanlış, bu yanlış. Türkçesi bunu anlatıyor, tercüme tersini anlatıyor. Derken, metnin başındaki bir paragrafı çıkartın, diyorlar. Orada, Sinan’ın bir Müslüman olarak yaptığı mimarinin, seçtiği dinin, inançlarının tersine değerler taşımadığını; onun mimarisinin İslamî inancı aksettirdiğini yazıyordum. Elbette, bu teklif kabul edilemezdi.
Sonraki girişim nasıl oldu?
Kitap uzun süre bekledi. Geçen sene Mustafa Armağan, “Albaraka Türk bu kitabı basmak istiyor. Ne dersin?” dedi. “Olur.” dedim. Metni verdim. Üzerinden beş-altı ay geçti. Basmak istediklerini bildirdiler. Çocuklarım Mehmet ve Emine Öğün fotoğrafları çektiler. Böylece Mimar Sinan kitabı ortaya çıktı. İngilizce tercümesi de hazır. Başta Arapça olmak üzere, birkaç dile daha çevirmek istiyoruz.
Kitabı okumaya başlayınca sanki Mimar Sinan’ın kendisi ile bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Büyük usta, her bir abidevî eserinin inceliklerini bizzat okuyucuya anlatıyor intibaı veriyor.
O tavır olmazsa insanlar sanat eserleriyle uğraşamazlar ki!
Dolayısıyla sıradan bir mimarlık ve sanat tarihi araştırma kitabı ile karşı karşıya değiliz.
Doğrusu, önsözde birkaç cümleyle de olsa bu tür yazılanları eleştiriyorum. Onlar, Sinan’ın eseriyle, okuyucuyu buluşturmuyorlar ki! Sinan’ın bir eseri nasıl düşündüğünü, nasıl geliştirdiğini, değişmeyi görüntü olarak nasıl verdiğini anlattığınız zaman, Sinan’ı ve eserini anlatmış oluyorsunuz. İkinci yanlış yaklaşım, Sinan’ın, gökten inmiş, tarih ve zaman üstü bir insan gibi anlatılmasıdır. Sinan’ı bu şekilde, yabancılar ve bir de Türkiyeli yabancılar anlatıyor. Halbuki Sinan’ın bütün bir kültürel oluşumun içinden çıkan bir insan olarak anlatılması gerekiyordu.
Nitekim kitapta da, Sinan’ın İslam’ın varlık, kozmoloji ve güzellik telakkisinin doğal bir sonucu olduğunu ifade ediyorsunuz. Bununla esasında İslamî bir mimarî olamayacağına ilişkin tezleri de reddediyorsunuz.
Tabii. Sinan’ı yazarken takip ettiğimiz yol, bu tezlerin boşluğunu göstermekti. Bir konuyu, gördüğümüz halde gündeme getirmedik: II. Beyazıt dönemi mimarîsi ile Sinan döneminin daha ayrıntılı bir karşılaştırmasını yapıp yapmama hususunda tereddütler yaşadım. Böyle bir karşılaştırma “Sinan’dan daha önemlileri varmış” dedirtebilirdi. O da doğrusu halkın ümidini kırmak olurdu. Şimdilik kalsın dedik. II. Beyazıt dönemi, müthiş davranışlara ve büyük bir ruh temizliğine dayanıyor. Bu dönemin mimarisinde bir tek fuzulî taş yok. Mesela, Edirne Beyazıt Camii, Sinan’a kapı aralayan büyük bir eserdir; romantik barok unsurlar ihtiva ediyor. Osmanlı camii planından hareket edilmiş ve yapısında birbirinden farklı ifadeler var. Yani bir iç oluşumun izlerini sürüyor. İslam, insanlara değişen şartlar altında nasıl davranmaları lazım geldiğini anlatıyor. Sinan’ın Müslümanlığı, Sinan’ın mimarlığının temelini teşkil ediyor.
Bir mimarın yaptığı iş ile dinî inançları arasında nasıl bir bağ var?
