ANLAYIŞ, 40. sayısına ulaştı. Geriye dönüp bir muhasebe yapma zamanıdır. Hatırlayacaksınız, ilk sayının ‘Merhaba’sında, adımızın serüvenini şöyle açıklamıştık: “Yüzleşme. Karar. Duruş. Anlayış. İlk üç kelime daha önce tescil edilmiş olduklarından, dergimizin adı Anlayış oldu. Bu isimlendirme süreci, elinizdeki dergiyi niçin yayımlamakta olduğumuzu da bir ölçüde açıklıyor. Kendimizle ve dünyayla yüzleşmek istiyoruz. Bu karar, bizi sağlam bir duruş ve derin bir anlayış sahibi kılacak temel adımdır. Yüzleşmeden istikametimizi doğrultamaz, kendimizi ve dünyayı anlayamayız. Anlamadan, değiştiremeyiz. Değiştirme niyeti taşımadan da anlayamayız. Bu diyalektik sarmal, kendimizi içine mahpus bulduğumuz düzenin tarihini keşfetme yolculuğuna çıkarır bizi. Sonunda ‘anlarız’ ki, düzenin tarihi ile tarihin düzeni iç içedir. Tarihin düzenine akıl erdirdikçe, düzenin tarihini doğru anlamaya başlarız.”
Derginin misyonunu 1998 yılından beri tartışıyorduk. Dergimiz hem genç kalemler için bir alıştırma ve kendini geliştirme platformu, hem de genç okuyucular için daha derin düşünebilme vasıtası olsun istiyorduk. Gençtik; tarih ve düzenle başımız dertteydi. Tartışmalarımızdan, esprili arkadaşlarımızın “5 M Nazariyesi” adını taktıkları yeni bir bakış açısı çıktı! Bunu da yine ilk merhabada okuyucularımızla paylaştık:
“Tarihin düzeninde hiçbir şeyin gerçekleşmesi MUKADDER değildir. Fakat bazı şeylerin gerçekleşmesi daha MUHTEMELdir. Beşerî aklın sınırları içinde, Muhtemeli kavramaya çalışıyoruz. Yolculuğun ilk durağında bizi üç mim daha karşılıyor: Mevcut, Muhayyel ve Mümkün. MEVCUTu kabullendikçe, yolculuk arzumuz köreliyor. Düzenin tarihini kutsamaya başlıyoruz. MUHAYYELden başka bir şey düşünmedikçe, tarihin düzenini kavrayamıyoruz. Radikalliğimiz bir nesil içinde teslimiyete dönüşüyor. Kurtuluşumuz, MÜMKÜNü kavramakta yatıyor. Mümkün, mevcuttan daha muhteşem; muhayyelden daha soyludur.”
Özellikle derginin TopluYORUM bölümünde Mümkünün sınırlarını zorlamaya çalıştık. Kırk sayıda, yaklaşık 200 kişinin katıldığı bu ortak akıl arayışlarının ilk 20 tanesi “Sistemle Yüzleşme” başlığı altında kitaplaştı. SöyleşiYORUMlarda ise Abdullah Gül’den Ahmet Davutoğlu’na, Ömer Dinçer’den Ahmet Ertürk’e kadar Türk siyaset ve bürokrasisinin yeni ve etkili isimleri; ayrıca Andre Gunder Frank, Immanuel Wallerstein, Michael Mann gibi dünya sosyal biliminin dev isimleri Türkiye’de ve küresel sistemde olan biteni yorumlamaya çalıştılar. A. G. Frank söyleşimizden bir süre sonra vefat etti. Sanıyorum bu sohbet, radikal düşünürün son sözleri, bir nevi vasiyetnamesiydi.
Anlayış, temelde bir siyaset ve ekonomi dergisi olmasına rağmen, söyleşilerde sanat insanlarını unutmadık. Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören gibi edebiyatçılar; Ahmet Uluçay, Mecid Mecidi gibi sinema yönetmenleri de sayfalarımıza konuk oldular.
