Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2006) > Yüzleşiyorum > Cumhuriyet’i koruma sanatı
Yüzleşiyorum
Cumhuriyet’i koruma sanatı
Mustafa Özel
REKTÖRLER ayaklandı! Evinde 250 parça tarihî eser yakalanan ve çeşitli suçlarla yargılanıp hapse atılan bir meslektaşlarını ‘kurtarmak’ üzere, YÖK öncülüğünde bütün üniversite rektörleri tarihî Van Seferi’ne çıktılar. Bu hareketi Batı literatüründeki revolt (isyan) ve benzeri kelimelerden ziyade, Osmanlı literatüründeki velvele veya gulgule gibi kelimelerle tavsif etmemiz daha isabetli olur. Öyle bir velvele ki, devletin zirvesinde bile yankısını buluyor.
Seçimden çok atama yoluyla koltuklarına kurulan rektörler, demokratik çerçeve içinde üniversiteleri bile temsil yetkisine sahip olmadıkları halde, “Devlet biziz,” ve “Cumhuriyet bizden sorulur!” diyor; yargı ve yürütme erklerini “hizaya girmeye” çağırıyorlar. 27 Mayıs öncesinde olduğu gibi, hukuksuzluğu bilim şemsiyesi altında hortlatmaktır bu. Talihsizlik şu ki, bazı devlet, siyaset ve işadamları ile “hür ve bağımsız” medya mensupları da bu şuursuz velveleyi “devleti koruma” ile bir tutuyorlar.
Devletler inanç sayesinde ve bilek gücüyle kurulur, itimat sayesinde ve akıl gücüyle korunurlar. İnançsız, itimatsız ve akılsız bir topluluğun, sadece bilek gücüne sinyal göndererek devleti sözüm ona ayakta tutmak istemesi olsa olsa bir ihtilâl-i şuur (bunama) belirtisidir.
Yıllar önce, Taksim parkında Mehmet Genç Hoca’yla oturmuş, memleket ahvaline dair söyleşiyorduk. Söz dönüp dolaşıp aydınlara geldiğinde, Necip Fazıl hakkında unutulmaz bir değerlendirme yaptı: “Ankara’da talebeydik. Ben, Sezai Karakoç, filan. Necip Fazıl geldiğinde dinlemeye giderdik. Üstad kimseyi beğenmez, açıkçası bizi de, gözümüzde büyüttüğümüz en mühim aydınları da küçük görürdü. Onun bu halini şairliğine hamleder; kendini İstanbullu bir aristokrat saydığından, biz dahil bütün ‘Anadolu çocuklarını’ horladığını düşünürdük. Yıllar sonra İstanbul aydınlarına karışıp, çoğunun ne mal olduğunu yakından gördükten sonra, ‘Necip Fazıl baştan sona haklıymış’ dedik!”
Genç Hoca’ya T. S. Elliot’ın Amerikan aydınlarına dair bir sözünü hatırlattım: “Amerikalı aydın ancak 40 yaşına ayak bastığı zaman 1 yaşındaki Avrupalının idrak seviyesine ulaşır!” Gülerek, ‘benim teorim daha acımasız’ dedi: “Türk aydını 39 yaşına kadar bebektir; 40 yaşında ise bunak olur!”
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, 27 Mayıs darbesi öncesi ve sonrasında, 12 Eylül ve 28 Şubat müdahaleleri sırasında en genel anlamda ‘aydınların’ ve nihayet günümüzde üniversite rektörleriyle onları destekleyen medya magandalarının tutumları Mehmet Genç’in acımasız ‘teorisini’ ne yazık ki haklı çıkarıyor.
 
Devlet Neyin Muhafızıdır?
Ülkenin ve onun kuruluş ideolojisinin muhafızı, diye cevap verilebilir. Devlet ile ülke (=belirli sınırları olan ve bu sınırları devletlerarası sistem tarafından kabul edilen toprak parçası), ülke ile de millet neredeyse özdeş sayıldıklarından, devletin kuruluş ideolojisi millet için bir amentü haline getiriliyor. İdeolojinin tecessümü, yani belirli kişi ve ilkelerde somutlaştırılması ise her ülkede farklı biçimlerde gerçekleşiyor.
