HİKÂYE bu ya, bir gün içerisinde matematikçi, fizikçi, kimyacı gibi bilginlerin bulunduğu bir grup Anadolu’ya, kışın şiddetli olduğu bir hafta, gezmeye giderler. Hava şartlarının gittikçe kötüleşmesiyle en yakın köye doğru yola koyulur, köyün hemen girişinde bulunan küçük bir evin kapısını çalarlar. Kapıyı yaşlı bir zat açar, yolcuların durumunu görünce hemen içeriye buyur eder, sobanın bulunduğu odaya yerleştirir; kendisi de üşüyen misafirlerinin içini ısıtacak sıcak çorba getirmek üzere mutfağa geçer. Sıcağın etkisiyle kendilerine gelen bilginlerden birisi, matematikçi, dikdörtgen odada sobanın bir köşede bulunmasına işaret ederek, odanın iyi ısınması için aslında hendesî açıdan sobanın dikdörtgenin köşegenlerinin kesişme noktasında bulunması gerektiğini söyler. Fizikçi ise sorunun yalnızca hendesî bir sorun olmadığını, odanın coğrafî yönünün, hava akışının vb. başka unsurların da dikkate alınması gerektiğini, dolayısıyla sobanın, iyi bir ısınma için, odanın kuzeye yakın bir noktası üzerinde bulunmasının elzem olduğunu vurgular. Bilginler arasında tartışma uzayınca, biyolog, bu kadar tartışmaya gerek bulunmadığını, evin sahibi geldiğinde kendisine sorulup niçin sobayı odanın bir köşesinde yerleştirdiğinin öğrenilebileceğini söyler. Bilginler biyoloğun bu teklifini kabul eder ve ev sahibinin odaya dönmesini beklerler. Ev sahibi içeriye girince her bir bilgin, sobanın herhangi bir köşede değil de, odanın neresinde bulunması gerektiğine ilişkin kendi teorilerini ayrıntılı bir biçimde anlatır. Açıklamaları dikkatle dinleyen ev sahibi, konuşmalar bitince şöyle der: “Dediklerinizden hiç bir şey anlamadım. Sobanın durumuna gelince, borum yoktu; ben de mecburen sobayı eldeki boruların elverdiği imkânlar çerçevesinde odanın bir köşesinde kurdum”.
İnsan türünün, ister nutkiyet faslından kaynaklanan doğal, isterse yaşadığı toplumsal şartlardan kaynaklanan kültürel olsun, çeşitli nedenlerle bir sorunu ele alırken müdrikesinde taşıdığı, daha önceki bilgi birikimine bağlı modelleri kullanması hani neredeyse kaçınılmaz kaderi gibi görünür. Sorun-merkezli düşünülmesi gerekirken, model-merkezli düşünmek, yine bir benzetmeyle, ölçüleri alınmadan bir kişiye elbise dikmeye benzer. Genelde yapılan elbiseyi ait olduğu kişiye göre dikmektir; kişiyi dikilen elbiseye göre biçimlendirmek -en azından bugüne kadar- tarihte görülmemiştir.
Öte yandan fertleri ne kadar değişik olursa olsun, bir insana elbise dikmenin genel bir formu/modeli vardır. Bu model genel olarak niteliklerden arındırılmış, sabit hendesî bir formdur. Bu forma nitelik kazandıran, her bir bireyin, kendi şahsî ölçüleri, bireysel özellikleridir. Örnekte genel hendesî form insanın türünün biçimi iken, niteliksel form insan türüne mensup her bir bireyin özel var-olma durumudur. Benzer biçimde bir odada soba kurmanın ve belirli bir yere koymanın genel bir formu vardır; ancak imkânlar bu genel formun gerçeklikte alacağı biçimi belirleyecektir.
Şimdiye değin verilen örneklerden anlaşıldığı üzere, insanın düşünmesi, genel form ile özel form arasındaki diyalektik/cedelî ilişkiye dayanır. Nitekim bir kişiye terzilik zanaatı belletilirken, ilk önce genel form/model öğretilir; ancak bu da özel bir form üzerinde tatbik edilerek gösterilir. Hiçbir terzi sabit bir hendesî formu sürekli, değişmeksizin üretmez; benzer biçimde yine hiçbir terzi genel formu bilmeden bireysel olana bağlı kalarak elbise dikmez.