Kapsamlı bir muhasebe için elbette derginin bütün bölümlerine atıfta bulunmam gerekiyor. Sadece İhsan Fazlıoğlu’nun çiçekbalı yazıları ikinci bir ‘nazariye’ kurmaya kâfi gelir. Yer darlığı nedeniyle, muhasebeyi aylık bildiri niteliğindeki merhaba yazılarıyla sınırlamak zorundayım.
Kaos, Umut Kaynağıdır
Olumsuz kelimeler insanları ürkütür. Karanlık, tufan, kaos gibi. Fakat her birinin içinden kendi zıtları çıkar. Kaos endişe kaynağı olduğu kadar, ümit ve heyecan kaynağıdır da. Bugün endişeliyiz; çünkü bir avuç Atlantik-ötesi terörist dünyamızı ateşe vermeye hazırlanıyor. Ümitliyiz; çünkü kaotik ortamlarda tabiat yasaları değil, kaos yasaları geçerlidir. Yasası olsa kaos olmazdı, demeyin! Var, hem de son derece şevk verici yasalar.
Birinci kaos yasası, oransızlık yasasıdır. Kaotik (dengeden uzak) ortamlarda, girdi-çıktı münasebeti bozulur. Küçük bir girdi, muazzam hasıla ile sonuçlanır. İkinci kaos yasası, hem oyuncusu hem seyircisi olduğumuz tarihin düzeninde, oyuncu yanımızın ağır basmasıdır. Oyuncu isek, her şey önceden belirlenmemiş demektir. Bu gerçeği en son anlayanlar, oyunun kurallarını koyduğunu sananlardır. Üçüncü kaos yasası, ilk iki yasanın bileşkesidir: Kontrolden çıkmış bir dünyada, bilinçli/sistemli hareket edebilen küçük topluluklar akıl almaz sonuçlara ulaşabilirler!
Kaotik dünya düzenimizin yeni kutsal kelimesi: Küreselleşme. Hem bir durum, hem bir ideal. İki asır önce Medenileş(tir)me ile başlayan sürecin son durağı. Aradaki istasyonlar İngilizleş(tir)me, Fransızlaş(tır)ma, Avrupalılaş(tır)ma, Batılılaş(tır)ma ve Modernleş(tir)me idi. Aynı tahakküm sürecinin re-enkarnasyonları. Batı yönünden aktif, Doğu yönünden pasif bir devinim. Doğu seçmiyor, maruz kalıyordu. Olmuyor, olduruluyordu.
Küreselleşmenin bir dayatma olduğunu bugün en fazla ‘oldurulan’ Ulusçular dile getiriyor. Oysa Uluslaş(tır)ma yukarıdaki bütün istasyonların ortak paydasıydı. Son durakta ulus-devletin bile Sistem’e ayak bağı olduğu anlaşılıyor. Emeklilik, her memurun kaderidir. Kapitalizm sosyalistler kadar ulusçuları da büyük bir incelikle kullanageldi. Milliyetçilik milleti değil, devleti güçlendirdi. Millî devletler, Sistem’e kafa tutabilecek millî unsurları tepeleyecek kadar güçlü, Sistem’e bizzat kafa tutamayacak veya asileri koruyamayacak kadar güçsüz kaldılar. ‘Doğu’ toplumları ulusluk/küresellik cenderesini kırabildikleri ölçüde Millet olabileceklerdir. Ancak milletlerin devleti olabilir. Ancak milletler tarihî akış içinde bir şey ‘olabilir’. Milletin yurdu tarihtir. Tarihdaşlık, ulusal/kültürel yağmacılık ve despotluğa direnmenin biricik siperidir.
