ÜNİVERSİTEYE adım attığım günü dün gibi hatırlıyorum. Kapıdaki asık suratlı bekçiyi, yüksek tavanlı koridorları ve hınca hınç dolu kayıt kuyruklarını hızla geçmiş ve “üniversite” denen şeyi aramaya koyulmuştum. Beni ve benim gibi binlerce genci kanatlandırıp yeni ufuklara götürecek büyük fikirleri, kitapları, hocaları, ders arkadaşlarını bulma arzumuz her şeyin önünde geliyordu. Ne kalabalık sınıflar, ne adımızı öğrenme zahmetinde bulunmayan yorgun ve bıkkın hocalar, ne her gün biraz daha farkına vardığımız katı ve boğucu ideolojik kamplaşmalar Gorki’nin “benim üniversitelerim” dediği ideayı aramamızın önünde bir engeldi. Görünürdeki bütün sıradanlığın ötesinde bir yerlerde, belki çalmaya henüz cesaret edemediğimiz kapıların birisinin arkasında aradığımız şeyi bulacaktık. Biz artık “üniversiteli”ydik. Vazgeçmek, yılmak, yorulmak bizim lügatimizde yoktu.
Aylar ve yıllar ilerledikçe lügatte her kelimenin olduğunu anladık. Zaten içinde her kelimenin bulunmadığı bir lügat olabilir miydi? Zamanla lügatte başka kelimelerin olduğunu da öğrendik. Üniversiteli olmak artık yeni öğrendiğimiz kelimelere karşı mücadele etmek anlamına geliyordu. Tarih, felsefe, sosyoloji, dinler tarihi, siyaset düşüncesi, antropoloji, sanat tarihi bize hangi kelimelerin önemli, hangilerinin muhataralı, hangilerinin anlamsız olduğunu öğretmek için vardı. Hocaların mutlak doğruları karşısında teslim olmaya ya da sırtımızı dönmeye mecbur bırakılmak ne gençliğimize ne de üniversite idealimize sığıyordu. Biz teslim olurken de reddederken de bir şeyler öğrenmek istiyorduk. Mutlak hakikat bile olsa bir şeyin sıradanlaştığında sonunun geldiğini seziyorduk. Biz önü-sonu belirlenmiş, paketlenmiş doğruların değil, hakikate giden yolun inceliklerini, heyecanlarını, mükâfatlarını öğrenmek, asıl önemlisi tatmak istiyorduk.
Entelektüel Serüven Olarak Üniversite
Üniversite bize bunu verdi mi? Entellektüel serüvenimizin bu en önemli durağında aradığımız şeyi bulduk mu? Bu soruya herkes ancak kendi adına cevap verebilir. Ben başından beri aradığım şey kadar arayışın da önemli olduğuna bir şekilde inandığım için kendimi hayal kırıklıklarına karşı koruyabildim. Bu fikir bende nasıl oluştu bilmiyorum. Belki lise öğretmenim Rahmi beyin bende bıraktığı derin izlerin, belki anlamadığım halde inatla, ısrarla ve büyük bir zevkle okumaya devam ettiğim felsefe kitaplarının, belki de peygamberler tarihinin etkisiyle hakikate giden yolun en az hakikatin kendisi kadar nazik, kutsal ve heyecan verici olduğuna inanmıştım. Sonuçta aradığım üniversitenin fakülte koridorlarında, yıllardır ellenmemiş kitap raflarında, artık kitap okumadığını itiraf eden profesörlerin odalarında, yıllardır tek kelimesi değişmemiş ders müfredatında değil, kendi hayat alanımda ve tefekkür dünyamda olduğunu anladım. Bu benim için üniversitenin bittiği değil, başladığı yerdi.
On küsur yıllık bir akademik seyir ve eğitim döneminden sonra (farklı bir ülkede ve farklı bir eğitim sisteminde) üniversiteye bu sefer “hoca” olarak adım attığımda benzer sorular yine zihnimdeydi. Bugün de bu sorular ben ve benim gibi binlerce öğrencinin ve meslektaşın zihnini kurcalamaya devam ediyor (diye ümit ediyorum!). Nasıl bir üniversite? Masanın öbür tarafında oturuyor olmak bu sorunun önemini azaltmıyor. Bilakis ona farklı bir önem ve aciliyet kazandırıyor. Çünkü “sistem”in parçası haline gelmiş bir hoca, kendi üniversitesini arayan bir öğrenciden daha fazla vebale sahip. Üniversite denen şeyin binadan, kitaptan, törenden, tabeladan fazla bir şey olduğunu göstermek hepimizin üzerinde ahlaki bir sorumluluk.
