Söyleşi: Ebru Afat
SöyleşiYORUM’da bu ay 12-14 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen Medeniyetler ve Dünya Düzenleri Sempozyumu’nda “The Specter of Subaltern Globalization (Aşağıdan Küreselleşmenin Heyulası)” başlıklı bir tebliğ sunan Prof. İmtiaz Ahmed’i konuk ettik. Bangladeş’in önde gelen entelektüellerinden biri olan ve Dakka Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği görevini sürdüren İmtiaz Ahmed, Güneydoğu Asya politikaları, ekonomik gelişme, mülteciler, göç, kadın, çevre ve küreselleşme sorunları üzerinde çalışıyor. Bu konularda yayınlanmış çeşitli kitapları bulunan İmtiaz Ahmed küreselleşme ve Müslümanların sosyo-ekonomik sorunları üzerine ufuk açıcı tespitlerde bulunuyor.
Son dönemlerde küreselleşme üzerinde çalışıyorsunuz, öyleyse konuşmaya buradan başlayalım. Küreselleşme nedir? Bugün ne türden bir küreselleşmeyle karşı karşıyayız?
Normalde küreselleşme dediğimizde kastettiğimiz iktisadî küreselleşmedir, ancak bazen ‘iktisadî küreselleşme’ denilen şeyin ne anlama geldiğini tam olarak kestiremeyebiliriz. Bir kere iktisadî küreselleşmeyle beraber üretim ilk defa uluslararası hâle geldi. Daha evvel ticaret, finans, yatırım ve sermaye uluslararası hâle gelmişti, ancak üretim değil. O, ulus-devlet kapsamındaydı. Artık bir üründen bahsettiğinizde onu üreten birden fazla ülke sayabilirsiniz. Meselâ Toyota markalı bir otomobil önce Japonya’da üretildi, daha sonra parçalarından bazıları önce Tayvan’da sonra da Endonezya ve Tayland’da üretilmeye başladı. Hatta öyle ki bir noktadan sonra üretim tamamen diğer ülkelere kaydırılarak Japonya’daki üretim durduruldu. Biz bir yerde üretim yapıyoruz, tasarım başka bir ülkeden geliyor. Böylelikle tarihte ilk defa üretimin uluslararasılaştığına şahit oluyoruz ki, bizim bugün tecrübe ettiğimiz küreselleşmeyi farklı kılan da işte bu. Bir de tabi küreselleşmeye daha farklı bir şekilde de bakabiliriz. Gelişmekte olan ülkelerin durumunu ele alalım. Meselâ, Bollywood örneğinden hareket edersek, bence bu ters istikamette bir küreselleşmedir. Sinema filmi Hindistan’da üretiliyor, ama sonra Afrika’ya, Orta Doğu’ya, Kuzey Doğu Asya’ya, hatta Japonya’ya kadar ulaşıyor. Bollywood bundan böyle bir Hindistan ürünü değildir, küreselleşmiştir.
Fakat bu tersine küreselleşme dediğiniz durum gerçekten rakip bir küreselleşme sayılamaz, çünkü iktisadî küreselleşmeye alternatif olabilecek kadar güçlü değil.
Hayır, küreselleşme sadece gelişmiş ülkelerin katkılarıyla oluşmuyor. İktisadî küreselleşme tabirini çoğunlukla gelişmiş ülkelerin çok-uluslu şirketleri için kullanıyoruz ve bu şirketler aracılığıyla Batı âdeta bir duvar örüyor. Fakat tersine-küreselleşme içerisinde baskın olarak az-gelişmiş ülkeler yer alıyor ve onlar da bu süreçte aktif bir rol oynayarak kazanç sağlıyorlar. Dolayısıyla iktisadî küreselleşme kavramı vakıayı açıklama bakımından değerli olmakla birlikte yeterli değil. Meselâ, iktisadî küreselleşmeye göre Hindistan gelişmiş ülkeler arasında yer almıyor, ama şurası bir gerçek ki Hindistan yine de zengin bir ülke. Tersine küreselleşme deyince, Çin mutfağı, Hint mutfağı, vb. yemek kültürlerinin küresel yaygınlık kazanması gibi örneklere de değinmek gerek. Dolayısıyla tersine küreselleşmenin fantastik bir rolü var. Bunun İslam dünyası içindeki örneğini Vahhabilik sunuyor. Suudi Arabistan’a çalışmak için Hindistan’dan, Bangladeş’ten, Orta Doğu ve diğer İslam ülkelerinden gelen pek çok Müslüman var ve Suudi İslam’ı onlara İslam’ın en ideal şekliymiş gibi sunuluyor. Bu bakımdan onlar Vahhabi İslamı’nın ve Hanbeli doktrininin etkilerine maruz kalıyorlar. Halbuki İslam içerisinde farklı ekoller var: Hanefi ekolü, Şafi ekolü, Maliki ekolü var. Hanbeli gerçekten de bunların içinde en katı olanı. Vahhabi İslamı petrol dolarları aracılığıyla Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya ve diğer İslam ülkelerine yayılıyor. Açıkçası bu, İslam’ın Vahhabileştirilmesinden başka bir şey değildir. İşte bu da bir tür tersine küreselleşmedir, ama olumsuz bir örnektir.
