Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2006) > Yüzleşiyorum > Titre ve Millete Dön!
Yüzleşiyorum
Titre ve Millete Dön!
Mustafa Özel
MEDYAYA yansıyan haberlere bakılacak olursa, Atatürkçülük ve Kemalizm gibi kavramlar “revize ediliyor!” Hem de bizzat generaller tarafından. Bunların yerine “Atatürkçü dünya görüşü”müz ve “Atatürkçü düşünce sistemi”miz olacak. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Kara Harp Okulu’nun açılış töreninde yaptığı konuşmayı özetleyen Radikal yazarı Murat Yetkin, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesinin içeriğinin de AB sürecinde tekrar doldurulacağını belirtiyor. Kim, nasıl ‘dolduracak’?
Gerçek şu: Türkler bir ‘ulus’ olamadan ‘uluslarüstü’ bir blokun içine çekiliyor. Ulus olamadan, diyorum; zira ulus olunabilseydi, bugün bir ‘Kürt’ sorununun olmaması gerekirdi. Ulus olunabilseydi, ulusçuluğun sadece devlete değil topluma da yön veren bir dünya görüşü olarak dinin yerine geçmesi gerekirdi. İkisi de gerçekleşmedi. Türkler, Müslüman bir Millet olmada ayak dirediler. Milletin içi boşaltılamadığı için, ulusun içi doldurulamadı!
Yirminci yüzyıl, İslam medeniyetinin son büyük çiçeklenişi olan Osmanlı Devleti’nin tasfiyesiyle başladı. Fakat, ondan koparılan parçaların hiçbiri özgün bir siyasî, ekonomik veya kültürel varlık haline gelemedi. Yarı millet yarı ulus Türklerin yeniden toparlayıcı bir güç olabilecekleri bir uğrakta, Avrupa Birliği ile yakınlaşma hem bir fırsat, hem bir tehlike. Tehlikeden sakınıp fırsatı değerlendirme, neyin içini nasıl dolduracağımıza bağlı. Türkiye’nin 21’inci yüzyıl ve ötesinde de var (ve “ilelebet payidar”) olmasını sağlayacak en önemli husus, önümüzdeki on yıl içinde geçireceği bilinç ve zihniyet devrimi olacak.
 
Türkiye ‘Var’ mıdır?
Bu kadar saçma bir soru olabilir mi? Elbette var ve biz orada yaşıyoruz. Peki Mısır, Irak ve Hindistan var mı? Elbette. Oralarda da Mısırlı, Iraklı ve Hindistanlılar yaşıyor. Fakat yine gerçek şu ki, bunların hepsi de Tanrı kulu olmakla beraber, Mısırlılık, Iraklılık ve Hindistanlılık ilahî değil, beşerî ‘yaratımlar’dır. Hepsinin tanrısı Avrupa’dır (özellikle İngiltere). Meseleyi Türkiye bağlamında tartışırken nesnel davranamayabiliriz diye, Wallerstein’in Hindistan analizini ele alıyorum:
Varsayalım ki 1750-1850 döneminde İngilizler esas olarak eski Babür (Mughal) İmparatorluğu’nu sömürgeleştirip ona “Hindustan”adını verdiler, Fransızlar ise eşzamanlı olarak bugünkü Hindistan Cumhuriyeti’nin güney bölgelerini sömürgeleştirip “Dravidya” adını taktılar. Bugün Madras’ın “tarihsel” olarak Hindistan’ın parçası olduğunu düşünecek miydik? Hatta “Hindistan” kelimesini kullanacak mıydık? Sanmıyorum. Geçmişi belirleyen, şimdiki zamandır. Şayet Nepal o dönemde “Hindistan”a dahil edilmiş olsaydı, bugün bir Haydarabad halkı/ulusu/kültüründen nasıl söz etmiyorsak, bir Nepal halkı/ulusu/kültüründen de söz etmiyor olacaktık.
Yazara göre, Hindistan’ın pre-modern tarihi modern Hindistan’ın icadıdır. “Gerçekler” bir araya toplanıp “tarih”e baliğ olmazlar. Tıpkı bir sanatçının resmini icat etmesi gibi, tarihçi de tarihi icat eder. Hindistan bugün için var; fakat onun 200 yıl sonra var olup olmayacağını söyleyebilir miyiz? Hindistan beş ayrı devlete bölünmüş olacak belki. Belki Pakistan ile Bangladeş’i tekrar içine almış olacak. Belki bir devletlerarası sistem dahilindeki bütün egemen devletler sistemi ortadan kalkmış olacak. Bu vakalardan herhangi biri, meydana gelirse eğer, geçmişi dönüştürecektir. Hindistan ya gelip geçici ve önemsiz bir kavram olup çıkacak, yahut kalıcı bir “medeniyet” olarak derinden kuvvetlenecektir.
