LÜBNAN savaşı öngörülemeyen neticeleriyle yeni bir Ortadoğu’ya kapı aralıyor. Ancak kapının ardında, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın hayallerini süsleyen “Yeni Ortadoğu” modelinin bulunup bulunmadığını kestirebilmek biraz güç. Savaş sonrasında İsrail ve ABD’nin hesaplarını altüst eden bir tablonun ortaya çıkışı da bu iddiayı destekler mahiyette. İsrail’de savaşın neticeleri tartışılırken kopan fırtına ise öyle kolay dinecek cinsten gözükmüyor. Savaş öncesi ilan ettiği hedeflerin hiçbirine ulaşamayan İsrail yönetimi savaşta kaybettiklerini diplomasi masasında kazanmanın yollarını ararken; İsrail toplumu da yazarı, çizeri, düşünürü, askeri ve siyasetçisiyle başarısızlığın nedenlerini araştırıyor. Gazetelere baktığımızda oldukça karamsar bir tablonun ortaya çıktığını söylemek mümkün. İsrailli politikacı Şimon Peres’in Haaretz gazetesinde yayımlanan, “33 günlük savaştan ibret ve dersler” başlıklı yazısında, “Elimizdeki silahlar düzenli ordularla savaşmak üzere tasarlanmıştır. Bu tip bir çatışmaya yönelik değildir” diyerek yenilgiye bir kılıf aradığını görüyoruz. İsrail’in etkili gazetelerinden Yediot Aharanot’ta ise ‘kazanamadık’ hükmünü içeren birçok makale yayımlanıyor.
Sosyal Devletin Çöküşü
Savaş sonrası itibar kaybeden kurumların başını “İsrail’in efsanevi yenilmez ordusu” çekerken; ülkenin sözde sosyal devlet anlayışı da bu bunalımdan nasibini fazlasıyla aldı. Bu savaşta devlet ortadan kaybolmuş, sanki yer yarılmış içine girmişti. Katrina Kasırgası sonrasında su üstünde yüzen cesetlerin ABD’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarması gibi, savaş esnasında İsrail’in kuzey bölgelerinde yaşanan olaylar da İsrail devletinin acziyetini sergiledi. Çünkü son yirmi yılda sağ-sol hükümetlerin de katkısıyla İsrail devleti temel görevlerini yerine getirmeyi arka plana atarak, bunu gönüllü kuruluşlara devrediyordu. (Daniel Ben Simon, Haaretz, 4 Eylül 2006)
İşin bir başka dikkat çekici yönü ise, İsrail’de bazı tarafların bu son yenilginin nedenini toplumun içinde bulunduğu yozlaşma ve milli-manevi değerlerin yitirilmesine bağlamasıydı. Bu çevrelere göre inandıkları davadan ziyade dünya lezzetlerine kafa yoran İsrail toplumunun gevşekliği bu hezimet tablosunu ortaya çıkarmıştı.
Ancak halkını motive etmek için dinî söylemleri çok yoğun bir biçimde kullanan İsrail devleti ve elitlerinin, Filistin-Lübnan direnişinde milliyetçi söylemden ziyade dinî söylemin ağır basmasına karşı çıkmaları önemli bir çelişki oluşturuyor. Özellikle Lübnan Savaşı sonrasında Araplarla arasındaki anlaşmazlığın bütün Müslümanlarla yaşanan bir anlaşmazlığa dönüşmesinden çekinen İsrail’de sık sık bu yönde uyarı ve hatırlatmalar yapılıyor. Mesela Kudüs’ün eski belediye başkanı, “Filistin sorununun topyekûn Müslümanlara mal edilmesinin önüne geçilmesi ve bu uğurda bölgedeki ılımlı Araplara verilebilecek her türlü tavizin gözden geçirilmesi gerektiği”ni söylüyor.
BM Barış Gücü Neler Getirecek?
Öte yandan bu gelişmelere paralel olarak BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 1701 sayılı karar, içerdiği tuzak maddeler nedeniyle yenilgi psikolojisini üzerinden atamayan İsrail ve onu destekleyen ülkelere bir hayat öpücüğü sunma girişimi olarak okunabilir. Uluslararası gücün yapısı ve görev yerleri göz önüne alındığında, tüm bu gelişmelerin Lübnan’ın Arap-İsrail mücadelesinde devre dışı bırakılmasının ilk adımı olarak görülmesi mümkün. Lübnan’ın güney sınırından yaklaşık 35 km içeride bulunan Litani Nehri’ne kadar yayılacak olan BM gücü, Lübnan’ın yaklaşık beşte birini işgal etmiş olacak. Böylelikle Lübnan sınırı boyunca konuşlanarak ülkenin Arap devletleriyle olan bağlantısını da koparacak.
İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı savaşın -her ne kadar ateşkes sürecine girilmiş olsa da- farklı şekillerde devam ettiğinin altını çizen Arap yazarlar, buna kanıt olarak Güney Lübnan’da bazı bölgelerin halen işgal altında olması ve İsrail uçaklarının gece gündüz Lübnan semaları üzerinde uçmaya devam etmesini gösteriyorlar. Yine bu çevrelere göre Barış Gücü (UNIFIL) adı altında Lübnan’ı havadan, karadan ve denizden kuşatacak olan kuvvetler ülkedeki her şeyi kontrol altına alabilecek, hatta bütün gemi ve uçakları da arama yetkisine sahip olacaklar. Tüm bunlar, İsrail’in Lübnan’a saldırısının BM’nin sancağı altındaki Avrupa’nın da vekâletiyle devam etmekte olduğunu gözler önüne seren deliller.
UNIFIL kuvvetlerine çok uluslu bir sömürgeci gücün yetkilerinin verilmeye çalışıldığını da vurgulayan yazılarda, Barış Gücü’ne asker göndermeyi taahhüt eden ülkelerin dolaylı da olsa sömürgecilikle ya da en azından sömürgeci devletlerle işbirliği yapmakla suçlandığı görülüyor. Bu suçlamalardan pek tabii olarak Türkiye, isim verilmeden de olsa, nasibini alıyor. Türkiye’nin tavrını “sopayı ortadan tutma” olarak niteleyen yazarlar, “kardeş ülke” Türkiye’nin taraflarla ilişkilerinde bir denge gözetmeye çalıştığının altını çiziyor. Arap yazarlar, ortak tarihî geçmiş dolayısıyla Türkiye’yi doğrudan itham etmemeye özen gösterseler de, Barış Gücü’ne karşı çıkan yazıların satır aralarından, Türkiye dâhil Barış Gücü’ne destek veren tüm ülkelerin Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek ve ABD-İsrail oyununa gelmekle suçlandığı sonucu çıkarılabilir.
Endişeli Bekleyiş Sürüyor
Gelişmeleri büyük bir endişe ve kuşkuyla izleyen Lübnanlıların kafalarında ise tek bir soru var: O da, Avrupa, BM ve Arap ülkeleri, 33 gün süren ve Güney Lübnan’ı harabeye çeviren savaşta İsrail’i ateşkes ilan etmeye dahi ikna edemezken; BM Barış Gücü’nün İsrail tarafından Lübnan’a yönelik olarak başlatılacak yeni bir saldırıya karşı koyup koyamayacağı sorusu. Barış Gücü konusunda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın yaptığı açıklamalar da oldukça dikkat çekici. Mevcut durumun 1701 sayılı karar sayesinde savaşın başlangıç tarihi olan 12 Temmuz öncesine göre pek de değişikliğe uğramayacağını dile getiren Nasrallah, “Lübnan ordusu sınır bölgesinde yerleşimini tamamlayacaktır. İsrail askerleri de muhtemelen bölgeden çekilecektir. UNIFIL gücü ise Lübnan ordusu ve hükümetiyle anlaşacağı şekilde yerleşecektir” diyerek bu noktada bir sorunun oluşmayacağına inandığını ifade ediyor. Lübnan ordusunun görevinin, direnişi silahsızlandırmak, direniş gücüne karşı casusluk yapmak olmadığını da vurgulayan Nasrallah, UNIFIL gücünün görevini de “Hizbullah’ı silahsızlandırmak” değil; “Lübnan devletine yardım etmek ve toprakların korunmasında Lübnan ordusuna destek vermek” olarak özetliyor! Barış Gücü’nün 1701 sayılı karara uyması durumunda ortada bir sorunun kalmayacağına sık sık vurgu yapan Nasrallah, Lübnan ordusu ya da UNIFIL’in, anlaşma maddelerinde yer almayan bazı görevleri üstlenmeye kalkışması durumunda ise bambaşka bir manzaranın oluşabileceğine dikkatleri çekmek ister gibi görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et