İDEAL anlamda üniversiteler, doğaları ve kuruluş amaçları gereği bilgi üreten, donanımlı insan yetiştiren ve bunun da ötesinde özgür düşünce, sivil toplum, demokrasi kültürü, karar süreçlerine katılma, şeffaflık, hesap verebilirlik ve sosyal sorumluluk gibi çağdaş değerlerin gelişimine katkıda bulunarak fikir ve düşünce hayatında topluma önderlik eden kurumlardır. Üniversitelerin ilk ortaya çıktığı dönemlerden beri bunun başarılı örneklerine rastlıyoruz. Kuşkusuz her üniversite, entelektüel hayatın canlılığına katkı sağlama ve Edward Said’in tabiriyle “sessizlerin sesi olan” entelektüeller yetiştirme konusunda kendisinden beklenen fonksiyonu yerine getiremiyor. Bunda üniversiteye yüklenen anlam, yapısal özelliklerin doğası ve yönetim biçimi gibi faktörler önemli rol oynuyor. Merkeziyetçi yönetimlerin olmadığı ve üniversitelerle ilgili şemsiye kuruluşun yetkilerinin sadece denetim ve planlamayla sınırlı olduğu ülkelerde, üniversitelerin kendilerinden beklenenleri topluma büyük ölçüde verebildiklerini görüyoruz. Buna karşılık üniversitelerin işleyiş, yönetim, istihdam ve finansmanı gibi pek çok konuda geniş yetkileri olan şemsiye kuruluşların merkeziyetçi yapıda olduğu ülkelerde, üniversitelerin, sürekli değişen ve yenilenen bir dünyada dinamizm ve yaratıcılık yerine statüko ve kalıpçılığın etkisinde kaldığını görüyoruz. Yani üniversitelerin başarı veya başarısızlığında yüksek öğretim politikaları ve yüksek öğretim sistemleri belirgin bir rol oynuyor. O nedenle bir kurum, kavram ve sektör olarak üniversiteyi, yükseköğretimi düzenleyen, denetleyen ve kontrol eden yönetim anlayışı ve sisteminden ayırt etmek gerekir.
Türkiye’de yürütülen tartışmalarda da üniversiteler ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) arasında yukarıdakine benzer bir ayırım zorunludur. Yükseköğretim Kurulu’nun kararları üniversiteleri doğrudan etkiliyor. Kurulduğundan bu yana eleştirilen ve özellikle aşırı merkeziyetçi yapısının değişmesi gerektiği vurgulanan YÖK’le ilgili tartışmalar ideolojik söylemlerin baskın ve koyu gölgesinde kalıyor. Siyaset, eğitim, işveren ve sivil toplum çevrelerinde 12 Eylül’ün ürünü olduğu ve artık demokratikleşen bir Türkiye’de bu kadar merkeziyetçi ve geniş yetkilerle donatılmış bir kurumun ne ülke, ne de dünya gerçekleriyle örtüşmediği, dolayısıyla da YÖK’te değişim ve dönüşümün zorunlu olduğu sürekli dile getirildi. Ne var ki, iktidarlar yani seçilmişler, ne zaman yeni bir yükseköğretim taslağı hazırladıysa kıyamet koptu. Tartışmalar siyasal ve ideolojik bir dil ve söylemle yürütüldü. Sonuçta reform, değişim ve yeniden yapılanmayı amaçlayan girişimler sadece retorik olarak kaldı. Bu süreçte konuyla ilgili tartışmalarda belki de en sessiz kalanlar aslında olayın tam göbeğinde olan akademisyenler ve üniversite mensupları oldu. Yazının başında da belirtildiği gibi üniversiteler birçok ülkede yenilik ve değişimin öncüsü olarak ön plana çıkarken Türkiye’de mevcut statüko ve merkeziyetçiliğin sürmesine akademi dünyası büyük oranda sessiz kaldı, belki de kalmak zorunda bırakıldı.
Yüksek lisans ve doktoradan başlayıp, doçentlik ve profesörlük sürecinde de devam bu sessizliğin gerisinde kuşkusuz fikir özgürlüklerine ilişkin kaygılar yatıyor. Üniversiteler, fikir özgürlüğünün kalesi olması gerekirken, akademisyenlerin bazı kaygılarla kendilerini ve varoluşsal durumlarını doğrudan etkileyen kurum ve politikalara ilişkin iddialı söylemleri dile getirememesi dünyanın diğer bölgelerindeki baskın anlayış ve pratikle tezat teşkil ediyor. Son yıllarda Türkiye’deki üniversitelerin akademisyenlerden beklentileri de zaten hayli sınırlı görünüyor. Bu beklentiler ders verme ve “puan” alma şeklinde daha anlaşılır bir dile çevrilebilir. Akademisyenlerimizin kimi kısıtlı imkanlar, kimi yeterli ödüllendirme ve motivasyon olmadığı için araştırmaya mesai harcamak yerine, vermekle yükümlü oldukları derslerle yetiniyor. Göründüğü kadarıyla akademisyenlerin en büyük motivasyonu yükselmeler için almak zorunda oldukları “puan”. Birçok kişi akademik hayatın ilk basamağından itibaren ne zaman doçent, ne zaman profesör olacağını ve bunlar için kaç puan alması gerektiğini hesaplıyor.
