AMERİKAN sinema sanayisinin kendi içinde bir yarışma ve ödüllendirme sistemi olan ve bir nevi bizdeki Altın Portakal’a tekabül eden ‘Oscar’, yaklaşık son on beş yıl içinde Türkiye’deki sinema çevrelerinin ve sinemaya kimi zaman magazin düzeyinde de olsa genel bir ilgi gösteren halkın gündemine oturdu. Oysa 1980’lerin ortalarına kadar sinema eleştirmenlerinin ve yazarlarının gözünde sanatsal bir boyut taşımayan ve magazin yanı daha ağır basan Oscar ödülleri, Cannes, Berlin, Venedik, Cesar, Locarno ve yine Amerika’daki Altın Küre ödüllerinin yanında esamisi bile okunmaması gereken, sadece ticarî sinemanın kendi içinde bir ‘hesaplaşma’ niteliği taşıyan bir organizasyondu. Yine o dönemde Oscar ödülleri, Amerikan Film Akademisi’nin, basını da büyük ölçüde devreye sokarak, sansasyonel, şaşaalı bir faaliyetle Amerikan sinemasını (Hollywood’u) hem kendi ülkesinde hem de bütün dünya ölçeğinde bir hatırlatma, yeniden popüler kılma eylemi olarak algılanıyordu. Fakat özel TV kanallarının da pıtrak gibi çoğalmasıyla, Türkiye’de Oscar geceleri, aynı Eurovision’da (yine popüler kültüre dair vasat bir faaliyet ama bu kez Avrupa’dan ve müzik üzerine) olduğu gibi, insanların uykusuz kaldığı ve gazete kültürü değerinde kitlesel bir ritüele dönüştü. Aynı çerçevede, yıldız oyuncuların birbirleri arasındaki ilişkileri öne çıkaran ve ortalama insanı ‘kültür’ malzemesi haline getiren Hollywood’un “yıldız sistemi”, bir filmin her şeyden önce oyuncularıyla hatırlanması olgusunu da baskın bir hale getirdi. Hâlbuki sinema sanatı ve kültürü açısından bir filme bakıldığında, oyunculardan çok, eserin elinden çıktığı yönetmenin o filmi temsil etmesi gerekirdi. Sonuç olarak, medyanın da desteğiyle İstanbul, Tahran, Kahire, Almatı, Saraybosna, Ugadugu, Temasya gibi diğer önemli festival ve ödüllerin önüne geçen Oscar ödülleri, tüketim kültürünün uzantısı olarak sinema ilgimizin önemli bir alanını işgal etmeye başladı.
Oscar törenlerinde zaman zaman ödüllerin dağıtımı ve dağılımı konusunda yaşanan çeşitli ihtilaflar da Oscar’ın aktüalitesini pekiştiren bir unsurdu. Mesela 1972’de Baba (Godfather) filmindeki rolüyle “En İyi Oyuncu” ödülünü kazanan Marlon Brando, Hollywood’un western filmlerinde Kızılderilileri yansıtış şeklini protesto ederek ödülü reddetti. 2000’de Amerikan hayat tarzına, tüketim toplumuna ve kapitalist sisteme radikal bir eleştiri getiren David Fincher’ın yönettiği Dövüş Kulübü (Fight Club), sadece “En İyi Efekt” dalında aday gösterilirken; en iyi film, en iyi yönetmen ve senaryo gibi daha önemli kategorilerde tam anlamıyla göz ardı edildi. 1999’da gerek ihtiva ettiği aşka, ölüme ve öbür dünyaya dair güçlü teması, gerekse ilginç özel efektleriyle Vincent Ward’un Aşkın Gücü (What Dreams May Come) isimli çalışması ise, ödüllerin yanından bile geçemedi. 1998’de Terrence Malick’in İkinci Dünya Savaşı’ndan varoluşsal bir enstantane sunan İnce Kırmızı Hat (The Thin Red Line) filmi, Sam Mendes’in Amerikan Güzeli (American Beauty) filmi karşısında devre dışı bırakıldı. 1994’te “En İyi Film” dalında, Frank Darabont’un bir olgunlaşma serüvenini işleyen Esaretin Bedeli (The Shawshank Redemption) adlı çalışması, güçlü rakibi Robert Zemeckis’in Forrest Gump’ı karşısında tercih edilmedi. 1979’da Robert Benton’ın Kramer Kramer’a Karşı (Kramer vs. Kramer)’sının, Coppola’nın Vietnam gerçeğini büyüleyici bir sinematografiyle anlattığı Kıyamet (Apocalypse Now) filminin varlığına rağmen “En İyi Film” ödülünü kazanması da ciddi tartışmalara neden oldu. 1978’de Alan Parker’ın meşhur Geceyarısı Ekspresi (Midnight Express) filmi, en iyi film(!) dalında aday gösterildi. 1976’da, John G. Avildsen’ın Rocky’sine, Martin Scorsese’in sıkı bir çıkış yaptığı Taksi Şoförü (Taxi Driver)’ne rağmen “En İyi Film” ödülü verildi. 1970’li yıllardan başlayarak 90’ların ortalarına kadar Amerikan kültürüne karşı getirdiği eleştirilerle sinema anlatımını ören önemli bir yönetmen olan Robert Altman ise, hiçbir zaman Akademi’nin büyük ödüllerinden birini alamadı.