Bugün herhangi bir mimarlık veya sanat tarihi kitabını açtığınızda çoğunlukla şöyle yazılıyor: İslâm’ın özel bir sanatı yoktur. Müslümanlar, işgal ettikleri ülkelerin ustalarını, sanatkârlarını topladılar, çalıştırdılar. İslam sanatı diye söylenen şey bu. Tabii burada kötü niyete bağlı bir cehalet var. Peki, bu insanlar neden bizim yaptığımızdan farklı şeyler yapmışlar? Bütün insanlık tarihi boyunca neden bazı şeyler, hiç değişmeden devam etmemiş? Bugünkü kültürümüzün, bir gurur hissiyle eksiksiz olduğunu düşünüyoruz, devam edeceğini sanıyoruz. Bu tavır, acaba insanlık tarihini anlatmak için doğru bir tavır mı? Ama bunların farklı olduğunu görmek kâfi değil. Nasıl oluyor da yan yana yaşayan iki kavim, iki toplum birbirinden farklı şeyler yapıyor? Fark nerede var? Sosyal şartlarda yok, ekonomik şartlarda yok, tarihlerinde yok. Nerede fark var? Bu Müslüman, bu Hıristiyan. Sanat iradesi diye bir mefhum doğuyor. Demek ki bunlar farklı bir güzellik iradesine sahipler. Bunlar başka bir şeyi güzel diye tarif ediyorlar. Ötekiler de başka bir şeyi sanat iradesi olarak ortaya koyuyorlar. Ama şu da gözden kaçırılmasın: Benim yaptığım yahut başkasının yaptığı mimariyi, bir dine teması, bağlılığı yahut bağlı olmayışı açısından tenkit edip değerlendirirsek, çok iyi bir eseri, kötü bir yere koyabiliriz. Çok kötü bir eseri de iyi bir yere koyabiliriz. Üstüne dinî yaftası yapıştırılan ve onunla iyi gibi gözüken şey en büyük tehlikedir.
“Denge duygusu demek olan huzur, mesela Süleymaniye Camii’ndeki sivri kemerin iki kolunun dengesinde ortaya çıkar” şeklindeki ifadeniz, insanın biçimde öz arayışına işaret ediyor.
Eğer bir ruh halini arıyorsanız ve biçimler de size ruh hallerinden mesajlar sunuyorsa, o zaman, o biçimlerin o ruh hallerini nasıl verdiklerini nakletmek de görev oluyor.
Ona ait özü korumakla birlikte, her eserinde yeni bir üslupla karşımıza çıkan Sinan, neden kaba bir tekrara düşmüyor?
Doğrusu, o farklılığın kökenine işaret etmeye çalıştım. Kitabı okuyanlardan biri, “sürekli eserin bulunduğu yerin ayrıntıları ile başlıyorsunuz” dedi. Bir kere yerin, farklılaşmayı tayin etmede belirleyici bir etkisi var. Sinan, Zal Mahmut Paşa Camii’ni yaparken büyük seviye farkları olduğunu görüyor. Eyüp Sultan’ın, Haliç’in ve bir de İstanbul siluetinin varlığı, Sinan’ın, önceden var olan her şeyi kapsayan bir şema yöntemini benimsemesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, bu zorunlu ilişkiyi, o topografya içerisine, o ilişkiler sisteminin hiyerarşik düzenine yerleştirmeyi gerekli kılıyor. Sinan, meseleler karşısında nasıl tavır aldığının örneğini veriyor.
Eser karşısında “kalbin ürpermesi”ni mimarî olanın kıstası olarak zikretmiştiniz bir görüşmemizde. Selimiye’yi gören herkes bu ürpertiyi sanırım yaşıyor.
