TEMEL amacı “uluslararası barış ve güvenliği korumak” olan Birleşmiş Milletler (BM) örgütü, 2. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde kurulmuş 6 organlı bir örgüttür: Güvenlik Konseyi, Genel Kurul, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Uluslararası Adalet Divanı, Vesayet Konseyi ve Sekreterya. Gözettiği siyasi, toplumsal, iktisadi ve kültürel hedefler bir tarafa, savaşı bertaraf etmeyi birincil gaye edinen BM’nin en önemli organı, Güvenlik Konseyi’dir. Bu organda öncelikli söz hakkı, 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan birkaç devlete verilmiştir. ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa, ‘milliyetçi’ yönetim altındaki Çin’i de aralarına “kabul ederek”, kendilerini Güvenlik Konseyi’nin “daimi üyeleri” olarak taltif etmekle kalmamış, bir yandan da veto yetkisi elde ederek çıkarlarına uygun olmayan Konsey karar tasarılarını akim bırakma imtiyazını da elde etmişlerdir. Bundan böyle ne tür saldırganlıkların cezalandırılacağına, hangi tür eylemlerin “uluslararası barış ve güvenliğe zarar verdiğine” ve kime ne tür cezalar (müşterek güç kullanımı, ekonomik ambargo, diplomatik yalnızlaştırma vs.) verileceğine herkesten önce bu devletler karar veriyor olacaktı. Güvenlik Konseyi’nin diğer on üyesi ise iki yıllığına rotasyon esasına göre seçilecekti.
BM Kurucu Antlaşması’na göre, herhangi bir ‘saldırgan’ devlete karşı tavır belirlerken Konsey’in ölçü alacağı temel kıstas, adalet ve hakkaniyetin temininden ziyade savaşın bir an önce sona erdirilmesidir. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra başlayıp 1990’ların başlarında sona eren Soğuk Savaş sırasında Güvenlik Konseyi’nin büyük ölçüde kilitlendiği gözlendi. Daimi üyeler ve hususiyetle ABD, kendisinin ya da bir müttefikinin (en başta İsrail) kınandığı karar tasarılarını veto etmekte herhangi bir beis görmezken, SSCB de kendisinin ya da müttefiklerinin çıkarları söz konusu olduğunda benzer bir tavır sergiledi. İran’ı ABD’nin kuklası olmaktan çıkaran ve hem kapitalist-Batı, hem de sosyalist-Doğu bloğuna karşıt bir söylem geliştiren İslam devriminin henüz daha dumanı tütmemişken Eylül 1980’de Irak İran’a saldırdığında, Güvenlik Konseyi Irak’ı ‘işgalci’ devlet olarak tanımlamaktan kaçınarak tarafgirliğin acı bir örneğini sergiledi.
SSCB’nin yerini Rusya Federasyonu’na bıraktığı, sosyalist bloğun ortadan kalktığı ve Soğuk Savaş’ın sona erdiği son on beş yıllık dönemde Güvenlik Konseyi’nin, Fransa’yı ve diğer Batılı ya da Batı-yanlısı Konsey üyelerini yanlarına alan ABD ve İngiltere tarafından âdeta teslim alındığını belirtmek gerekir. “Uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren” hangi ‘saldırgan’ devlete ceza verileceğinden tutun da, hangi halkların “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde ayrı bir devlet kurma hakkına ya da geniş kapsamlı bir özerkliğe sahip olacağına (örneğin Doğu Timor’a bağımsızlık); yine hangi ülkelerdeki insan hakları ihlâllerinin “insanlığa karşı suç” teşkil ettiğinden, kimlerin nükleer enerji elde etme hakkına sahip olduğuna kadar (sözgelimi, İran elde edemez) akla gelebilecek hemen her önemli meselede Güvenlik Konseyi âdeta yeryüzündeki tek karar verici haline geldi. O nedenle BM Güvenlik Konseyi’nin “yeni-sömürgeciliğin” en önemli ajanı haline geldiğini iddia etmek herhalde abartılı olmasa gerek.
Son birkaç yıldır sözü edilen bu emperyal eğilim artık aleni bir yüzsüzlüğe dönüştü. İsrail’in hem Filistin halkına, hem de Lübnan ve Suriye gibi komşu Arap ülkelerine yönelik bitmez tükenmez işgal ve katliamları Güvenlik Konseyi’nce ‘tehdit’ olarak algılanmazken, Taif Anlaşması çerçevesinde Lübnan’da (kısa bir süre öncesine kadar) asker bulunduran Suriye’nin buradaki mevcudiyeti, aynı organ tarafından 2004 yılında kabul edilen 1559 sayılı kararla birlikte “uluslararası barış ve güvenliğe tehdit” olarak değerlendirildi. Aynı Güvenlik Konseyi, başlangıçta işgal için spesifik yetki vermediği halde, Afganistan (2001) ve Irak’ın (2003) ABD ve müttefiklerince işgali sonrasında işgal güçlerini resmî otorite olarak tanımaktan kendisini alamadı. Sözün özü, Soğuk Savaş sonrasındaki bu ‘yeni’ emperyal düzenin başta gelen mağdurları Müslüman ülkeler ve Müslüman direniş hareketleri oldu.
