*Prof. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Konuşan: F. Altun
‘Üniversite’yi bir kavram olarak nasıl tanımlarsınız? Bir ‘fikir’ ve bir ‘kurum’ olarak üniversite sizin için ne anlama geliyor? ‘Üniversite’nin toplumdaki işlevi nedir, ne olmalıdır? Onu diğer kurumlardan farklılaştıran noktalar nelerdir? Bu bağlamda, üniversite-özgürlük, üniversite-siyaset, üniversite-kalkınma ilişkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
‘Üniversite’ kavramının etimolojik çözümlemesi bir yana, bir ‘fikir’ olarak üniversite söz konusu olduğunda, aklıma J. H. Kardinal Newman’ın 1852’de yayımlanan The Idea of a University adlı kitabı; ilk üniversiteler söz konusu olduğunda da Bologna, Paris, Oxford gibi üniversiteler gelir. Batı’da üniversite bin yıllık bir geçmişe sahip bir yapı olup tek bir üniversite kavramlaştırması ve modeli yoktur. Her medeniyet, çağ, kültür, kendi üniversitesini oluşturduğu gibi aynı toplum içindeki üniversitelerin de farklı kurumsal kültürleri vardır ve olmalıdır. Bugün açısından olması gereken üniversite, çevreden soyutlanmış fildişi kulede zihinsel egzersizlerin yapıldığı bir site değil, nihai gerçeği arayan, yarınlar için düşünce ve proje üreten, bunu uygulamayla bütünleştiren, toplumsal gelişmeye en büyük katkıda bulunması gereken bir beyin ve kurumdur. Her ne kadar üniversite, özellikle gelişmiş ülkelerde, bir kurum olmaktan bir sektör olmaya ve piyasa kavramları ile tanımlanmaya başlanmakta ise de üniversitenin aslî işlevi, topyekûn sosyal ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunmak, sosyal adaleti sağlamak olmalıdır. Kendini yapısal olarak yeniden üretmeyen bir üniversite, aslî işlevlerini de gerçekleştiremez, zaman içinde kurumsal eskime sürecine girer.
Üniversite ve politika, görece olarak birbirinden ayrı tutulan kavramlar olmasına karşılık üniversite bir politik girişim ve kurumdur. Ayrıca hiçbir ülkede üniversiteler, -özel üniversiteler dâhil- devletten ve hükümetten büsbütün bağımsız, devletin kontrolü dışında değildir. Tartışılan konu, bu ilişkilerin nasıl düzenleneceğidir. Özerk üniversite ile akademik özgürlük, birbirinden ayrı kavramlardır. Akademik özgürlük, bilim insanının bilgiyi hiçbir baskı altında olmadan üretebilmesidir. Bu yönüyle akademik özgürlük tekil bir kavramdır. Ancak üniversite özerkliğinin tek bir tanımı olmadığı gibi, uygulamada, farklı ülkelerde farklı konularda farklı düzeylerde özerk olan üniversiteler vardır. Kısaca bu kavram, üniversitenin araştırma, eğitim ve diğer hizmetleri (yönetim, finans, akademik işler, personel istihdamı) yerine getirmedeki bağımsızlık derecesidir. Ancak bu uygulamalar da sosyal sistemin geçerlikte olan normlarına aykırı olamaz. Günümüzde yükselen görüş, hükümetlerin doğrudan denetim yerine, oluşturacakları düzenlemeler, standartlar ve ilkelerle üniversiteler üzerinde dolaylı bir denetim ve gözetimde bulunması yönündedir.
Türkiye’deki yüksek öğretim pratiği “üniversite” kavramı ile ne derece uyumlu? Bu konuda gördüğünüz eksiklikler, yanlışlar nelerdir?
Türkiye’de üniversite, yığın (mass) öğretimin yapıldığı bir kurum hüviyetindedir. Diğer bir işlevi araştırma, ikinci plandadır. Türkiye’de üniversitenin işlevi, bilginin sürekli değiştiği bir dünyada üretilmiş bilgiyi aktarmak olmayıp bilgiyi öğrenci ile birlikte sürekli yeniden üretmek olmalıdır. Bu bağlamda öğrencilerini, bugünün değil geleceğin dünyasına hazırlamalı, toplumsal değişme ve taleplere duyarsız kalmamalıdır. Ayrıca üniversite, yapı, süreç, içerik ve işlev olarak yeniden yapılanmak durumundadır. Sosyal değişme sürecinde nesne değil, aktif bir aktör olmalıdır.
