ŞİMON Peres, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt bir Yahudi devlet adamı. İki defa başbakan, iki defa dışişleri bakanı, iki defa savunma bakanı, bir defa da maliye bakanı oldu. Wikipedia, Peres’i okuyucularına tanıtırken şu sözüne yer vermeyi anlamlı bulmuş: “Bir savaş kazandığınızda, halkınız birleşir ve sizi alkışlar. Barış yaptığınızda ise, halkınız gücenir ve sizden kuşkulanır.” Binlerce yıllık Yahudi psikolojisini çok iyi yansıtan bu cümle, İsrail’in ABD destekli “Yeni Orta Doğu” projesini anlamamızda işaret feneri olabilir. Barışırsanız, halkınız gücenir ve sizden kuşkulanır! Neden acaba?
İlginçtir, yayımlanmış dokuz kitabı bulunan Peres, Birinci Körfez Savaşı’nın ardından kaleme aldığı kitaba Yeni Orta Doğu başlığını koymuştu. Oslo Barış Antlaşması’nın imzalandığı gün, aynı zamanda kendi doğum günüymüş. Antlaşmayı bir doğum günü hediyesi sayan Yahudi devlet adamının gözleri buğulanıyor ve hafızası bir anda doğum yeri olan Vişniva kentine (Beyaz Rusya) kanatlanıyor: “Vişniva o günlerde Yahudi maneviyatının merkezlerinden biriydi. İsrail’in millî şairi Çaim Nahman Bialik, Vişniva için “Yahudi millî ruhunu besleyen toprak” diyordu. Bugün Yahudi Vişniva’dan hiçbir eser yok. Sinagog ve yeşivalar, işyeri ve fabrikalar hep yakılıp yıkıldı. Oradaki Yahudi hayatı, bir zamanlar orada yaşayan Yahudiler gibi, çorak ülkeye döndü. Zamanında ayrılmış olmasaydım, benim yolum da ya kitlesel mezarlara ya da gaz odalarına çıkardı.”
Peres’in sözleri, binlerce yıllık Yahudi tarihinin özeti gibidir. Vatansız ve emniyetsiz bir sürgün hayatı. Bu hayatın, Yahudilerin bir kısmını bir tür intikam hırsıyla doldurmuş olması anormal değil. “Madem vatansız bırakıldık, o halde biz de gücümüz yettiğince insanları vatansızlaştıralım!” Bu yargıyı aşırı bulabilirsiniz. Fakat Yahudilerin 2000 yıldır “dünya sisteminin hâkim güçlerine yaklaşarak” teolojik üstünlüklerini kanıtlama girişimleri bu görüşü destekliyor.
İlk Radikal Yahudi: Aziz Paul
Tanrı tarafından seçilmiş bir kavim, fakat boyuna sürgün hayatı yaşıyor; itilip kakılıyor. Bu çelişki, Yahudi psikolojisinin temel oluşturucu öğesi. Üstünsünüz ve sürünüyorsunuz. Bunu kendinize ve üstünlük tasladığınız diğer (hakikatte, sefil) insanlara nasıl anlatacaksınız? Savaşarak mı, barışarak mı? Kendinizi ayırarak mı, onlara karışarak mı?
Saint Paul, bu soruya miladi ilk asırda cevap vermeye çalışan ilk radikal Yahudi. Daniel Boyarin, Aziz Paul’ün serüvenini şöyle özetliyor: “Rumca konuşan coşkulu bir Yahudi olan Tarsus’lu Saul, kafası karışık bir hâlde yollara düşmüştü. Şeksiz şüphesiz iman ettiği Tevrat, yeri, göğü ve bütün insanları yaratan bir Tek Tanrı’nın kelamı olduğunu söylüyor; fakat içeriği bir tek Halkın (hatta bir tek ailenin) tarihinden oluşuyordu. Önerdiği ameller ise bir tek kabilenin, kendi kabilesinin özelliklerini yansıtıyordu. Sadece o değil, miladî ilk asırdaki birçok Yahudi bu duyguyu paylaşıyor, bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyordu. İsa Mesih’in dirilmesi olayı, Saul ve benzerlerinin karşılaştığı ikileme cevap veriyordu. İsa’nın bir insan ve Yahudi olarak doğması, ölümü ve ruhanî ve evrensel dirilişi, Yahudiler için fiziksel ve partiküler (kendilerine özgü) olanın aşılması modeliydi. O anda Saul öldü ve Paul doğdu.”