BM Barış Gücü operasyonlarını da herhalde bu büyük resim içinde görmek gerekir. Barış Gücü askerleri, ilke olarak, bir iç ya da uluslararası savaş nedeniyle çatışma yaşanan bölgelerde ilgili taraflar arasında barış ortamının sağlanması için BM bayrağı altında görevlerini ifa ederler. Bu askerî birimler, genellikle, bir çatışma sonrasında yapılan ateşkes (bazen de barış) anlaşmasının hayata geçirilmesi için ilgili taraflara yardımcı olurlar. Barış Gücü askerlerinin görev tanımının Soğuk Savaş sonrasında Güvenlik Konseyi’nce genişletildiği görülmektedir: Gözlemcilik, güven arttırıcı önlemler, ateşkes hattında sınır ihlâllerini önlemek, iç çatışmalar sonrasında seçimlerin usulüne uygun yapılması, hükümet yetkilerinin paylaştırılması ve devlet otoritesinin tesisi. Bu nedenle Barış Gücü askerlerine, “barışı koruma”nın yanı sıra, gerek görülürse, “barışı tesis etme” görevi de verilebilmektedir.
Lübnan’da bugünlerde konuşlanmakta olan BM’ye bağlı güçleri de dâhil edersek, şu anda dünyanın farklı coğrafyalarında 110 kadar ülkeye mensup 90 bin civarında asker BM Barış Gücü olarak faaliyette bulunuyor. Barış Gücü askerlerinin büyük çoğunluğu, Batılı literatürde “Üçüncü Dünya” olarak tanımlanan Asya, Afrika ya da Latin Amerika ülkelerinde görev yapıyor: Etiyopya-Eritre sınırı, Liberya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Lübnan, Burundi, Fildişi Sahili, Hindistan-Pakistan sınırı, Haiti, Sudan vs. Barış Gücü askerlerinin neden genellikle yoksul ve siyasi/askerî açıdan zayıf ülkelerde görev yaptığı önemli bir soru(n) olarak karşımıza çıkıyor. Belli bir bölgeye Barış Gücü askerlerinin gönderilmesini öngören Güvenlik Konseyi kararları, genellikle, çatışmanın kaynağı olan sorunun âdil ve kalıcı bir barış yoluyla çözüme kavuşturulmasını değil, savaş ya da çatışma sonucunda oluşan güç muvazenesinin ‘dondurulması’nı amaçlar. Zaten böyle olmasaydı Barış Gücü askerleri gittikleri ülkelerde bu kadar uzun süre kalmazlardı. Özellikle Afrika’da kanlı savaş ve çatışmalara yol açan sorunların pek çoğunun kaynağında, Batılı sömürgeci devletlerin miras bıraktığı sorunlu sınırlar vardır. Barış Gücü askerlerinin görev yaptığı çatışma bölgeleri, çoğu zaman hegemonik dış güçlerin stratejik üstünlük mücadelelerinin sahnelendiği ülkelerdir. Özellikle Afrika’daki sınır savaşları ve iç çatışmalar (iktidar mücadelesi, ayrılıkçı azınlık hareketleri vs.) ‘dış’ faktörler ele alınmadan anlaşılamaz. Sömürgeci geçmişi olan İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerin eski nüfuz bölgelerindeki Barış Gücü operasyonlarına katılmaya istekli oluşları, aslında ‘dışsal’ faktörlerin savaşlarda ve iç çatışmalarda oynadığı role işaret ediyor.
BM Barış Gücü operasyonlarının arka planında yatan bir başka faktör de, en başta ABD ve müttefiklerinin, bu tür eylem planları yoluyla Batı hegemonyasına direnç gösteren (rejimlerce yönetilen) devletleri ya da siyasi/askerî grup ve hareketleri Güvenlik Konseyi aracılığıyla zayıf düşürmek ve onları kıskaca almak istemeleridir. Bu bağlamda, ABD öncülüğündeki Batılı hegemonik güçlerin, Sudan’ın Darfur bölgesine BM Barış Gücü askerlerinin gönderilmesini öngören bir Güvenlik Konseyi kararını kısa bir süre önce çıkarmaları, böyle bir eğilime işaret ediyor. Sudan’ın Batılı emperyal güçlere direnç göstermesine benzer şekilde, uzun bir dönem Lübnan’ı işgal altında tutan (1982-2000) ve son olarak geçtiğimiz aylarda, 34 gün boyunca acımasız hava saldırılarıyla bu ülkeyi harabeye çeviren İsrail’e karşı yıllardır güçlü bir direniş sergileyen Hizbullah örgütü de BM Barış Gücü kullanılarak etkisizleştirilmeye çalışılıyor. O halde, açıktır ki, günümüzde BM Barış Gücü operasyonları hegemonik güçlerin stratejik, jeo-politik ve jeo-ekonomik çıkar tanımlarından bağımsız değildir. BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısı değişmediği sürece, bu türden Barış Gücü operasyonlarına ‘masumiyet’ kılıfı giydirmek herhalde aşırı iyimserlik olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et