Hindistan hakkında söyleyegeldiğim şeyleri aynı şekilde Pakistan, İngiltere, Brezilya veya Çin hakkında da söyleyebilirdim. Hindistan’ın tarihsel özgüllüğünü herhangi bir şekilde inkar ediyor değilim. Hindistan’ın tarihsel özgüllüğünün tasvirine dahil edilen şeyin sürekli değişmekte olan, çok akıcı bir olgu olduğunu vurgulamak istiyorum sadece. Üzerinde durmakta olduğumuz tarihsel zemin yerdeki bir çatlağı örtmekte olan toprak kadar sağlamdır. Bir deprem ihtimali her zaman mevcut bir tehlike olarak tepemizde durmaktadır.
Türkiye’nin AB üyeliği de dahil olmak üzere, önümüzdeki çeyrek yüzyılın muhtemel gelişmeleri böyle bir depremi haber vermektedir. Üzerinde durduğumuz tarihsel zeminin sağlamlığını ciddiyetle incelemeden, bir toplum/devlet sistemi olarak var olmamız mümkün değildir. Bu zeminin oluşturucu ögeleri ulus ve ulusçuluktur.
 
Ulus, Dil ve Din
Ulus (nation), modern dünyanın en örgütçü kelimesi. Voltaire, ulus fikrinin insanlığa inanan ‘akıl sahibi insanların’ repertuarından silineceğini beklerken; bu nevzuhur kelime Rousseau ile beraber neredeyse devlet ile özdeşleşti. Herder, Aydınlanma kozmopolitçiliğinin Alman kültürü üzerindeki hegemonyasını yıkarak, ulus kelimesine müstakbel yörüngesini kazandırdı.
Montesquieu, Kanunların Ruhu’nda ulus ruhunun başlıca şu faktörlerce inşa edildiğini söylüyordu: İklim, din, yasalar, hükümet ilkeleri, timsaller, ahlâk ilkeleri ve âdetler. Yazar, kendisinden sonra dillerden düşmeyen “coğrafî kaderciliğin” medenî toplumlar için değil, ilkel topluluklar için söz konusu olduğunu söylüyordu.
Siyasal ulusçuluğun kuruculuk payesi Rousseau’ya verilmelidir. İlk yazılarında tabiattan kültüre, hayvaniyetten insaniyete geçişin şartlarını araştıran Cenevre yurttaşı, doğal durumdaki insan ile hayvanlar arasında pek bir fark görmüyordu. Belki tek fark, insanların daha iyi örgütlenmiş olmalarıydı. İnsanlar için üç değer veya standart ortaya koyuyordu: Dil, servet ve yasa. Ulusal karakteri (ruhu), yasa koyucu dışarıdan topluma empoze ediyordu. Yasa koyucu bir tür tanrıydı. Ulusların kökenine indiğimizde, siyaset ile dinin el ele gittiğini görüyorduk; biri diğerinin aletiydi. Uluslar eşsizdiler ve kendilerini gerçekleştirmek suretiyle insanlığa katkıda bulunuyorlardı. Ancak, devletlik ile ulusluk arasında bir gerilim vardı; devlet akla, ulus duyguya dayanıyordu.
Her ulusun kendine özgü bir mutluluk merkezi vardır, diyen Herder’in ilk hedefi, Fransız dil ve kültürünün Alman ulusu üzerindeki sultasını yıkmaktı. Şovenist değildi; her ulusun evrensel armonide bir sesinin olması gerektiğini söylüyor, Alman kültürünü Aydınlanma kozmopolitliğine karşı yüceltiyordu. Ona göre asıl mesele kozmopolitlik değil, Fransız kültürünün hakimiyetiydi. Rousseau ve diğerleri gibi tabiat halindeki hipotetik insandan değil, toplum içinde yaşayan, kültür sahibi insandan yola çıkıyordu. Siyasal örgütlenme dil kadar doğaldı. Her halk uluhiyetin kendisine tevdî ettiği rolü oynardı. Ulusları yapan nitelikler kültür, dil, din, siyasî kurumlar, sanat ve edebiyattı. Bu ögelerin farklı bireşimleri her ulusu özgün bir ulus kılıyordu.
Herder için ulusun özü dildi. Dil, ulus kimliğine giden kral yoluydu. Ulusun hayatında, siyasî bağımsızlık dahil, birçok şey yitirilebilirdi; fakat dil korunmuşsa, ulusun özü yaşardı.