Mesela, devlet ideolojisi Mısır’da Nasırcılık, Sedatçılık, Mübarekçilik biçiminde somutlaşıp, her bir dönemde o günkü lider kutsanıyor; öncekiler ise eleştiriliyor. Türkiye’de ise aksine kurucu lider kutsanıyor, iktidardakiler eleştiriliyor. Bunun için çoğu kez ileri sürülen gerekçe şudur: Mustafa Kemal’den sonra, onun kadar büyük bir devlet adamı yetişmedi! Kendinden sonrakiler sayısız hatalar yaptıkları halde, Mustafa Kemal’in hiç hata yapmamış olması mantıksız olduğuna göre, bu tür bir kutsamanın gerekçesi ne olabilir? Gerçek şu ki, bir ‘gaza’ devleti olan Osmanlı’nın devamı niteliğindeki Türkiye Cumhuriyeti’nde, millet ancak bir ‘gazi’yi takip edebilirdi. Mustafa Kemal gazi unvanlı son liderdi. 1938-50 döneminde İnönü benzer bir mertebeye yükseltilemediğinden, millet nazarındaki rütbesi hep düşük kaldı. Nitekim, girdiği hiçbir seçimde halkın rağbetini kazanamadı; kimse Paşa’nın peşinden gitmedi.
“Peşinden gitmek,” büyük sosyo-politik sistemlerin olmazsa olmaz şartıdır. Bunu “sürü psikolojisi” sayıp hafife alanlar, hakiki hafifmeşreplerdir. Birkaç yıl önce bana Konya’da şöyle bir olay nakledildi: Şehrin önde gelen 20 şahsiyetine telefon ediliyor: “Telekom’dan arıyoruz. Beş dakika sonra telefonlarınıza merkezden yağ pompalanacaktır. Lütfen tedbirinizi alın!” Beş dakika sonra tekrar arayıp ne tedbir aldıkları soruluyor. Bir kişi hariç, hepsi telefonlarını ya bir leğene koymuş, yahut sarıp sarmalamışlardır.
Deneyi yapanlara dedim ki, Konya’nın büyüklüğünü ispat ettiniz. Yönetenle yönetilen arasındaki itimat duygusunun bu derece yüksek olduğu bir sosyo-politik sistem kolay kolay yıkılmaz! Gözlerindeki şaşkınlığı anlatamam. Onlar bu deneyi Konyalının düpedüz akılsızlığını ispat için yapmışlardı ve sonuç onları doğruluyordu. Telefon kablosundan yağ gelmesi mümkün müydü? Bir çocuk bile bunun saçmalığını anlayamaz mıydı?
Hayır, dedim. İster şirket, ister devlet yönetiminde olsun, ana ilke rasyonalite değil, güvendir. Akletmek, hesabîliği itimadın üzerine çıkarmak değildir. Bugün de Türk milletiyle devleti arasında itimat bunalımı vardır. Devlet katında ciddi bir ideolojik yenilenme olmadıkça, bu bunalım aşılamayacaktır.
Bazı köşe yazarları devlet ideolojisinin ancak savaşla değiştirilebileceğini söylüyor. Bu kışkırtıcı ifadeler yanlıştır; çünkü ne devlet, ne de devlet ideolojisi İslam’a/Müslümanlara karşı bir savaş verilerek geliştirilmiş değildir. Tam aksine, modern Türk devletinin temelinde Çanakkale’de akan kan, Millî Mücadelede akan kan yatmaktadır. Her iki direniş de İslam’a değil, İslam düşmanlarına karşı verilmiştir. Yeni devletin ideolojisinin siyaset düzleminde İslam’ı dışlaması, tamamen devletlerarası sistemin hegemonik güçleriyle yapılan pazarlıkla alakalıdır. Türkiye, realpolitikin soğuk kelimeleriyle ifade edersek, “İslam kartını oynamama” şartını kabul etmiştir. Bunun kısa vadede belirli yararları olmuşsa da, uzun vadede sürdürülebilir olmadığı açıktır. Jeokültürel imkânlarını kullanamayan bir devlet, jeopolitik/jeoekonomik avantajlarını değerlendiremez. Devletlerarası sistem içinde hiçbir ağırlığı, hiçbir pazarlık gücü olmaz. Yalnızlaşır.