Bu çağda Roma İmparatorluğu merkezî bir bürokratik yapıya kavuşmuş, çok sayıdaki şehir-devletin kendi başlarına hükümleri kalmamıştı. Yeni ‘üniter’ devlet, önceki şehir-devletlerin çoktanrılı kültlerine değil, evrensel karakterli bir dine ihtiyaç duyuyordu. Arayış içindeki ‘radikal’ Yahudilerin Hıristiyanlık yorumu, Roma siyasası için de bir kurtuluş ideolojisi olacaktı. Helenistik Doğu’dan İtalya ve Kuzey Afrika’ya kadar, ticaret yolları boyunca dolaşmak suretiyle, Grek-Roma dünyasının geniş boyutlu kültür hayatına aşina olan bu Yahudiler, kutsalın sınırlı bir yerel-Yahudi yorumuyla tatmin olamazlardı.
Paul, Yahudi yerelliğini terk ederek, Hıristiyan evrenselliğine doğru yol aldı. “Tanrı sadece Yahudilerin mi tanrısıdır? Yahudi olmayanların (Gentiles) da tanrısı değil midir? Evet, onların da tanrısıdır, zira bir tek tanrı vardır. İsa’ya inanmanızla hepiniz Tanrı’nın oğullarısınız. Artık Yahudi veya Rum, köle veya hür, erkek veya kadın yoktur; hepiniz İsa Mesih’te birsiniz.” Radikal Yahudi için Hıristiyan topluluğu yahut Kilise, tanrının evi olarak Kudüs’teki kutsal mabedin yerine geçmişti. Kutsal Mekân anlayışının yerini Kutsal Toplum (Kilise) almış, Tanrı’nın bir tapınakta değil her yerde olduğu ilan edilerek; bir bakıma Yahudilerin kutsal merkezi Kudüs’ten Roma’ya kaydırılmıştı. Özetle, Paul ve takipçisi olan Yahudiler için, Hıristiyanlaşmak, daha evrensel bir Yahudiliğe terfi etmekti. Bu suretle, hem kafa ve ruhlarındaki (Yahudi yerelliğinin yol açtığı) ikilemleri aşacak; hem de içinde yaşadıkları çağın güç merkezine yakın olacak; hatta ona yön verebileceklerdi.
Gettolardan Yahudi Devletine
Haldun Samman, Aziz Paul’ün evrenselci bir restorasyonla Roma dünyasının güç merkezine yaklaşması ile, Theodor Herzl’in ulusçu bir yaklaşımla kapitalist Batı dünyasının güç merkezine yaklaşma çabasını aynı niyetli girişimler olarak görüyor. Roma dünyasının evrenselliğine karşıt olarak, bizim modern dünya-sistemimizde kimlikler ulusçu (yani yerel) bir çerçevede tanımlanıyor. Kapitalizm, ekümenik dünya-imparatorluklarını parçalayarak, onların yerine çok sayıda ulus-devleti ikame etti. Kutsal Roma İmparatorluğu veya Osmanlı gibi geniş siyasaların yerini, Fransız, Alman, Arap veya Türk devletleri aldı.
Herzl’in yaşadığı dünyada evrenselci değil, ulusçu kimlikler revaçtaydı. O da Yahudi devleti hülyasına kapılmadan önce, elinden geleni yaparak Avusturyalı olmaya çalıştı. Fakat bu arzusu kursağında kaldı; çünkü içinde yaşadığı dünyada kendini Avusturyalı, Alman veya Fransız sayanlar için Yahudi, yabancı demekti: İncil’in Filistin’ine sürülmesi gereken yabancılar. Yahudiler, Avrupalı beyazlar için, “Doğulu Öteki”nin parçasıydı ve kendi doğal habitatlarına geri gönderilmeliydiler. Onlara göre, vaftiz edilmiş bir Yahudi bile Doğuluydu. Ünlü “Yahudi-kökenli” İngiliz başbakan Benjamin Disraeli’nin Osmanlılara yönelik politikaları “Yahudice” diye eleştiriliyordu.
Yahudi Devleti ütopyasının kurucu babası Theodor Herzl, Avrupalıların bu ırkçı söylemini reddetmek yerine, harfiyen benimseyerek Siyonizm ideolojisinin hamuruna kattı. Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak suretiyle, Avrupa medeniyetine katılabileceklerini; bunu hakkıyla gerçekleştirebilmek için de, onlar gibi Asyalıları ‘ötekileştirmeleri’ gerektiğini vaz etti. Siyonizm, modern ırkçılığın, kadîm bir dünya görüşüyle harmanlanmasıdır. Temel hesap, mevcut dünya sisteminin merkezî güçlerine ‘yamanarak’ ayakta durmaktır. Bu, her türlü kalıcı barışı kategorik olarak dışlayan bir hesaptır. Modern Yahudinin zihnine ve kalbine öyle bir bilinç aşılanıyor ki, barış ile ihanet özdeşleşiyor.