Anadolu’yu Müslümanlaştıran bilge insanlar, dergâhlarını birer çınar ile ölümsüzleştirirler. Muradiye’deki Ulu Çınar, Somuncubaba ve Eskicibaba çınarları Kızılelma’dan önemli işaret taşlarıdır. Mekâna vurulan mühürdür çınar, zamana okunan içten bir dua. Serin bir gölgeliktir, derin bir rüya. Akasyaların bozduğu Anadolu, çınarı yeniden keşfediyor. Akasya Ankara’dır, çınar Bursa ve İstanbul. Akasya bencidir, bir neslin ağacıdır. Çınar özgecidir; beşinci, onuncu, yüzüncü neslin gölgelenmesi içindir. Ankara akasyadır; sadece kendini gölgeler. İnsanı canlandırmaz, yutar. Anadolu çınardır, gölgesi dünyayı tutar.
Ankara devlettir, Anadolu millet. Milletin önü açılmazsa, devlet behemehal ayakta kalmaz. Türklerin en önemli yönetim bilimi ansiklopedisi bu gerçeği 9 asır önce büyük bir vuzuhla dile getirmişti: “Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır; askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için, halkın zengin olması gerekir; halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır, dördü birden ihmal edilirse, devlet çözülmeye yüz tutar.” (Kutadgu Bilig, 2057-59.maddeler) Devlet, “kodum mu oturturum” kabalığı değil, doğru yasaların denetimindeki kolektif akıl ve sorumluluktur.
Dünyaya düzen verebilmesi için, insanoğlunun kendi iç düzenini kurmuş olması lâzım. Kapitalizm küreselleştikçe, para-kredi mekanizmalarını elinde tutan küçük bir azınlığın dünyaya hükmetme iştahı kabarıyor. Buna bir de siyasî-askerî elitlerin ihtirasları eklenince, dünya nefes alınıp verilecek bir yer olmaktan çıkıyor. Küreselleşmeyi sonsuz kâr, dolayısıyla sonsuz üretim ve tüketim anlayışıyla sürdürülen bir ekonominin bütün yerküreyi içine alması olmaktan çıkarmak zorundayız. Küreselleşme medeniyetler arası gerçek bir etkileşim sürecine dönüştürülebilir. Böyle bir süreci Büyük İskender başlatmış, Osmanlılar devam ettirmişti. Kapitalist sömürgeciliğin akamete uğrattığı bu yönelişi ihya etmek temelsiz bir idealizm değil, insan ve içinde yaşadığı tabiat için bir ölüm kalım meselesidir. Millî devletler, bu gayeye omuz verdikleri ölçüde gerçekten millî olabileceklerdir.
İlkeli Değilseniz, Düzen Kuramazsınız!
Soğuk Savaş düzeninin karşıt kutupları ABD ile SSCB idi. Yeni küresel düzenin karşıtları ise ABD ile el-Kaide. George W. Bush ile Usame bin Ladin. Yönetmek de, diretmek de güç değil, bilgelik ister. ABD kaba güç kullanarak dünyaya düzen vermek istiyor; sözde muhalif özde muhayyel direnç odağı el-Kaide aynı mantıkla cevap veriyor. Soros gibi ünlü bir spekülatör bile Amerikan neokonservatizmini “kaba bir toplumsal Darvinizm” olarak niteliyor. Kaba, çünkü “en uygun olanın ayakta kalmasında sadece rekabeti vurguluyor, işbirliğinin önemini es geçiyor.” Amerika’yı yönetenler, hegemonyalarının çözülüş aşamasında “En büyük ABD, başka büyük yok!” psikozuna yakalandılar.
Dünya düzeninin mevcut durumundan Soros bile memnun değil. Sıkışan Amerikan elitinin imparatorluk rüyası uluslar-ötesi kapitalist eliti tedirgin ediyor. Yazı ve şehir hayatının bilindiği 5000 yıllık medenî tarihin 4800 yılına egemen olan ana yönetim birimi imparatorluk idi. Kapitalizm kökleştikçe, imparatorluklar yerlerini irili ufaklı millî devletlere bıraktılar. Küreselleşme şiddetlendikçe, merkez devletler birleşip birer imparatorluğa dönüşüyor. Çevredekilerse şaşkınlık içinde, muhayyel ulusluklarına sarılıyorlar. Dar ve kurgusal ulusluk mümkün ve yeterli olsaydı, Almanlarla Fransızlar kol kola Avrupalılığı inşa etmeye girişirler miydi?