Yalnızlaşan devlet, hırçınlaşır. Kurucu ideolojiyi gözden geçirip, mevcut zaaflarını giderici bir kalıba dökmeye çalışacağına, onu en kaba bir söylemle yeniden kutsallaştırmaya yönelir. Bunda en büyük âmil, hiç şüphesiz mevcut politik-ekonomik düzenin işleyişinden büyük (ve haksız) çıkar sağlayan örgütlü çevrelerin baskısıdır. Günlük hayatlarında devletten her an şikâyetçi olan, liberalliği ve demokratlığı göklere çıkaran bu insanların, böyle dönemlerde akıl almaz derecede devletçi kesildiklerini görürsünüz. Özgürlüğü bayraklaştırması gereken TÜSİAD gibi sermaye kuruluşları, İmam-Hatip okullarında okuyan öğrencilerin liselere yatay geçişine bile karşı çıkıyor; medyatik ifadeyle, “hükümeti uyarıyorlar.” Millî iradeyi ve hukuk sistemini savunmaları gereken baro yönetimleri, ara dönem özlemi içine giriyorlar. Devlet, palyatif tedbirlerle kurucu ideolojiyi pekiştirmeye çalışırken, aslında bu dar çevrelerin çıkarlarını muhafaza ediyor. Paradoks şu ki, devletin güçten düşmesinin baş sorumlusu, çıkarlarının muhafızlığını yaptığı bu azınlıktır. Devlet onları korurken, onlar devleti korumayı asla düşünmüyor.
 
28 Şubat’ın İkinci Perdesi mi?
Aliya İzzetbegoviç, Zindan’da tuttuğu notların birinde, İtalyan iktisatçı Labini’den hareketle şu tespiti yapıyor: “Yüksek öğretim üzerindeki tekel, sosyal grupların hakimiyetinin temel unsurudur.” Genelde başörtüsü yasağı, özellikle de 28 Şubat sonrası İmam-Hatip ‘soykırımı’, Türkiye’de yüksek öğretim üzerinden nasıl bir toplumsal hakimiyet kurulmak istendiğini çok açık göstermektedir. Hakimiyet ilişkileri çerçevesinde, yukarıdan atanmış olan üniversite rektörlerinin bugün sahneledikleri oyun, 28 Şubat’ın ikinci perdesine hazırlık gibi gözüküyor.
Aslında 28 Şubat müdahalesi Türkiye’de birçok kesimin ipliğini pazara çıkardı. Liberallerin militarist, demokratların oligarşi yanlısı, büyük sermayenin avantacı, aydınların kalpazan oldukları bir kez daha anlaşıldı. Millete 40 yılda dördüncü kez dar elbise giydirilmeye çalışılırken, her şeye rağmen aklıselim sahibi olabilenler için müdahalenin 1. yıldönümünde 7 maddelik bir beyanname yazıp Yeni Şafak’ta yayınlamıştım:
1. Devlet, milletin muhafızı değil, temsilcisidir. Temsil, muhafazayı içerir; fakat ondan ibaret değildir. Ordular, muhafaza ile görevlidirler; bunun ötesinde bir rol üstlenmeye kalktıklarında, devlet temsil fonksiyonunu yerine getiremez. Temsil, siyasetle mümkündür. Sıcak bir savaşın bile yüzde 70’i siyaset, ancak yüzde 30’u silahlı mücadeledir.
2. Siyasî temsil iki yönlüdür. Dahilî temsil, devletin (‘siyasî’ toplumun) ‘sivil’ toplumun ayrı ayrı parçalarının (bireyler, cemaatler, kurumsal yapılar...) birbirlerine düşmesini önleyici tavırlarıyla gerçekleşir. Haricî temsil ise, devletin bütün toplumu tarih içinde geliştirme, diğer toplumlara nispetle daha etkili kılma yönünde atacağı adımlarla gerçekleşir. Haricî temsilin etkili olabilmesi için, dahilî temsilde pürüzler olmaması, bilhassa ‘meşruiyet’ probleminin yaşanmaması gerekir.
3. Türk demokrasisinin 52 yıllık serüveni (1946-98) bir yıldır dördüncü bir kesintiyle yüz yüze bulunuyor. Temsil ve muhafaza fonksiyonlarını birbirine karıştıran yönetici elit, dahilî temsilin biçim ve muhtevasını ciddiye almamakta; haricî temsili ise büyük devletlerin dümen suyuna gitmekle bir tutmaktadır. Böylece son Türk devleti, uluslararası sistem içinde, milletinin güç ve potansiyeliyle asla uyumlu olmayan pasif bir noktada bulunmaktadır.
4. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, uluslararası sistemi bölgesel bloklara ayrılmış çokkutuplu bir yapıya dönüştürdü. Bu yeni yapı içinde, Türkiye gibi bölgesel güçlerin manevra alanları genişler. Nitekim, bunun doğal olarak bilincinde olan Türk devlet adamları “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar...” türünden ifadeler kullanmaya başlamışlardı. Oysa bugün, manevra alanı İsrail ile tatbikat yapmakla sınırlı, akıl almaz ölçüde yalnızlaştırılmış bir Türkiye karşısındayız. İçeride yeni meşruiyet problemleri ihdas edenler, dış temsilde ülkeyi tam bir çıkmaz içine sokmuşlardır.