Oscarlarda en iyi film dalında yabancı filmlere ödül dağıtıldığı da oldu. İngilizlerin ağırlıklı olduğu bu ödül “misafir ediş”leri arasında, 1962’de İngiliz David Lean’ın Arabistanlı Lawrence (Lawrence of Arabia), 1963’te İngiliz Tony Richardson’ın Tom Jones, 1968’de İngiliz Carol Reed’in Oliver!, 1981’de İngiliz Hugh Hudson’ın Ateş Arabaları (Chariots of Fire) ve 1987’de İtalyan Bernardo Bertolucci’nin Son İmparator (The Last Emperor) adlı çalışmaları kaydedilebilir. Yine en iyi yönetmen dalındaki ödül dağılımında Çek Milos Forman, İngiliz Richard Attenborough, Avustralyalı Mel Gibson, Polonyalı Roman Polanski ve Tayvanlı Ang Lee’nin de yabancılar hanesinde yer aldıkları gözlenmektedir. Bu sene Ang Lee’nin, homoseksüelliği işlediği filmi Brokeback Dağı (Brokeback Mountain)’nın birkaç dalda ödül alması ise üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak önemini korumaktadır.
Aslında belki de Oscar’ın en önemli sayılabilecek bölümü, dünya sinemasına bir kapı açmasından ötürü, “En İyi Yabancı Film” ödülleridir. Bu kategoride bu yıl ödül alan Güney Afrika filmi Tsotsi’nin yerine, Filistin’deki intihar eylemlerini sahici bir şekilde işleyen Hani Ebu Esad’ın Vaad Edilen Cennet (Paradise Now)’i tercih edilebilirdi. Günümüze kadar “En İyi Yabancı Film Ödülü” alanlar arasında, 2001’de Bosna’dan Danis Tanoviç’in Tarafsız Bölge, 1989’da İtalya’dan Giuseppe Tornatore’nin Cennet Sineması, 1983’te İsveç’ten Ingmar Bergman’ın Fanny ve Alexander, 1981’de Istvan Szabo’nun Mephisto, 1975’te Kurosawa’nın Dersu Uzala, 1961’de yine Bergman’ın Aynadaki Gibi, 1951’de Kurosawa’nın Raşomon ve 1949’da İtalyan Vittorio de Sica’nın Bisiklet Hırsızları adlı yapıtları sayılabilir. 1998’de bu ödüle aday gösterilenler arasında İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin çocuklara dair görsel bir senfonisi olan Gökyüzü Çocukları da vardır; ancak ödül, İtalya’dan Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir başlıklı filmine gider.
Bu sene 78’incisi dağıtılan Oscar ödülleri, Amerikan sinemasının dünya seyircisinin gözünde bir yeniden kabul görüşü şeklinde düşünülebilir. Ticarî işleyişiyle ve Oscar ödülleriyle Hollywood, popüler kültürün vazgeçilmez parçası haline gelmiştir ve bunu her daim pekiştirmeye çalışmaktadır. Amerikan sinemasının insan gerçeğini zaman zaman yakaladığı yadsınamaz. Ancak yine de kendi hissediş ve zihniyetimizin yoğurduğu medeniyet dairemizin, ne zaman kendine layık bir sinema platformu meydana getireceği sorusu zihinlerimizde yerini korumaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et