Yeni düzenin jandarması NATO, genel kâtibi BM. “NATO kafa NATO mermer” ibaresinin ne anlama geldiğini bilen var mı? Ekşi Sözlük’te iddia edildiği üzere, Soğuk Savaş döneminde NATO kafayı, Varşova Paktı ise kafasızlığı mı simgeliyor? Öyle olsa bile, şimdi kafayla kafasızlığın el ele verdiğini görüyoruz. Yeni ittifak kime karşı? 11 Eylül sonrası moda cevap: Küresel terörizme karşı! Bunu ikna edici olmaktan uzak bulan siyaset felsefecisi Fred Dallmayr, 11 Eylül’ün küresel bir siyasî hesap açığını gözler önüne serdiğini söylüyor: “Küreselleşme kelimesinde ifadesini bulan ulus-ötesileşme veya uluslar-arasılaşma ile geleneksel ulus-devlet sisteminin arasını bulacak norm ve kurumlardan yoksunuz!”
Medeniyet tarihçileri hesap açığının sadece siyasî değil, aynı zamanda kültürel olduğunu ileri sürüyorlar. Sorokin’e göre, maddî hazlara öncelik veren duyusal (sensate) kültürden, maneviyatı öne çıkaran ‘ülkücü’ (idealistic) kültüre geçmeden bir medeniyet yenilenmesi meydana gelmez. Bediüzzaman da çağdaşı Sorokin gibi düşünüyor; aksi durumda zenginlerle yoksulların savaşının dünyayı yaşanmaz kılacağını belirtiyordu.
NATO, kırmızı kuvvetleri yedeğine alan mavi kuvvetlerin yeşil, sarı, kahverengi ve siyah kuvvetlere karşı ittifakı mı? Böyle bir ittifak ne kadar sürdürülebilir ve ne ölçüde etkili olabilir? Türkiye böyle bir ittifakta hangi hüviyetle yer tutabilir, ne gibi roller oynayabilir? Bu ve benzeri soruların ciddi cevaplarını aramak zorundayız.
ABD’yi küresel bir imparatorluğa dönüştürmeyi amaçlayan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) patlamaya başladı. Irak kan gölüne döndü; Filistin ve Lübnan’da binlerce ocak söndü. Amerikan yönetiminin akıl hocaları şunu vurguluyorlar: “Her medeniyet son evresinde bir imparatorluk doğurur. Bu büyük yapı, medeniyetin merkezinde değil, taşrasında vücut bulur. Atina merkezli klasik uygarlığın, Roma’da bir imparatorluğa dönüşmesi gibi. Şimdi de Avrupa’da doğan modern medeniyet, Amerika-merkezli küresel bir imparatorluğa yol veriyor. Diğer toplumlara düşen, bunu efendice kabullenip boyun eğmektir!”
İmparatorlukların oluşumunda böylesi ‘nesnel’ şartlar rol oynayabilir. Fakat daha önemli olan ‘öznel’ (insanî) davranış biçimidir. ABD, işgal ettiği Irak’ta vahşetin bütün yüzlerini sergiliyor; taşeron olarak kullandığı İsrailliler ise Filistin ve Lübnan’da... Moğollar da aynen böyle düşünüyor, Tanrı’nın yeryüzünü kendilerine tahsis ettiğini söylüyorlardı. İki yüz yıl boyunca Avrasya’yı talan ettiler. Fakat kalıcı bir siyasî yapı kuramadılar. İlkesiz, imparatorluk değil, küçük bir köy bile kurulamaz.