5. Muhafaza fonksiyonunu temsil fonksiyonunun önüne alanlar şunu bilmelidirler ki; uluslararası sistem içinde manevra alanı kısıtlanmış bir ülkeyi, küçük bir ülkenin vereceği silah desteğiyle savunmak ve muhafaza etmek mümkün değildir. Savunma irâdesi de, silah desteği de içeriden gelmek zorundadır. Onun için, dahilî temsilde meşruiyet problemi vakit geçirilmeden halledilmek zorundadır.
6. Dış siyasî temsilde etkinliğin dinamosu ülke ekonomisidir. Şirketlerinin içeride mümkün olduğu kadar rekabetçi, küresel pazarda ise elden geldiğince tekelci olmasına çaba harcayan devletler, yarının büyük devletleri olacaklardır. Türkiye gibi, içeride rekabetçi şirketleri cezalandırıp iç piyasa tekellerini koruyan ve onları dışa açılmaya zorlamayan devletlerin geleceği karanlıktır. Sadece üç beş büyük firmaya ve Batılı şirketlerin desteğine bel bağlayan Güneydoğu Asya ülkelerinin bugünkü perişan hali yöneticilere ibret olmalıdır.
7. Bir siyasî sistemin ‘ilerilik’ ve ‘çağdaşlığı’, zarfının üzerinde demokrasi yazılmasıyla değil, temel insan haklarının yasal güvence altına alınmasıyla ilintilidir. İrtica, laiklik-karşıtlığı gibi yuvarlak ve mesnetsiz suçlamalarla temel insan haklarının askıya alındığı, böylece ekonomik sistemin yanı sıra, siyasî sistemin de tekelcilere teslim edildiği bir ülkede verimli bir ekonomik ve sosyal hayat sürdürülemez.
28 Şubat zihniyeti ülkeyi uçurumun eşiğine getirince, ‘devlet’ geri çekildi. Bu geri çekiliş AK Parti’yi iktidara taşıdı. Geçen üç yıllık sürede ekonomi az çok düzeldi; çalkantılı uluslararası ortama rağmen Türkiye’nin bölgede ve dünyada itibarı yükseldi. Telaşlanan ‘devlet’, kurmay rektörler eşiğinde tekrar geri gelmenin hesabını mı yapıyor?
 
Devlet, Devletliği Bilmiyor
Türkiye 21. yüzyıla derin bir devlet kriziyle giriyor. Üçüncü bin yılın eşiğinde, “Türkiye” denen sosyo-kültürel-siyasal varlığın kaderini belirleyecek en önemli faktör, bu krizin nasıl aşılacağı veya aşılıp aşılamayacağı olacaktır. Mesele öncelikle milletin şu veya bu adımı atması değil, devletin kendini tanımlama biçiminde yatıyor.
Devlet, bir insan topluluğunu sadece ‘temsil’ etmez; o topluluğun tarih içinde eyleme geçmek üzere varolma biçimini de belirler. Devletler bu bakımdan kendilerini sadece belirli bir insan topluluğunun değil, birtakım semboller aracılığıyla, aşkın bir hakikatin temsilcisi olarak görürler. Böyle yapmazlarsa, temsil görevlerini yerine getiremez, tez zamanda silinip giderler. (Bu bakımdan, bir siyaset teorisi aynı zamanda bir tarih teorisi, hatta bir tarih felsefesi olmak zorundadır.)
Her sosyal sistemde bir yönetici güç vardır; sistemin siyasî formu bu gerçeği değiştirmez. İster kral olsun, ister demokratik bir elit, yönetici gücün ilk görevi örgütsüz toplumu eylem için örgütlü bir uzviyet haline getirmek suretiyle siyasî bakımdan birleşik bir ‘millet’ meydana getirmektir. Böyle bir kurumun çekirdeği, onu gerçekleştirme, genişletme ve gücünü arttırma fikridir; yöneticinin birinci derecedeki işlevi bu fikrin anlaşılması ve tarih içinde gerçekleştirilmesidir. Dolayısıyla, devlet için anayasal anlamda temsilci olması yetmez; millet fikrini tarih içinde gerçekleştirmek bakımından, varoluşsal anlamda temsilci olmak zorundadır. (Voegelin) Varoluşsal anlamda temsil yeteneği olmayan yönetimler, ya kısa zamanda yerlerini yeteneklilere terk ederler, yahut yabancı yönetimlerin hükmü altına girerler.