 
Osmanlı, Özünü Koruyarak Değişiyordu
Avrupa uluslarının oluşumu karşısında bir Türk ulusunun oluşturulmaya çalışılmasında hiç değilse Almanlar kadar ihtiyatlı olunabilseydi, bugün çok farklı konuları tartışıyor olurduk. Herder asıl meselenin “Fransız kültürünün Almanlar üzerindeki hakimiyeti” olduğunu kavrayabildiği ölçüde, bir Alman ulusluğu tasavvur edebildi. Osmanlılar için de asıl mesele “Avrupa kültürünün dünya üzerindeki hakimiyeti” idi ve 18’inci yüzyıldan başlayarak yeni bir Osmanlı ‘ulusluğu’ tasavvur etmeye çalıştılar. Gerçekte 18 ve 19’uncu yüzyıl Osmanlı aydın ve bürokratları, 20’nci yüzyıl Jön Türk ve Cumhuriyet aydınlarıyla mukayese edilemeyecek kadar ihtiyatlı idiler. Kemal Karpat’ın ifadesiyle, yenileşme sürecine “Osmanlı kendi serbest kararı ile başlamıştı. Başka Müslüman topluluklar Fransız, İngiliz, Rus işgalinden kurtulmak için savaşırken, siyasî özgürlüğünü korumuş olan Osmanlı Devleti, kendi serbest kararı ile çağına uyma yollarını kendisi seçmişti. Ve bu yolu seçen tek Müslüman devlet Osmanlı idi.”
Karpat’a göre Batı, Osmanlı değişmesinde doğrudan doğruya bir neden veya model değil, bir yan etki kaynağıdır. Amerika kıtasının bol altın ve gümüşü; ardından şeker, pamuk gibi bol ve ucuz maddeleri ile üretim ve ticaretin genişlemesi nasıl Avrupa’yı değişime zorlamış ve orta sınıfı genişletmişse, aynı gelişmeler Osmanlı’yı da değişime zorlamıştır. “Üçüncü Selim ve ardından Tanzimat’la gelen değişiklikleri Batı taklitçiliği olarak değil, Osmanlı toplumunun içinde etkileşen güçlerin bir sonucu olarak görmeliyiz. Osmanlılar 19’uncu yüzyılda sosyo-kültürel ve siyasî değişme faktörlerine kendi özlerini koruyarak cevap vermişlerdir.”
Cumhuriyet bu öze sahip çıkmadı. Muhayyel bir Avrupa özünün (Herder’in hücum ettiği Aydınlanma kozmopolitçiliğinin) kolaylıkla ithal edilebileceğini sandı. Herder, ulusun neredeyse dilden ibaret olduğunu söylüyordu. Cumhuriyet bürokrasisi, var olan dili de öldürmeye kastedip, yeni ulus için yeni bir dil yaratmaya çalıştı. O kadar ki, bugün 80 yıl önceki tartışmaları okuyup anlayacak aydın veya akademisyenler parmakla gösteriliyor. Dil şuuru olmayanların, siyasî şuurları olabilir mi? Cumhuriyetin saltanata karşı tek argümanı olan “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” ilkesinin içinin yeniden (ve Avrupalılar eliyle) doldurulacağını söylemek, 80 yıllık serüvenin boşa kürek çekmek olduğunu itiraf değil midir?
 
AB ile ABD Arasında Sıkışmak
Türkiye’nin AB’ne ne amaçla neyini ‘devredeceği’nin değerlendirilebilmesi, AB’nin ne olduğuna ve nereye doğru seyrettiğinin bilinmesine bağlıdır. İkinci Dünya Harbi bir “Avrupa-içi kabileler savaşı”, onu takiben inşa edilmeye çalışılan AB ise bir “tek-merkezli Avrupa” ve “Avrupa-merkezli dünya” arayışıydı. Tek-merkezli Avrupa’nın modern zamanlardaki en büyük engeli: Almanya. Almanlar, Batı medeniyetinin mutezil kavmi. Farklılıklarını vurgulamaktan ve ‘Batı ailesi’ içinde bile olsa, ‘öteki’ne diz çöktürme arzusundan hiç geri durmadılar.