İsrail’in Derdi Ne?
Türkiye başbakanının İsrail’in son saldırılarına verdiği tepki, diplomatik teamülleri bir yana bırakan normal bir insanın, anormal bir devlete tepkisidir. Modern uluslararası sistem, her ulusal devletin kendi ulusuyla ilişkilerini düzenleyen bir temel yasasının (anayasa) ve kendini diğer devletlerden ayıran net sınırlarının olmasını gerektiriyor. İsrail adı verilen ulus-devletin ise ne anayasası vardır, ne de uluslararası kademede ilan edilmiş sınırları. Yeryüzündeki herhangi bir Yahudi, İsrail’e göç etme hakkına sahiptir. Yahudi olmayan İsrailliler (Filistinliler) ise birçok temel hakka sahip değildir. İsrail ‘normal’ bir ulus-devlet değildir ve onun bu istisnai statüsünün korunması ve meşrulaştırılması, modern/kapitalist sistemin önemli çelişkilerinden biridir.
İsrail devletinin yarım yüzyıl önceki kuruluşu, aynı zamanda “Yahudi Meselesi”nin Avrupa’dan Asya’ya, Hıristiyan dünyadan Müslüman dünyaya ihraç edilmesiydi. Müslümanların hiçbir zaman büyük ölçekli bir Yahudi meselesi olmamışken, Anti-Semitizm Avrupa tarihinin kalın hatlarından birini oluştura geldi. Yirminci yüzyılın iki büyük savaşı arasında Nazi Almanya’sında yaşananlar, bütün olumsuz görüntülerine rağmen, Theodor Herzl’in rüyasını gerçekleştirmek bakımından katalizör rolü oynadı. Nazilerle Siyonistler arasında gizli ilişkiler olduğunu ileri sürenler, büsbütün temelsiz konuşuyor değiller. İsrail modern devletlerarası sistem bakımından anormal bir konumdadır. Çünkü, yeryüzündeki bütün ulusal devletlerden farklı olarak, bir Yahudi devleti sıfatıyla kuruldu. Buradaki “Yahudi” kavramı hem Hıristiyan ve Müslümandan, hem de Fransız, Arap veya Çinliden farklıdır. Yahudi devleti; millî, dinî, kültürel, idarî ve siyasî bakımlardan dünyadaki bütün devletlerden farklıdır. İsrail, “kendi yurttaşlarının, kendi halkının egemen ve bağımsız devleti” değildir. Aksine, Yahudi halkının devletidir, yeryüzündeki bütün Yahudilerin.
Filistin ve Lübnan’da sürüp giden katliama Avrupa devletlerinin (hafifçe kıpırdanmakla beraber) niçin ciddi bir tepki göstermediklerini sadece bugünkü güç dengesizliğiyle açıklayamayız. Anayasal hakları ağızlarından düşürmeyen Avrupa devletleri, elli yıldır İsrail’in anormal konumuna hiç ses çıkarmadılar. Böylece, laik ve demokrat Avrupa hem Yahudilerin teolojik “seçilmiş millet” olma iddiasını onayladı, hem ABD’yi karşısına alma riskini bertaraf etti, hem de Yahudilere karşı işledikleri suçları (onların gözünde) bir ölçüde hafifletti. İsrail’de vatandaşlığın esası o topraklarda doğmuş olmak değil, nerede doğmuş olursa olsun Yahudi olmaktır. İsrail devletinin gözünde Filistinliler bir halk değildir. Nedirler peki? Sadece ‘Arap’ olan bireyler. Ciddi bir antropolog, İsrail etnografi araştırmalarının Filistinlileri ideolojik terimlerle bir hamula (köylü kabile) saydığını, böylece bunların topyekün bir halk değil, olsa olsa bir aşiretler yığını olduğunu göstermeye çalıştıklarını belirliyor. İsrail’de yaşamayan Yahudiler bile Yahudi halkının parçası sayılırken, İsrail’deki milyonlarca Arabın kollektif kimliği inkâr ediliyor.