Türkiye’de bürokratik elit, milletin tarih içindeki varoluş mümessili değil, adeta onun tapulu sahibi olmayı istiyor. Millet ile arasındaki itimatsızlığın temelinde bu hastalıklı ihtiras vardır. Millete dayanmayanların, mutlaka bir yere dayanmaları gerektiğinden, ancak dış destekle yaşayabileceklerini düşünüyorlar. Takındıkları gürültülü ‘ulusçuluk’ pozlarına aldırmayın. Bütün stratejik ilişki ve ittifak arayışları, dışarıdan hâmi teminine yöneliktir. Oysa bir sosyo-kültürel-siyasal varlığın dışarıdan korunması veya savunulması tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştır. Dostoyevski, 19. yüzyılda Batı medeniyetinden yararlanmak yerine, ithal fikirlerle Rusya’yı Avrupa’nın kıyısına iliştirme arayışındaki aydınları eleştirirken, tam da bu yaraya parmak basıyordu:
“Rusya’dan ne anlarlar zaten? Rusya niçin onların masal ülkelerine benzemiyor diye kızıyorlar. Ah zavallılar... Ulus, Tanrının bedenidir. Her ulus ancak, kendisinin bir tanrısı olduğu, öteki ulusların tanrılarına başını çevirip bakmadığı, kendi tanrısıyla düşmanlarını yeneceğine, öteki tanrıları yeryüzünden kovacağına inandığı sürece bir ulustur. Büyük uluslar, insanlığın başına geçmiş uluslar hep böyle inanmışlardır. Büyük bir ulus gerçeğin yalnız kendisinde (kesinlikle yalnız kendisinde) olduğuna, dünyayı kurtarmaya, yeniden canlandırmaya yalnız kendisinin yetenekli olduğuna inancını yitirdiği anda büyüklüğü yoktur artık, etnografik bir gereç olmuştur. Gerçek büyük bir ulus insanlıkta ikinci derecede bir rol oynamayı hiçbir zaman kabul edemez, birinci dereceye bile razı değildir, kesinlikle tek olmayı ister.” (Cinler.)
Kendilerine inançlarını kaybeden Rusları 20. yüzyıl başlarında unutamayacakları bir yenilgiye uğratan Japonlar, tanrıların Japon adalarında doğduğuna inanırlar. Millî bir inançtır bu. Siyaseti de millî inançlar şekillendirir. Çinliler, ‘Orta Krallık’ fikrinden hiçbir zaman vazgeçmediler. Bugün, ülke dışında yaşayan 60 milyon Çinli bütün servetlerini Komünist bir yönetimin hüküm sürdüğü bir ülkeye akıtıp yatırım yapıyorlarsa, bu sadece basit bir kazanç hesabı değil, yönetimin varoluşsal temsil fikrini benimsediğine duydukları inanç yüzündendir.
 
Üniversite Millet Olmalı!
Harvard Yüzyılı başlıklı eserin girişinde 20. yüzyıl başlarının ünlü ABD başkanı Wilson, “bu okul millet olmalı” diyor. Eserin alt başlığı, mesaja sarahat kazandırıyor: “Üniversiteden Bir Millet Çıkarmak.” Toprak ve Tohum başlıklı birinci bölümün girişinde ise Emerson, “her hakiki insanın bir dâva, bir ülke ve bir çağ olduğunu” söylüyor. Bana Nurettin Topçu’nun üslubunu hatırlatan bu ifadeler, millet fikrini tarih içinde gerçekleştirecek bir temsilci anlamında devletin temel dayanağının üniversite, yani bilim kurumu olduğunu gösteriyor. Bir süre önce kendisiyle yaptığımız bir söyleşide Halil İnalcık, “Osmanlı sistemini ulema kurdu” diyordu.
YÖK bilimle değil, milletle uğraşıyor. İnançlı millet evlatlarını üniversiteden, dolayısıyla toplum hayatında etkin olmaktan uzak tutmak istiyor. Sistem kurmaya ve geliştirmeye değil, yanlış kurgulanmış ve bel vermekte olan bir sistemi yasak ve kısıtlamalarla ayakta tutmaya çalışıyor. Bu uğurda adi suçluları savunmayı bile Cumhuriyet’i kurtarmakla özdeşleştiriyor.
Cumhuriyet, bu kafa yüzünden ülkeyi şereflendirmiyor. Üniversite bu yüzden millet olamıyor!

Paylaş Tavsiye Et