Orada dünyayı güzelleştirme iradesinin başarısını görüyorsunuz. Selimiye, İstanbul’dan ve diğer yönlerden Edirne’ye ulaşan yollardan görülebilecek şekilde ve de Tunca Nehri boyunca konutların sakladığı ihtişamlı mimarisini ani ve yeni veçheleriyle sunacak şekilde inşa edilmiş. İstanbul yolundan Edirne’ye girdiğinizde, yolun her iniş ve çıkışında, Selimiye muhteşem kubbe ve minareleriyle kâh kaybedilip, kâh yeniden fark edilen bir sembol olarak sizi karşılıyor. Caminin içerisine giren bir mümin de, camii sınırlarının ötesine uzanan sonsuzluğu fark eder.
En önemlisi de, kusur örtmek için hiçbir tezyinata ve israfa gidilmemiş olması. Bakışların düştüğü her boşluk, yeni bir anlamlar manzumesi sunuyor size. Bu tam da, her mimarî ayrıntının bir şahsiyeti olduğu tespitiniz ile ilgili olsa gerek.
Selimiye’de çok daha belirgin bir şekilde parçaların her birinin bir şahsiyeti var. Orada tek tek varlıkların bir bütünlüğü var; tıpkı insan topluluğunun tek tek fertlerden meydana gelmesi gibi. İslâm’da, Ortaçağ’daki gibi ferdiyetin günahkârlığı değil, ferdiyetin yüceliği esastır. Burada yüce fertlerden oluşan dünyayı tezyin eden bir güzellik var.
Sinan’ın Ayasofya ile yarış içinde olduğuna dair iddialar var. Siz onun Müslüman olması hasebiyle böyle bir büyüklük yarışına girmeyeceğini söylüyorsunuz.
İddiaların aksine, Sinan, Ayasofya’ya eklediği minarelerle, onu adeta kusurundan temizleyen bir tavır içerisinde bulunuyor.
Sinan’ın Türkiye dışındaki eserleri kitapta yer almıyor.
Bütün eserlerini ortaya koymak iddiasında olmadığımızı önsözde söylüyorum. Sinan’ın mimarlık sanatının nasıl bir sanat ilavesinin ürünü olduğunu göstermeye çalıştık. Sinan’ın geriye kalan yapıları, Avrupa ve Asya mimarlık tarihinin hakikaten eşsiz şahsiyetlerini oluşturuyor. Bugünün mimarisini değerlendirmek ve değiştirmek isteyenler için, orada zengin bir tarihî tecrübe var.
Bu kitap, Mimar Cansever’in, Mimar Sinan’a bir vefa borcu mu?
Demir Evleri’nde de, Tarih Kurumu Binası’nda da Sinan’dan öğrendiklerimden bir şeyler var. Sinan’ı gerçekten doğru anlamışsam, oradan doğru şeyler sahiplenmiş oluyorum; bu da benim işime yarıyor. Kim bakabiliyorsa kendini ona açıyor ve onu ‘sahibi’ kılıyor. Bu anlamda elbette Sinan’a vefa borcum var. Tabii, bu ülkeye ve onun kültürel mirasına da vefa borcumuz var. Sinan’ı ben bugünün gözüyle de görmeye çalışıyorum.
Sizin yapmış olduğunuz şey, geçmişle gelecek arasında bir muhavere, bir köprü kurma çabası aslında.
Tabii. Ne öğretiyordu, ne yapmıştı; değil mi? Yaptığım iş, aynını tekrar etme anlamına gelmez. Ama bu yapıları tartışma imkânı olmalı, bunun görülmesi gerekir. Müşahedelerimizin, bugünkü tefekkür hayatımıza bir katkısı olursa anlamı var. İslam’ın ve modern felsefenin hayata yansıyacak şekilde gündemde olması gerekir. Hakikaten, Asr-ı Saadet’te nasıl İslamiyet tartışılarak, yaşanan hayatın biçimi düzeltilip değiştiriliyorsa, aynı şekilde İslamiyet bugünkü yanlışlarımızı düzeltmek için de gündeme getirilmelidir. Ben mimarî vesileyle bunları söyleyince, birisi benim için, “Türkiye’nin en tehlikeli adamı” demiş.
İnşallah, bu “tehlikeli adam” tefekkürle yeniden tanışmamıza vesile olur.
Paylaş
Tavsiye Et