Uzun bir süredir üniversiteyi modern tüketim kültürünün bir aracı ve ajanı olarak gördüğümüz için, üniversite ve ahlak kelimelerini yan yana getirmekte zorlanıyoruz. Üniversiteyi “değerden bağımsız bilimsel hakikatler”in keşfedildiği ve öğretildiği bir yer olarak tasarlayanlar üniversitenin temel misyonu konusunda nasıl hayati bir hata işlediklerinin farkındalar mı acaba? Eğer üniversite “iyi insan olmak” için varsa, “iyi”lik ise ancak bilgi ve ahlakla mümkünse; o zaman tevarüs ettiğimiz üniversite tasavvurunu gözden geçirmemiz gerekiyor demektir. Bilgiyi nesnelerin mekanik bir tasvirinden, ahlakı ise bireyin zihnindeki ve davranışlarındaki temel kurallardan ibaret gören bir epistemolojinin, bize kuşatıcı ve evrensel bir üniversite vermesi mümkün değil. Oysa üniversite kelimesi tıpkı külliye kelimesi gibi tam da bu manaları içeriyor: evrensel ve kuşatıcı.
Üniversite ve İyi İnsan Olmak
Üniversite bir bilim, araştırma, hatta düşünce ve kültür kurumu olmadan önce “iyi insan olma” idealini yaşatan ve aktaran bir “habitat”tır. Bilimsel bilginin de nihai amacı bu değil mi? Bizi hem etik hem de epistemik anlamda iyiye ve doğruya götürmeyen bir bilgi bu ismi almaya hak kazanabilir mi? Bilmek ile yapmak/eylemek arasındaki zorunlu ilişki, bizi her tür bilim-ahlak ikileminin ötesine götürür. Kartezyen düalizmin yol açtığı zihin bölünmesi bu iki temel insani eylem arasındaki irtibatı görmemize engel oluyor. Bilmeyi ve eylemeyi iki farklı tutum ve bilgi türü olarak görmek Aydınlanma epistemolojisinin büyük mitlerinden biriydi. Metafizikten tam bağımsızlığını ilan edebilmek için Aydınlanma aklının bu ayrımı en keskin bir şekilde yapması gerekiyordu. Aklın yeni tanrısal rolünü başka türlü temellendirmek mümkün değildi. Aydınlanmanın bu adımını pagan Yunanlar dahi atma cesaretini gösterememişti; çünkü Yunan mitolojisi benim bireysel aklımın üstünde ve ötesinde başka güçlerin, ilkelerin, kuralların olduğunu söylüyordu. Paradoksal bir biçimde Yunan mitolojisi Yunan rasyonalitesinin de böylece temelini oluşturdu. Çünkü Eflatun’un da dediği gibi, aklın kendisi hakkındaki en makul (rasyonel) hükmü, sınırlı bir varlık olduğunu kabul etmesidir.
Bilgi-ahlak bütünlüğünü kaybeden üniversite ne erdeme dayalı bir bilgi ne de bilince dayanan bir ahlak tasavvuru kazandırabilir. Bilginin yerini enformasyon ve giderek sanal malumat, ahlakın yerini ise epistemik meşruiyeti olmayan bir “ahlakçılık” alır. Öğretilen bilginin nasıl bir insan tipi üreteceği, (eğer yapılıyorsa) önerilen ahlaki davranışların hangi ilkelere dayandığı konusunda büyük bir belirsizlik, daha kötüsü umursamazlık var. Hocalar iyi bir insan yetiştirecek ahlaki ve sosyal güçten yoksun olunca, dahası sistem iyi insan denen varlığı gereksiz bir “ürün” olarak görünce ortaya şu anda karşı karşıya bulunduğumuz tablo çıkıyor.
Bilmek ile yapmak, bilgi ile ahlak arasındaki kopuş, modern üniversitenin karşı karşıya olduğu tek ikilem değil. Sosyal bilimlerle tabiat bilimleri arasında yaşayan epistemik şizofreni, bütüncül ve kuşatıcı bir bilgi sistematiğine ulaşmamızı engelliyor. Giderek karmaşıklaşan ve birbiri içine giren hayat alanları karşısında Kartezyen ve tek boyutlu epistemolojiler yetersiz kalıyor. Gerçekliğe parçalı bir epistemolojinin penceresinden bakan üniversite sadece geçmişi değil bugünü ve yarını da anlayacak araçlardan yoksun. Özellikle Türkiye’de üniversitenin tutucu epistemolojisi parçalanmış, gerçekliği bir bütün olarak algılayamayan atomik zihinler üretmekten kurtulamıyor. Oysa bugün en az parça kadar bütüne, analiz kadar senteze ihtiyacımız var.
Üniversite arayışımız devam ediyor. Toplum ve kültürle arasındaki eleştirel mesafeyi koruyan ama kendine yabancılaşmamış, her tür hakikat iddiasına açık ama bütüncül bir epistemolojiye dayanan, fikir üreten ama her tür resmi ideolojiye direnen bir üniversite Türkiye’nin en hayati ihtiyacı. Yeni nesillerin “iyi insan olma” serüveninin selameti üniversitenin kendi kimliğini bulmasına bağlı.
Paylaş
Tavsiye Et