Soba ve elbise örneklendirmelerinden hareketle işaret etmeye çalıştığımız genel form ile özel form ayırımı ve iş görmenin bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkiye bağlılığı, acaba topluma ilişkin sorunların çözümünde ne tür bir yere sahiptir? Bir kişinin, bir grubun veya bir sınıfın kendi inşa ettiği genel formu topluma dayatması, aslında topluma, ölçüsünü almadan elbise dikmeye benzer. Dikilen elbisenin giyilme mecburiyeti, ölçüler tutmadığında sıkıntı, giderayak zorlama yaratacak; itiraz eden kişi veya kişiler, forma, yasaya, ilkeye, artık adı ne olursa olsun, genel forma uymadığından ya dönüştürülecek ya da yok edilecektir. Örneğimiz üzerinden devam edersek, bireysel ölçüleri alınmadan kendisi için dikilen elbiseyi giymesi dayatılan kişiden zayıfsa kilo alması istenecek, şişman ise zayıflaması talep edilecektir; uzun ise ayakları veya kafası kopartılacak, kısa ise artık ne tür bir çare bulunursa bulunacak, bulunamaz ise, belki de ideal forma uygun olmadığından ortadan kaldırılacaktır. Genel formun dinî, ideolojik, siyasî, iktisadî, gerekçesi ne olursa olsun, olmaz-ise-olmaz/conditio sine qua non ideal form haline getirilip dayatılması, doğru form olarak bilimsel, iyi form olarak etik, güzel form olarak da estetik değer kazanması, meşruiyet sorunu çerçevesinde, bu ideal forma direnen insanları suçlu durumu düşürecek; ortadan kaldırılmalarını da kolaylaştıracaktır.
Yukarıda verilen örneklerle ihsas ettirmeye çalıştığımız genel form ile özel form ayırımı en güzel tıbbî ilâç yapımında müşahede edilebilir. Kadim tıbbî gelenekte bir hastalık için genel forma dayalı bir ilâç yapma tekniği olmasına karşın ilâç, her bir birey için bu genel form özel hale getirilerek üretilirdi. Kişinin cinsiyeti, yaşı, kilosu, hatta beslenme alışkanlıkları dikkate alınırdı. Bugün ise ABD’deki bir fabrikada genel forma uygun üretilen bir ilâç, Dünya’nın her yerinde, -veren doktorun mahareti dışında- hiçbir ayırım gözetilmeksizin kullanılmaktadır. Mekanik-maddeci-matematik zihniyetin doğal sonucu otomatik olmaktır: Model/form herşeydir. Bu yaklaşım yalnızca doğa’ya değil -ki artık doğa’nın da bir makine değil bir süreç, bir form değil bir örüntü olduğu tespit edilmiştir- kültürlere de tatbik edilmektedir. Maddî, manevî ve fikrî tüm insanî üretimler de üretildikleri bir yer’de genel form olarak kabul edilip Dünya’nın dört bir tarafında başka kültürler üzerinde uygulanmaktadır.
İster maddî ister manevî ister fikrî içerikte olsun, genel form ile özel form diyalektiği/cedeli dikkate alınmaz ise ortaya zulüm çıkar; adalet ise ikisinin de yerini bilmektir. Bu kavram çiftinden birisine ağırlık vermek çözüm değil sorun, hayat değil ölüm üretir. Güneş’i odasına giren ışık huzmesiyle tanımak ne kadar eksik’se yalnızca Güneş’e yönelmek de o kadar fazla’dır. Eksik olan da fazla olan da zulümdür; adalet orta-olan’dır; hem Güneş’e hem de muayyen bir zaman ve mekândaki ışık huzmesine beraberce dikkat etmek; başka bir deyişle hem genel formu bilmek, hem de özel formu tanımak çözüm için şarttır; çünkü genel formu bilmek çözüme sıhhat özel formu tanımak ise istikâmet verir. Böyle bir anlayışa ulaşmak, hayatın en genel formunu dikkate almakla mümkündür. Hayat’ın, hatta Varlık’ın en genel formu Hz. İnsan’dır. İnsan, hakikatü’l-hakaik’tir. Bu ilke’yi tek ilke, bu genel formu tek genel form, bu yasayı tek yasa kabul eden bir zihniyet, hem ölçü’yü hem de ölçülen’i, hem geneli hem özeli, hem sureti hem maddeyi birlikte dikkate alma becerisini gösterebilir. Gerisi, savaştır.
Paylaş
Tavsiye Et