Hülasa, Yahudi gücünün ve azgınlığının biricik kaynağı Yahudiler değil, topyekün kapitalist sistemdir. Yüzyıllarca Yahudileri ezen Hıristiyan Avrupa, kapitalist evrede (Marx’ın tabirini kullanırsak) “Yahudileşmiş”tir. Yahudilere karşı, Yahudileşmiş Hıristiyanlardan bir medet gelmeyeceğine göre, Müslümanların kısa, orta ve uzun vadede neler yapmaları gerektiğini enine boyuna düşünmeleri gerekiyor. Lübnan katliamı, bir kez daha göstermiştir ki bir ‘milletin’ güvenliği başka milletlere havale edilemez.
Önce Türkiye’nin Beli Kırıldı
Orta Doğu’yu saran kan karşısında Türkiye’nin nasıl bir tavır alması gerektiğine dair üç temel yaklaşım var: İsrailci yaklaşım, Amerikancı yaklaşım ve Türkiyeci yaklaşım. Medyanın önemli bir kısmına hakim olan İsrailci yaklaşıma göre, asıl problem HAMAS ve Hizbullah’tır. Bunlar terörist gruplardır ve Orta Doğu’nun selameti için acilen yok edilmelidirler. Gerçek şu ki, eğer halklarının temsilcisi olan hakiki bir Filistin veya Lübnan devleti mevcut olsaydı, ne HAMAS’a ihtiyaç olurdu, ne Hizbullah’a. Bu iki örgüt, yapay sınırlarla bölünmüş iki Arap halkının bağrından fışkıran “müdafaa-i hukuk ve kuva-i milliye” hareketleridir. Sadece millî haklarını korumakta veya talep etmektedirler.
Amerikancı yaklaşım, Türkiye’nin Orta Doğu’ya ABD’nin yedeğinde müdahale etmesinin “ulusal çıkarlarımıza” uygunluğunu savunmaktadır. 1 Mart tezkeresinin TBMM’den geçmemiş olmasını “tarihî bir hata” sayan bu yaklaşım, PKK veya Kerkük gibi sorunlarımızın da ancak Amerikan himayesinde çözülebileceğine inanmaktadır. Buna yeni-mandacı yaklaşım da diyebiliriz.
İlk iki yaklaşıma mensup olanların Yeni-Osmanlıcı diye hafife aldıkları Türkiyeci yaklaşım ise, Türkiye’nin, gücüyle mütenasip bir şekilde ve tamamen kendi inisiyatifiyle gelişmelere müdahil olması gerektiğini savunmaktadır. Türkiyecilik, karşıtlarının da adeta içgüdüyle işaret ettikleri üzere, bir nevi Osmanlıcılık demektir. Jeopolitik ve jeokültürel bağlamda Osmanlıcı olmadan Türkiyeci olmak artık mümkün değildir.
Jeopolitik ve jeokültürü tamamlayan unsur ise jeoekonomidir. Başta petrol olmak üzere, bölge kaynakları üzerindeki bölge-dışı nüfuzun kırılması gerekmektedir. Bunun sağlanmasında, askerî güçten bile daha etkili olacak faktör, finanstır. İslam ülkelerinin sermaye fazlası, bölge dışı ülkelerin para ve sermaye piyasalarına aktıkça, hiçbir etkili savunma mekanizması geliştirilemez. Türkiye’ye 1990’larda Demirel ve bakiyesi hükümetlerin vurduğu darbe sayesinde, bölge sermayesini ülkemize çekebilecek yapı ve mekanizmalar oluşturulamadı.
Çok iyi hatırlıyorum: Merkez Bankası eski başkanlarından Yavuz Canevi, 1995 baharında ziyaret ettiği İsrail’den dönerken Türk kamuoyuna şu açıklamayı yapmıştı: “Tel Aviv Borsası’nın bir konferansına katıldım. İngilizler, Amerikalılar vardı. İsrailliler Tel Aviv Borsası’nı pazarlamaya çalışıyorlar. (Oslo) Barış harekâtından sonra çok heyecanlılar. Bölgede itici güç olacağız, İsrail çok gelişecek diyorlar. Hatta bir İngiliz yatırımcıya, ‘Tel Aviv Borsası bölgede bir merkez olma iddiasındadır. Siz ne dersiniz?’ diye soruldu. Bizim orada olduğumuzu bilmeyen İngiliz, ‘Bu bölgede bir malî merkez olacaksa, İstanbul’dan başkası olamaz,’ dedi.” (Forum, Mayıs 1995, s. 14.)
Evet, önce Türkiye’nin beli kırıldı, sonra sıra Filistin’e geldi. Filistin’e ve tüm Orta Doğu’ya. Kalkış noktası yine Türkiye olacaktır. Mandacılar istemese de!
Paylaş
Tavsiye Et