TIMOTHY Garton Ash’in, 27 Temmuz 2006 tarihli The Guardian’da yayımlanan yazısı “Avrupalılar olarak Ortadoğu’daki çatışmayı bizim yarattığımızı asla unutmamamız gerekir” başlığını taşıyordu. Ash’e göre, kökeni tarihin derinliklerine uzanan Yahudi düşmanlığı, Ortadoğu’yu kana bulayan, son Lübnan örneğinde görüldüğü gibi sivillerin hayatlarını kaybetmelerine ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalmalarına yol açan başlıca nedenlerden biri. Avrupa tarihine bakıldığında sistematik bir Yahudi düşmanlığının olduğu ve bu kıtada istenmeyen Yahudilerin zamanla kendi devletlerini kurmayı amaçlayan siyasi siyonizm bilincini geliştirdikleri ve yine Avrupa’da istenmeyen Yahudilerin Avrupa’nın da yardımıyla, 1948 yılında bağımsız bir devlet olarak İsrail’i kurduklarını görüyoruz. 1881 yılında Rusların uyguladıkları Yahudi kıyımı, Fransa’daki Dreyfus vakası ve Yahudi düşmanlığı sonucu Dreyfus’un yüzbaşılık rütbesinin sökülmesi, 1900’lü yıllarda Avusturya’da yükselen antisemitizm ve nihayet Hitler’in yürüttüğü Yahudi soykırımı gibi olaylar, Yahudilerin Filistin’e göç etmeleri ve burada İsrail devletini kurmaları ile sonuçlanmıştır. Modern Siyonizmin babası Theodor Herzl, “Beni Siyonist yapan şey Dreyfus davasıdır” derken aslında Avrupa’da Yahudi düşmanlığının ne kadar yaygın olduğuna işaret ediyordu.
Almanya ve Avrupa’da Yahudi soykırımı yüzlerce yıl önce değil; Avrupa’nın Aydınlanma, Reform, Rönesans, demokrasi ve çoğulculuk tecrübesinden sonra, yani bu aşamalar geçildikten sonra yaşandı. Bütün bu süreçleri yaşadıktan, yani modernleştikten sonra Avrupa, kendi içinden bir soykırım ruhu ve ordusu üretti. Batı uygarlığı, kendi içinde büyüyen sessiz canavarın farkına varamadığı gibi, dehşet manzaraları ortaya çıktıkça bunları engelleme gücünü de kendisinde hissetmedi. Bugün Yahudilerin kolektif hafızalarında altı milyon kişinin yok oluşu hâlâ canlılığını koruyor. Belirli bir etki gücüne ulaştıktan sonra Yahudi örgütleri ve baskı grupları, soykırımın (Holokost) hafife alınması, inkar edilmesi ve övülmesinin yasadışı ilan edilmesi için kampanyalar başlattı. ABD de dâhil Avrupa devletlerinin birçoğu biraz da suçluluk duygusu ile bu kampanyalara siyasi destek vererek sorunu hukuki bir zemine taşıdı; sonuçta soykırımın inkarı suç sayıldı. Ama bütün bu yasal önlemlere rağmen Avrupa’da antisemitizmin kökü bir türlü kazınamadı. Örneğin European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia tarafından yayınlanan raporlarda Avrupa’da hâlâ antisemitizm olduğunu ve zaman zaman bunun yükseldiğini doğruluyor.
