AVRUPA’DA yabancılara yönelik saldırı ve ayrımcılık haberleri gazetelerde giderek daha çok yer buluyor. Gün geçmiyor ki Kuzey Batı Avrupa ülkelerinde bu sorunu anlatan, irdeleyen ya da pekiştirip daha da derinleşmesini sağlayan haberler çıkmasın. Peki bunun sebebi ne olabilir? Avrupa devletlerinin yabancı olarak adlandırdığı kitlelere karşı süregelen bu nefret ve reddetmeyle karışık düşmanlığının ardında neler var?
Bu soruların cevabını hazır formüllerde bulmak pek kolay olmasa gerek. Fakat yoğun yabancı nüfusa sahip Avrupalı devletlerin son dönemde ortaya koydukları yeni düzenlemelerin mevcut nefret ve düşmanlığı körüklediğini söyleyebiliriz. İşin ilginç yanı ise, Avrupa’da özellikle Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da uzun süredir yaşayan farklı kökenlerden yabancıların (ya da etnisitesi mezkur ülkelerden birine ait olmadan orada yaşayan herkesin), şu sıralarda sorunların tek kaynağıymış gibi resmedilmeye çalışılması. Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin böyle bir projeksiyonla savunma refleksi içine girmelerinin ardında yatan sebepleri Almanya örneğinden yola çıkarak ortaya koyacağız.
Almanya’da en yoğun yabancı nüfusun Türkler olduğu malum. Bu nedenle alınan kararların doğrudan muhatabı, 60’lı yıllarla birlikte gelen “misafir işçiler”in (Gastarbeiter) çocukları ve torunlarından oluşan ikinci ve üçüncü nesiller. Diğer yabancı milletlerin de bu yeni düzenlemelerden etkilenmediğini söyleyemeyiz tabii. Fakat alınan her yeni kararın muhatabının Almanya ölçeğinde açıkça dile getirilmese de, ilk geldiklerinden bu yana Alman toplumuna ait olmadıkları düşünülen Türkler olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Türk kökenlilere yönelik uyum politikalarının başarısızlığa uğradığını gördükçe, kendi siyasetini gözden geçirmek ve muhtemel yanlışları düzeltmek yerine Alman yönetimi, yükü karşı tarafa devretme politikasını güdüyor. Son dönemde küresel işsizlik, Avrupa ve özelikle de Alman ekonomisindeki durgunluğa, gittikçe artan ekonomik sorunlar da eklenince Almanya, 40 yıl önce işçileri çağırmanın pişmanlığı içinde şimdilerde bu ‘hata’sını düzeltmek üzere yabancılara karşı siyasetini giderek sertleştiriyor.
Öte yandan güdülen bu siyasetin Alman toplumundaki izdüşümleri yetkilileri ürkütüyor. 2005 yılında, bir önceki yıla göre siyasî amaçlarla işlenen suçların %20 oranında arttığı görülüyor. Bu suçların yaklaşık %60’ı aşırı sağcılar tarafından işlenmiş ve tabii ki muhataplarının çoğunluğu da yabancılar. Kısa süre önce, Leipzig’te bir zenciye ve Brandenburg’ta da Alman olmayan bir kişiye ciddi saldırılar düzenlendi. Hatta Brandenburg kentine gidecek yabancıların oradan sağ çıkmaları konusunda şüphelerin olduğuna dair SPD’li yetkililerin itirafları da duyuldu. Daha önce Berlin’de bir ortaokulda teneffüslerde dahi çocukların Almanca dışında herhangi bir dil konuşması yasaklandı. Medyada Türkler ve Müslümanlar konusunda yayınlanan haberlerin neredeyse tümü olumsuz. Türk ve Müslümanlar, 11 Eylül sosuna bulandırılmış bir şekilde, uyumsuz, problem çıkaran, başarısız, devletten aldığı yardımlarla geçinen, dolayısıyla Alman devleti ve milletinin kanını emen simbiyoz bir varlık olarak resmedilmeye çalışılıyor. Halbuki Avrupa Parlamentosu Milletvekili Vural Öğer bir televizyon programında açıkça, “Almanya’daki Türkler arasında olumlu örnekler, olumsuzlardan kat be kat fazla iken niçin Alman medyası sürekli olumsuz örneklere yer veriyor?” şeklinde bir serzenişte bulundu ve programın Alman yöneticisi ve parti temsilcileri de itiraz etmedi. Ancak 11 Eylül, güvenlik sorunları, işsizlik ve ekonomik sıkıntı sarmalının içinde hiç kimse oluşturulmuş bu imajın dışına çıkıp gerçeği sorgulamıyor.