YÖK, yapısı ve işleyişindeki sıkıntıları kendisi de anlamış ve toplumun üniversitelerden beklentilerinin yeterince gerçekleşmediğini görmüş olmalı ki, “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” başlığını taşıyan bir rapor yayımladı. Bu raporun büyük bir kısmı teknik bilgiler ve istatistikî verilerden oluşsa bile, böyle bir raporun kamuoyu ile paylaşılması, artık YÖK’ün de bir değişim ve dönüşüme gerek olduğunu kabul ettiğini, bu haliyle devam ettiği sürece Türk üniversitelerinin içinde bulundukları dar boğazları aşamayacaklarını fark ettiğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Rapor daha çok durum tespiti yapmakta ve belirlediği 11 stratejik sorun alanının çözümüne ilişkin bazı öneriler içermektedir. YÖK, bu raporun bütün paydaşların tartışmasına ve farklı kesimlerin katkısına açık olduğunu belirtiyor. Küresel eğilimler de göz önüne alındığında yeniden yapılanma sürecinde, YÖK’ün aşağıda belirtilen hususlara özel önem vermesi gerektiğini düşünüyoruz:
Öncelikle, dünyadaki yükseköğretim sistemlerine genel olarak bakıldığında zengin bir yapısal çeşitliliğin olduğu görülmektedir. Özellikle ABD ve Avrupa’daki yükseköğretim sistemlerinin tek merkezli olmadığı, aynı merkezden yönetilmediği, yetki ve sorumlulukların üniversitelerin yapılarına, özelliklerine ve ihtiyaçlarına göre belirlenen bir yapısal sisteme dönüştürüldüğü ve adem-i merkeziyetçi bir anlayışla belirlenen yönetim yapısı içinde bölüştürüldüğü gözlemlenmektedir. Türkiye’deki yükseköğretim sistemi de dünyadaki bu eğilimleri kendi yapısına yansıtmalıdır.
İkincisi, Anayasanın 131. maddesi, üniversiteler üstü bir kurum olarak kurulan Yüksek Öğretim Kurumu’na (YÖK) geniş yetkiler vermiş ve yukardan aşağıya yönetim anlayışının Türk yükseköğretim sisteminde değişimin en büyük engeli olarak kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. YÖK sisteminin merkeziyetçi ve tek tip yönetim anlayışına dayalı olarak kurulmasında 2547 sayılı kanunun çıkarıldığı siyasal koşulların önemli etkisi olmuştur. Demokratik rejimi sekteye uğratan 1980 darbesinin hâkim olduğu otoriter siyasî atmosferde toplumun ilgili kesimlerinin görüş ve katkıları alınmadan hazırlanan 2547 sayılı yasa, 1982 yılından bu yana merkeziyetçi bir anlayışın yükseköğretim sisteminde hüküm sürmesine neden olmuş, ancak üniversite çevreleri de dâhil her kesimin eleştirisine maruz kalmıştır. Artık YÖK, demokratik, çağdaş ve katılımcı sistemin kapılarını aralamalıdır.
Son olarak, Türkiye’deki toplumsal dönüşüm, genç nüfusun artışı, kalite ve saydamlık talepleri gibi iç değişimler ile AB üyelik süreci ve küreselleşme gibi dış gelişmeler diğer alanlarda olduğu gibi yükseköğretim sistemi alanında da yenilik ve değişim ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Ancak yaşanan çeşitlenme ve farklılaşmalar karşısında Türkiye’deki üniversiteler ve yükseköğretim sistemi merkeziyetçi yapısıyla yeni talepler ve meydan okumalarla karşı karşıya gelmiştir. Bu nedenle yükseköğretim sisteminin dünyadaki gelişmeler ve ülkemizdeki ihtiyaçlar doğrultusunda, toplumdaki ilgili bütün aktörlerin demokratik ve saydam katılımına dayalı olarak çağdaş bir vizyon ve felsefe ile yeniden tartışılması ve yapılandırılması gerekmektedir. Umarız üniversitelerimiz ve yükseköğretim sistemi ile ilgili tartışmalar kısır ideolojik çekişmeler yüzünden sadece retorik düzeyde kalmaz.
Paylaş
Tavsiye Et