İSRAİL’İN Lübnan’a saldırısı sonrası Türkiye, 6 Şubat, 1 Mart ve 20 Mart 2003’te yaşadığı tezkereli gündemlerin dördüncüsüne doğru giderken, çarpışan her argüman, dile getirilen her kelime kendi öz anlamını aşan bir niteliğe bürünecek biçimde kullanılıyor. Hazır ortam oluşmuşken Türkiye’ye özgü siyasal-ideolojik kesimler de, mevcut tablodan en uygun manzarayı koparmak için ellerine fırçayı almış görünüyor. “Türk ordusu Lübnan’a gitsin” ya da “gitmesin” diyenlerin bile çoğu zaman farklı gerekçelerden yola çıkmalarının yanı sıra, “Türk ordusu Kandil’e gitsin” diyenler, fırsattan istifade, “Osmanlı’yı arkadan vuran kalleş Araplar” jargonunu araya sokuşturanlar, “Gitsin ama…” ya da “Gitmesin ama…” koşullanmalarıyla kafa karışıklıklarını ‘entelektüalizm’le perdelemeye uğraşanlar tartışmayı zeminsizliğe sürüklüyor. En akıl/gerçek/sıra dışı görünen gerekçe ve söylemin bile, güçlü bir rasyonaliteden besleniyor oluşuna şaşmamak mümkün değil; ancak bu parçalı rasyonalite, paradoksal bir biçimde, tutarlı ve sağduyulu bir ortak tavrın oluşturulmasının önündeki en ciddi engel oluyor. İdeolojik tercihlerin belirleyiciliğinden başka, yakın dönemde pek çok uluslararası konuda karşılaştığımız gibi, burada da referans alınan ölçeklere göre değişen tavırlar söz konusu. Keza birey, ulus, ümmet, küre ölçekleri düzeyinde dillendirilen söylemler de, kendi içlerinde değişik, hatta çelişik gerekçelerden üretilebiliyor. Dikkat edilirse, sözünü etmeye çalıştığımız konunun adını, bir türlü koyabilmiş değiliz; zira hangi adlandırmaya başvurursak vuralım, bir tercihi de açığa çıkarmış olacağız. Lübnan’a “barış gücü” göndermek ile “asker” göndermek birbirinden farklı şeyler olduğu gibi, “Türk askeri” göndermek bambaşka bir tavır ve tercihi yansıtacaktır. Tuzu kuru kimi reel politikçi uzmanların terennüm ettiği gibi “BM misyonuna katılmak” desek, bu sıcak meselenin ağırlığı ve ciddiyetinin buz kesmesi tehlikesi var. Hele ki, NATO’ya katılmak uğruna 1950’de bir tugay yolladığımız Kore Savaşı’nda 1000’e yakın Türk askerinin can verdiği hatırlanırsa, BM misyonu ifadesinin fazlasıyla soğuk ve sevimsiz bir tınıya dönüşmesi işten bile değil.
Peki, adını bile koyamadığımız mevcut tartışmayı nasıl değerlendirmek lazım? “Deniz kenarını mesken tutup silahlı kamp kuran Rufailer” haberleriyle, medyadan işareti alan ve devir-teslim sırasında “TSK’nın Cumhuriyet’i koruma ve kollama vazifesi” çerçevesinde içerideki irticai güçlere gürleyen ‘şahin’ Genelkurmay Başkanı gibi, “Lübnan’a asker gönderme kararı siyasî iradenin işidir” deyip -ki doğru olan bu tavrın her iki durumda da gösterilmesidir- sıyrılabilsek keşke. Gel gör ki, sonucun hukuki sorumluluğuyla en az Cumhurbaşkanı kadar ilgisiz olduğu halde, vicdanî sorumluluk sahibi her vatandaş, konunun bütün ölçeklerde yakından takipçisi olmak zorunda. Bu bakımdan, “Lübnan’a asker göndermeme” konusunda Cumhurbaşkanı ile tuhaf bir şekilde aynı noktada buluşmakla beraber, tamamen birbirine zıt gerekçelerden yola çıkan yaklaşım sahiplerinin de bulunduğunu eklemek gerekiyor.