Avrupa’da sadece antisemitizm yok. Son yıllarda İslam fobisi de gittikçe yükseliyor. Avrupa’nın ‘ötekisi’ bir zamanlar Yahudilerse eğer, şimdi ‘öteki’ olarak görülenler Müslümanlar. Korku, kuşku ve tehdit algısı Müslüman aleyhtarlığı olarak toplumsal tepkiye dönüşüyor. Avrupa ‘öteki’lerle birlikte yaşama konusunda derin bir tarihsel deneyime de sahip değil. Bu konuda Osmanlı geleneğini tevarüs eden Türkiye, Avrupa için önemli bir örnek olarak öne çıkıyor. Yahudiler, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde toplumun önemli bir unsuru ve ayrılmaz bir parçası olarak, Türklerle/Müslümanlarla birlikte yaşadı ve yaşıyor. Osmanlı devletinin din ve inanç alanında sağladığı özgürlükler İspanya’dan göçe zorlanan çok sayıda Yahudi’nin Osmanlı topraklarına gelmesine neden olmuştu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ile birlikte Yahudiler de herkesle eşit anayasal haklara sahip Türk vatandaşları olarak kabul edildi.
Henüz demokrasi, çoğulculuk ve din/inanç özgürlükleri gibi kavramların tartışılmadığı dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde farklı inanç gruplarının ortak yaşam sürdürdüğünü biliyoruz. Demokrasinin bugünkü gelişmiş haliyle sağladığı eşitlikçi ölçüde olmamakla birlikte, o günün koşullarında İslam dini dışındaki dinî gelenekler için şaşırtıcı derecede özgürlükler alanı tesis edilmiştir. İmparatorluk egemenliği altında bulunan inanç grupları din değiştirmeye zorlanmamış, varlıkları ve meşruiyetleri kabul edilmiş, Yunan Ortodoks Kilisesi, Ermeni Kilisesi ve Yahudiler birer “millet” olarak tanınmışlardı. Osmanlı’da toplum, inanç temeline dayalı olarak “millet sistemi” ile idare edilmiş, dolayısıyla belli bir ırkı, bölgeyi ya da dili esas alan herhangi bir ayrıştırmaya gidilmemişti.
Modern Türkiye döneminde ise Nazi baskısından kaçan çok sayıda Yahudi, Türkiye sınırları içinde yaşam güvencesi bulmuştur. İşte Avrupa ile Türkiye arasındaki fark burada yatmaktadır. Türkiye; modern sosyolojik tabirle, “öteki” olarak kavramsallaştırılan farklı din ve kültür mensuplarının birlikte yaşadığı bir geleneği tevarüs edip yaşatan bir ülkedir. Avrupa’nın “öteki” ile birlikte yaşama deneyimi ise çok daha yeni. İşte bu nedenle Avrupa’da ne antisemitizmin kökenleri kurutulabiliyor, ne de yükselen İslam fobisinin önüne geçilebiliyor. Bütün bu gelişmeler artık çatışma çözümleme arayışlarını gerektiriyor. Günümüzdeki toplum yapıları ve gruplar arası ilişki biçimleri bağlamında gerek İslam dünyasında, gerekse Batı toplumlarında inanç farklıklarından doğan sürtüşme ve gerilimlerin önlenmesinde Türkiye tecrübesinin çok önemli katkılar yapabilecek bir derinlik ve birikime sahip olduğu söylenebilir.
Lübnan’ın İsrail tarafından bomba yağmuruna tutulması örneğinde de görüldüğü gibi, Avrupa’daki Yahudi düşmanlığının tarihsel süreç içerisinde yakın coğrafyamızda açtığı yaralar gerçekten de trajik boyutlara ulaşmış durumda. İsrail’in saldırıları bu trajedilerin büyümesine ve derinleşmesine neden olacaktır. Bugün Yahudi karşıtlığının en büyük kaynağı İsrail’in bölgede izlediği politikalardır. Trajedilerin yaşandığı dönemlerde rasyonel kararlar yerine duygusal ve tepkisel kararlar ön plana çıkacağı için Yahudi düşmanlığının sadece marjinal olduğu, tarihsel hoşgörü ve birlikte yaşama kültüründen dolayı bu tutumun kök salamadığı toplumlar da Yahudi karşıtlığını körükleyecektir. Şu anda İsrail’in takip ettiği politika da işte böyle bir karşıtlığı körüklemekten başka işe yaramamaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et