Kendini Sokan Akrep
Türkiye, dünyanın gündeminde; dünya, Türkiye’nin gündeminde değil! Kendimizle o kadar uğraşıyoruz ki, dünyayla baş etmeye mecalimiz kalmıyor. Kamusal alan, kamuyu kafesleyen bir hapishane. “Devlet benim!” pozundaki sefil bürokrasi, milleti çevreleyen bir tel örgü adeta. Medya ve aydınlar, demokrasi düşmanı bürokrasinin suç ortağı. Mehmet Akif, bu tipleri 100 yıl öncesinden görür gibidir:
Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.
Dikkat ediniz, Türkiye uluslararası alanda mesafe kat edip güçlendikçe, içerideki gerilim artıyor. Ülkeyi son 15 yılda iki terörün (PKK ve yüksek reel faiz terörü!) cenderesine alanlar, iktidardan uzaklaşınca vatan kurtaran aslan kesiliyorlar. Kimse “300 milyar dolarlık iç ve dış borç nasıl oluştu; kim, kime, hangi avanta(j)ları sağladı?” diye sormuyor. İşimiz gücümüz başörtüsü ve İmam-Hatipler. Akılsızlık çağının esafil-i şarkıyız (Doğu’nun sefilleri).
Türkiye, Necip Fazıl ve Nurettin Topçu gibi, Kemal Tahir ve Cemil Meriç gibi ciddi düşünürlerimizin yıllar önce dile getirdikleri şekliyle, ‘varolmak’ için içerideki avantacıları tepelemek ve Bu Ülke’nin emperyalizm karşısındaki yükselen sesi olmak zorundadır. Bu Ülke sadece Anadolu coğrafyası değil, aynı zamanda ve öncelikle bin yıllık tarihtir, kültürdür, bilinçtir. Küresel yağmacılığa karşı gerçek direnç odakları bu bilincin yaşatıldığı toplumsal zeminlerdir. Türkiye’de, Ortadoğu’da, bütün dünyada.
Başta Sayın Cumhurbaşkanı Sezer olmak üzere, Ortadoğu’nun Türkiye’yi ilgilendirmediğini söyleyenler, Türkiye’nin gerçek gücüne inanmayan; daha doğrusu bunu fark etmeyenlerdir. Ünlü toplumbilimci Immanuel Wallerstein ile yaptığımız söyleşide bize başlıca mesajı şu olmuştu: Kapitalist Sistem geçiş krizinde olduğundan, büyük yapılar artık belirleyici değildir. Sisteme gerçekten muhalif iseniz, gün sizindir! A. G. Frank’in Avrupa yolundaki Türklere mesajı kısa ve netti: Avrupa’ya girin, fakat gözünüz Asya’da olsun. 21. yüzyıl Asya’nındır. Michael Mann ile yaptığımız söyleşinin mesajıysa ilginçti: AB, yığınların değil, elitlerin Avrupa’sıdır. Elitler, Türkiye’nin Avrupa’ya dâhil edilmesine karar vermiş bulunuyor. Ve bu karar Avrupa’nın hayrınadır; zira Bush ve çetesinin ahmakça kışkırttığı medeniyetler çatışması ancak Türklerin katkısıyla önlenebilir.
Avrupa’nın hayrına olan, aynı zamanda Türkiye’nin de hayrına olabilir mi? Belki! AB, Türkiye sayesinde doğusunu emniyete alırken; Türkiye AB sayesinde batısını emniyete alıyor. Çeyrek yüzyıl sonra, dünya ekonomi politiğinin merkezi Asya’dır. Türkiye, nihai AB üyeliğinden önce, müzakere sürecinin verimini hesap etmeli. Vereceği tavizleri “belki üye olurum” beklentisiyle değil, bedelini peşin tahsil ederek vermeli; müzakere sürecini bir ekonomik ve politik güç temerküzüne dönüştürmelidir.
Paylaş
Tavsiye Et