Ne İçindeyiz BOP’un, Ne Dışında…
Aslında Türkiye’den ve İsrail’i tanımazlık etmeyen pek çok ülkeden Lübnan’a asker göndermesinin talep edilmesi, “Lübnan’a gitmek” ya da “gitmemek” ikileminin ötesinde, pek çoğumuzun bilinçaltına yolladığı bir soru’nun geciken cevabının talep edilmesidir: “Büyük Ortadoğu Projesi’nin içinde misiniz, dışında mı?” ABD-İsrail elbirliğiyle dünyanın geri kalanına “ya içindesiniz ya dışında” tehdidi savrularak yürürlüğe konan BOP’un içerisinde “demokratik ortak” olarak yer aldığını daha önce açıklayan Türkiye, bir bakıma “hem içindeyim, hem dışında” mesajı vermek istemişti. Uygulamada da önce 1 Mart 2003’te Irak’a asker gönderme tezkeresini reddederek dışarıda kalmaya; ardından 20 Mart tezkeresini kabul ederek içeride olmaya çalışmıştı. Böylece, neo-conların belki de en fazla canını sıkan gri alanları kullanarak, kendisine biçilen modellik rolünden farklı olarak, üçüncü yol seçeneğinin değerlendirilebileceği konusunda model olmuştu.
Bugün de, ülkede eline fırçayı alıp kendi ağacını boyamakla meşgul olan acemi ressamlar orman manzarasını berbat etmeden önce, dış politikadaki tutarlılığın sürdürülmesi adına, yine bir üçüncü yol bulmak elzem görünüyor. Çünkü Lübnan’a asker gönderme konusu ne dünyadan el etek çekmiş, içeriye şahin dışarıya güvercin kesilen ulus-devlet refleksleriyle, ne de “Endonezya’da burnu kanayan tebaası için Hint donanmasını göreve yollayan şanlı Osmanlı” hamasetiyle açıklanacak gibi değildir. Öyleyse “gidelim-gitmeyelim” kolaycılığından öte, buradaki üçüncü yol, her halükârda Türkiye’nin Ortadoğu’daki komşuları -bunlara ABD de dâhil!- tarafından algılanış biçimine zarar vermeyecek bir nitelik taşımalıdır. Silahlı asker yollamak başka; insanî yardım konvoyları, sivil toplum kuruluşları, resmî-sivil temsilciler ve -keşke- başta Filistinliler olmak üzere bölge halklarının acısını paylaşıp İsrail’in katliamlarını dünyaya güçlü biçimde duyuracak medya ile Lübnan’da ve de Filistin’de bulunmak bambaşka bir şeydir. Lübnan’da asker bulundurmanın psiko-sosyal, tarihsel ve sembolik önemi elbette inkâr edilemez; ancak hangi misyonla, hangi çatı altında, kimlerin daveti üzerine gidildiği ve orada kimlerle çatışma ihtimalinin olduğu daha önemlidir. Zaten Batı’daki Türkiye imajı, gerek ekonomideki kırılganlıklar, gerekse iç sosyo-politik gerilimlerin iki asırdan bu yana bir türlü dinmemiş olması nedeniyle, Osmanlı’nın son dönemindeki hasta adam imajından pek hallice iken, bir de Ortadoğu’da özellikle halklar nezdinde kazanılmış çiçeği burnunda itibarı heba etmeye değer mi? Üstelik bundan 11 yıl önce Srebrenitsa’da BM Barış Gücü gözetiminde katledilen Müslümanların hâlâ cesetleri çıkarılmaktayken, New York’taki binasının akan çatısını onarmak için Amerikan yönetiminden ödenek uman BM’nin ‘çatısı’ altında bölgede bulunmak ne denli güvenlidir? Görüldüğü gibi, Kana katliamı sonrasında bile Amerika’nın baskısı üzerine İsrail’i kınayamayan BM, saldırıya uğrayan “Hizbullah’ı silahsızlandırmak” gibi saçma sapan bir görev tanımı yapıyor. Hal böyle olunca, Lübnan’a gidecek Türk askerinin bize pek cazip gelen sembolik değeri, daha makro düzeyde bakıldığında, olumsuz bir sembolik değere dönüşme riskini de barındırıyor.
Silahlı Rufailer Lübnan’a…
Son olarak eklemek gerekirse; Afganistan’a giden Barış Gücü Afgan Hükümeti’ni Taliban’dan, Kosova’daki ise Kosovalıları Sırp saldırılarından korumak içindi. Bu durumda Lübnan’a gidecek Barış Gücü’nün Lübnan’ı savunmuş olan Hizbullah’ı silahsızlandırmak için konuşlanacak olması tam bir garabet arz ediyor. Lübnan’a saldıran, milyonlarca dolarlık altyapı hasarına, 1,5 milyondan fazla kişinin evini terk etmesine neden olan ve 1500’e yakın masum sivili katleden Hizbullah mı, yoksa İsrail mi? Eğer Türk ordusu, Lübnan’ı veya Filistin’i İsrail saldırganlığından koruyacaksa, hemen gitsin; keşke gücü yetse de, nükleer İsrail’i silahsızlandırma misyonunu da yüklense… Yoksa bu misyonu, deniz kenarında pompalı tüfeklerle eğitim yapan(!) Rufailere mi tevdi etsek…
Paylaş
Tavsiye Et