Şu sıralarda Almanya’da en çok tartışılan ve en büyük tepki toplayan konu, vatandaşlık testi uygulaması. Alman vatandaşı olmak isteyen ve ya Almanya’da yaşama veya çalışma kriterini yerine getirerek vatandaşlığa hak kazanmış kişilere çoktan seçmeli sınav zorunluluğu getiriliyor. Buna göre ancak Alman yaşamı ve kültürüne dair sorulacak sorulara doğru cevap verdikten sonra vatandaş olunabilecek. İşin garibi, içindeki birçok soruyu doğuştan Alman olanların dahi cevaplayamayacağı veya Müslümanların inançları ile Alman kültürü arasında ikilemde kalmaları durumunda hangisini tercih edeceklerini sorgulayan bir test. Hessen eyaletinde uygulanmaya başlayan bu test, büyük ihtimalle diğer eyaletlere de yayılacak. Yabancıları daha da fazla dışlayarak ‘öteki’ haline getirecek bu uygulamaya Alman kanadından gelen tepkiler ise pek de ciddi değil. Sadece, işin sosyo-psikolojik tarafına vurgu yapan bu tepkiler, bu test “neden şimdi” ve “nereden çıktı” sorularını sormuyor bile. Eleştiriler daha çok şeklin uygun olmadığı ya da sunumunun çok dikkatli yapılarak teste tâbi tutulacakların kendilerini bir ayrıma muhatap kalmış hissetmemeleri gerektiği noktasında yoğunlaşıyor.
Vural Öğer’in de dile getirdiği olumsuz imajın pekiştirilmesi ve gittikçe güçlenmesi, Alman toplumuyla Türkler arasındaki duvarların harcını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor. AB çatısı altında ulus-devlet bağının çözülmeye başladığı, üye ülkelerin vatandaşlarının hareket serbestisine kavuştuğu, sosyal bilimler ve tarih alanındaki akademik çalışmalarda analiz biriminin büyük ölçüde milletten çıkıp millet ötesi veya üstü (transnasyonal) hale geldiği Almanya’da aşırı milliyetçiliğin tekrar canlanmaya başlaması kendi içinde ciddi bir ironi aslında. İroninin muhatabının özellikle tek bir başlık altında (Müslümanlar) toplanması ise, genelde Avrupa’nın özelde Almanya’nın, tanımladıkları ‘öteki’yle olan ilişkilerindeki sıkıntıların acı gerçek olarak geri yansımasından başka bir şey değil. Bu acı gerçek, şu anda yabancılara dair oturaklı bir siyaset geliştiremeyen Almanya ve komşularındaki benzer problemleri daha da artıracak ve bu ülkelerdeki yabancıların hayatlarını daha da zorlaştıracak gibi görünüyor.
Kısa süre önce İçişleri Bakanı, yine bir televizyon programında bunun ilk ipuçlarını verdi. “Eğitimli ve kaliteli” yabancıların tabii ki (!) Almanya’da kalmasını ve Alman toplumuna gerekli katkıları yapmasını beklediklerini ve bunun aksinin akıllarına bile gelmediğini ifade ederken, aslında tersten yapılacak bir okumayla eğitim seviyesi yüksek olmayan yabancıların Almanya’daki yaşamlarının uzamasına pek de iyi gözle bakmadığını ortaya sermiş oldu. Bu sözler aslında, Almanya ve benzeri ülkelerdeki resmî makamların yabancılara ilişkin beklentilerini ve göçmen işçilere nasıl baktıklarını en iyi şekilde dile getiriyor. Avrupa’nın artık vasat işçiye ihtiyacı yok ya da vasıf gerekmeyen işlerde artık Almanlar da çalışıyor. Dolayısıyla misafir işçilerin misafirliklerinin sona ermesi ve evlerine geri dönmelerinin zamanı geldi. Bakalım misafirler, misafirliklerini daha ne kadar sürdürecekler ya da ne zaman ev sahibi statüsüne geçecekler?
Paylaş
Tavsiye Et