AB’nin birincil amacı tek-merkezli (=Almanya merkezli olmayan) bir Avrupa oluşturmak ise, ABD’nin birincil amacı tek-merkezli (=Avrupa merkezli olmayan) bir dünya oluşturmaktır. Bu yönelişlerin ortaya çıkardığı/çıkaracağı sorunların tarihsel yorumu bakımından Huntington’ın, Marks’ın tamamlayıcısı olduğunu düşünüyorum. Marks, Avrupa toplumunun çatışma içindeki gruplardan (sosyal sınıflar) oluştuğunu dile getiriyordu; Huntington ise dünya toplumunun çatışma içindeki toplumlardan (medeniyetler). Soğuk Savaş döneminde, sosyalist sistem ve bu sistemin büyük fikriyatçısı olarak Marks, Batı siyaset çevrelerinde tam bir günah keçisi muamelesi gördü. Fakat bu dönemde Batı ülkelerinde yazılan bütün sosyoloji kitapları, sosyolojinin üç büyük kurucusundan birinin Marks olduğunu belirtmekten hiç geri durmadılar. Durkheim, sosyal olguların nesnel gerçekliğini savunuyordu. Sosyal grupların açıklanabilir, rasyonel yapıları vardı. Marks, bu yapıların niçin dahilî birlikten yoksun olduğu üzerinde durdu. Ona göre, bütün sosyal gruplarda belirli bir hiyerarşiye tâbi alt gruplar vardı ve bunlar birbirleriyle çatışma içindeydiler. Weber ise, çatışmaya rağmen grubun varlığını niçin sürdürebildiğinin sırrını keşfetti: Meşruiyet.
Huntington bahsinde sınıftan medeniyete, sosyolojiden jeopolitiğe atlıyoruz. Hegemonik konumunu yarım yüzyıl tartışmasız sürdürmüş bir süpergüç olarak ABD, Avrasya’da yeni jeostratejik oyuncuların ortaya çıkmasıyla ister istemez telaşa kapılacaktı. Huntington’ın fikirlerini politika yapıcıları için reçeteleştiren Brzezinski, ABD’nin önündeki beş temel jeostratejik meseleyi şöyle vazediyordu:
• Amerika ne türde bir Avrupa’yı tercih ve dolayısıyla teşvik etmelidir?
• Nasıl bir Rusya, ABD’nin çıkarınadır ve ABD bu hususta ne yapabilir?
• Orta Avrasya’da yeni “Balkanlar”ın ortaya çıkma ihtimali nedir ve bundan doğacak riskleri asgariye indirmek için ABD ne yapmalıdır?
• Çin’in Uzak Doğu’da nasıl bir rol üstlenmesi teşvik edilmelidir? Bunun sadece ABD için değil, Japonya için içerimleri nelerdir?
• ABD çıkarları için tehlikeli olabilecek ne gibi yeni Avrasya ittifakları mümkündür; bunları engellemek için ne yapılmalıdır?
Usta jeopolitikçinin bu sorularına (bilhassa sonuncusuna) cevap aradığımız zaman, Avrasya’da mevcut ve potansiyel güçler arasında “çatışma”dan başka hiçbir alternatifin ABD’nin çıkarına olmadığını görürüz. Peki, çatışmaya dayalı bir dünya düzenine nasıl meşruluk sağlanacaktır? Türkiye’nin bu çerçevede üstlenebileceği bir rol olabilir mi?
 
Hilal Olmadan Asla!
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin hem AB, hem de ABD ile ilişkilerine kısa vadede stratejik kaygılar, uzun vadede ise kültürel kaygılar egemen olacaktır. ABD, İslamî uyanış ve yükselişi denetim altında tutmak ve Avrupa’nın Avrasya derinliğine sarkmasını engellemek için Türkiye’yi yanında tutmak isterken; AB hem Avrasya’da daha etkin olabilmek, hem de topyekûn İslam dünyası ile iyi ilişkiler içinde bulunmak üzere Türkiye’nin ortaklığına ihtiyaç duyuyor. Türkiye ise gerek ABD, gerek Rusya ile dengeli ve rasyonel ilişkiler geliştirebilmek için Avrupa’nın desteğine muhtaç. Ekonomik gerçekler de Türkiye’yi AB üyeliğine zorluyor.
Ne var ki, Türkiye AB üyeliğini “yüksek ve tartışılmaz Avrupa değerlerini peşinen kabul etmek ve Hilal’in anlam ve değerinden vazgeçmek” psikolojisiyle kabul ediyorsa, o zaman orta ve uzun vadede ilişkiler yürümeyecektir. Hükümet veya devlet şu veya bu kararı verebilir; fakat nihaî onay mercii millettir. İki yüz yıllık yenileşme tarihimiz dile gelseydi, her halde şöyle derdi: Ey Türk aydını, devleti, ordusu! Titre ve Millete dön!

Paylaş Tavsiye Et