Bugün YÖK, ‘üniversite’ kavramının hayata geçirilmesinde ne derece olumlu ya da etkin bir kurumdur? YÖK’ün kaldırılması, Türkiye’deki ‘üniversite’ uygulamasını ne derece ve hangi yönde etkiler?
Türkiye’de kuruluşundan beri YÖK hakkında daha çok olumsuzluklar ifade edildi. O zaman aksayan bir şeyler var demektir. Üniversite kavramının özünde bir farklılık vardır. Üniversite, birörnekliği, sürekli olumlamacılığı değil, farklı ve alternatif olanı özendiren bir yer olmalıdır. Bu kapsamda eleştirilerden biri, üniversiteleri homojenleştirme; düzenleyicilik ve koordinatörlük rolünün yanında daha çok kontrol imajının baskın olmasıdır. Elbette küreselleşen dünyada üniversiteler arası ortak standartlar geliştirilmeli; ama bu durum, farklılıkları bütünüyle ortadan kaldırmaya dönük değil; üniversitelerarası koordinasyonu sağlayacak bir kurum olmalıdır. Bu bağlamda yapı ve işlevleri yeniden tanımlanarak YÖK veya benzeri düzenleyici bir kuruma gerek vardır.
Üniversite ve iktidar, üniversite ve piyasa ilişkisi nasıl konumlanmalıdır? Bu konumlanmada üniversite mensuplarına düşenler neler olabilir? Üniversitede “eleştirel aklın” yeri var mıdır?
Üniversitenin iktidarla ilişkilerinin niteliğini siyasî sistemin niteliği belirlemektedir. Günümüzde en demokratik rejimlerden en otoriter rejimlere kadar, üniversiteler şu ya da bu biçimde iktidarla ilişki içindedir. Eğer ülke için ortak stratejik hedeflere dönük ortak eylemler içinde olunacaksa bu gereklidir de. Üniversite, iktidarla bir egemenlik mücadelesi içinde olmak yerine geleceğe dönük ulusal ve evrensel politikalar üretmede iktidarın laboratuarı olmalıdır. Üniversitede kamusal yarar, her şeyin üstünde tutulmalıdır. Katılım, topluma ve paydaşlara hesap verebilme, yönetimde yükselen değerlerdir. Elbette günümüzde üniversite iş dünyası ile ortaklıklar kurmalı, birlikte projeler, patentler geliştirmeli, mal ve hizmet pazarlayarak alternatif gelirler sağlamalıdır. Ancak bu, üniversitenin etik ilkeleri içinde olmalı, onu piyasa güdümlü bir sektör konumuna taşımamalıdır.
Türkiye pratiğinde ‘Akademisyen’ ile ‘Entelektüel’ birbiri ile örtüşen prototipler midir? Değilse bunun sebepleri neler olabilir?
Akademisyen ve entelektüel birbiriyle örtüşen tipler değildir. Belki bir akademisyen aynı zamanda bir entelektüel olabilir. Ama böylesinin az olabileceğini düşünüyorum. Kamu üniversitesinde çalışan her akademisyen aynı zamanda devlet memurudur. Entelektüellik için en önemli engel budur. Eğer entelektüellik, düşündüğünü özgürce açıklamak, kamu yararına olanı her koşulda ifade etmek ve gerektiğinde bunun her türlü bedelini ödemeyi göze almak ise, bu anlamda Türkiye pratiğinde entelektüelizmin özendirildiği söylenemez. Entelektüel, kendini her türlü ideolojik söylemin dışında konumlandırabilen insandır. Egemen ideolojinin her türlü sosyal sorunlara çözüm ürettiği, alternatif yaklaşımları dışladığı bir ortamda entelektüel olabilmek söz konusu dışlanmışlığı göze alabilmektir. Bu ideoloji siyasî, sosyal ya da ekonomik bir ideoloji olabileceği gibi bir bilim ideolojisi de olabilir. Eğer siz egemen bilim ideolojisine aykırı bir paradigmaya mensup iseniz, bu kez de mensubu olduğunuz epistemik topluluk içinde benzer bir dışlanmışlığa maruz kalabilirsiniz. Üniversite, araçsal aklın değil, eleştirel aklın ve düşüncenin geliştirildiği bir ortam olmalıdır. Üniversitelerdeki söylem biçimi, eleştirel tavrı dışlayıcı değil, ödüllendirici olmalıdır. P. Feyerabend’in belirttiği gibi, bilgi üretmek, salt bilim insanının görevi olmayıp sıradan insanlar da bu süreç içinde yer alabilir. Bilimde asıl olan K. Popper’ın ifadesiyle, doğrulamacılık değil yanlışlamacılık olmalıdır. Bilimde hiçbir teori, bir ideoloji haline getirilmemelidir. Bir teori, yanlışlamacı tavra ne kadar direnç gösterirse doğruya o denli yakın demektir. Araştırma süreci, sürekli yeniden (re-search) araştırmadır. Bilimde bitmiş, sonlanmış bir durum yoktur.
Hans-Georg Gadamer, bir yazısında, yeni dönemde, düşünceyle hemhal olmaktan vazgeçmiş, öğrencileri müşteri gibi gören, bilimlerin disiplinler olarak bölünüp birbirlerinden bütünüyle koptuğu ve dar uzmanlaşmanın esas olduğu nevzuhur bir üniversiteyle karşı karşıya kalındığını yazar. Sizce bu çözümleme günümüz Türkiye’sindeki üniversite gerçekliğini açıklıyor mu?
Bugün H. Gadamer’in üniversite hakkındaki görüşleri, “piyasa merkezli üniversite”, “bir sektör olarak üniversite” gibi başlıklar altında geniş ölçüde tartışılmaktadır. Bu görüşü savunanlar olduğu gibi karşı görüşler de vardır. Piyasa merkezli üniversite, Amerikan modeli bir üniversitedir. Geçen yüzyılda ABD üniversiteleri, çağcıl gelişmeler doğrultusunda kendilerini yeniden tanımlamış ve konumlandırmıştır. Bolonya Süreci kapsamında Avrupa üniversiteleri de benzer bir yapılanma arayışı içindedir. Bolonya Üniversitesi, tarihte ilk üniversitelerden biri olup başlangıçta bir öğrenci loncasıydı. Yani öğrencilerin kurup yönettiği, her türlü giderlerin onlar tarafından karşılandığı, bugünkü ifadeyle, piyasa merkezli üniversite idi. Müşteri kavramı, bir örgütlenme ve bir yönetim yaklaşımı olan Toplam Kalite Yönetimi ile birlikte üniversite yönetimine de uyarlanmaya çalışılmaktadır. Bazı kere bu yaklaşım bir ideolojiye de dönüşmekte, yeni bir yaşam felsefesi olarak da tanımlanmaktadır. Müşteri, ürün ve hizmetin satın alıcısını ifade eder. Bununla birlikte kullanılan bir kavram da paydaş kavramıdır. Öğrenciyi ekonomik açıdan bir gelir kaynağı görmek, üniversite açısından oldukça aşağılayıcıdır. Ama onu üretilen hizmetin muhatabı olarak görmede sakınca yoktur.
Bugün üniversitelerde ileri derecede uzmanlaşma, oldukça geride kalmıştır. Son zamanlarda popüler olan, çok disiplinli, disiplinler arası çalışmalardır. Bu kapsamda bazı ülkelerde üniversitelerin programları yeniden oluşturulmaktadır. Örneğin, bazı insanî bilimler davranış bilimleri, bazı toplum bilimleri de kültürel araştırmalar gibi daha genel başlıklar altında birleştirilmektedir. Bu durum, resmi daha geniş bir perspektiften ve bütün olarak görmeye katkı sağlar. Aşırı uzmanlaşma, ayrışmaya, bilimde cehle neden olabilmektedir. Bu anlayış, modern zamanlara özgüdür. Türkiye henüz bu yeni oluşumların gerisindedir. Ne var ki, bazı ülkelerde işlevsiz olduğu için gözden düşen ve kapatılan alanlar bizde hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et