Tersine küreselleşme için olumlu bir örnek ise –ki ben bunu ‘aşağıdan-küreselleşme’ terimiyle karşılıyorum– Washington’daki, Seattle’daki gösterilerde iktisadî küreselleşmeye karşı çıkanların yanında çevrecilerin, kadın hareketlerinin de yer almış olmasıdır. Sivil toplum kuruluşları iktisadî küreselleşmeye karşı bir araya geliyorlar ve protesto ediyorlar. Öte yandan bu yapılanmaların da küresel unsurlar ihtiva ettiğini gözden kaçırmamalıyız, çünkü onlar da küresel bir ağ gibi uluslararası ortamda birbirlerine bağlanıyorlar, hiçbirisi de ulus-devleti temsil etmiyor. Dolayısıyla neo-liberal/iktisadî küreselleşmeye karşı duran bir ikincil küreselleşme ağı daha var ve biz ‘küreselleşme’ kavramına atıfta bulunurken onu da dikkate almalıyız. İşte bu aşağıdan-küreselleşme, küreselleşmenin olumlu taraflarından biridir: Ama aşağıdan-küreselleşmenin olumsuz tarafları da yok değil. Bir kere homojen ve temiz bir yapıdan söz edemiyoruz. Çünkü aşağıdan-küreselleşme aynı zamanda kaçakçılar, kadın tacirleri, kara para aklayıcıları, vb. yasadışı işleri yapan insanları da birbirine bağlayan fantastik bir ağ vazifesi görüyor. Bir diğer kötü örnek de terör şebekesi. Meselâ 11 Eylül’ü düşünün. Suudi Arabistanlı, Mısırlı, Faslı, Pakistanlı, Afganistanlı ve onlara yardım ve yataklık eden bazı Amerikalı ve Alman kişiler bu eylemin içinde yer almışlardı. Gördüğünüz gibi, terörü bir tek ülkeyle sınırlayamıyorsunuz. Peki ya George Bush ne yaptı? Önce Afganistan’a, sonra Irak’a saldırdı. Halbuki küresel bir ağla karşı karşıyayız. Teröristler nerede? Hiçbir yerde ve her yerde! Onları hiçbir yerde göremezsiniz, ama her an her yerde onlar tarafından kuşatılmış olabilirsiniz. Benim bu yapıları ‘aşağıdan’ şeklinde nitelememin sebebi, onların devlet seviyesinde yapılar olmamasından ileri geliyor. Öte yandan, terörizmin kökenlerini tespit edebilirsiniz. Eğer terörizmin kökenlerini tespit ederseniz, o zaman terörizmle mücadelede sonuç veren sahici adımlar atabilirsiniz. Tek tek terörist avlayarak terörizmi yenmeyi düşünmek hiç akıllıca değil! Sinekleri öldürerek bataklığı kurutamazsınız. Terörün önde gelen sebepleri ise bellidir: Fakirlik, adaletsizlik ve eğitimsizlik.
Küreselleşmeye karşı çıkanlar “başka bir dünya mümkündür” diyorlar ama bu başka dünyanın nasıl bir dünya olacağı, yahut da bu başka dünyanın ne şekilde mümkün olacağı yeterince iyi açıklanmıyor…
Bu arayışlar sırasında insanları ve küresel ağı yoldan saptıran ve raydan çıkartan Usame bin Ladin oldu. Bilirsiniz, sokaktaki insan heyecanı sever, dolayısıyla terör olaylarından sonra şöyle diyen insanlar sayıca arttı: “Bence bu haklı bir hareketti. Amerikalılar bu dersi hak etti!” Gayet açık ki, bu savunulabilir bir görüş olamaz. Terörizmin tanımı bu süreç içerisinde büyük ölçüde değişti. Terörizmin tarihi içerisinde öyle bir zamana eriştik ki artık emperyal güç karşısında direniş göstermek için terörist eylemlere başvuruluyor. Burada işgale uğramış bir halka dönüp de “Terör kötü bir şeydir!” demeniz bir anlam ifade etmez, çünkü teröristler orada bir kahraman gibi görülürler. Oysa terörün işleyişi çok değişti. Hedefte olanlar, politik bir gündem yürütmeyen, politik arenanın dışında kalan masum insanlar: kadınlar, çocuklar, havaalanında bekleyen yolcular, vs. Dolayısıyla şu anda bambaşka bir sorunla karşı karşıyayız. Bu gerilimi aşmanın yolu, yaratıcı bir siyaset üretebilmek için yaratıcı ve orijinal düşünebilmekten geçiyor. Öyle bir düşünme biçimi ki, sizi hem Usame bin Ladin’in tuzağına düşmekten alıkoyuyor, hem de iktisadî küreselleşmeye karşı bir duruş sergileyebilmeyi mümkün kılıyor. Yaratıcı düşünceleriyle bu sürece yön veren bireylerin ortaya çıkmasında eğitimin merkezî bir rolü olduğu unutulmamalı. Eğitimde, güvenlik düzeninde ve örgütlenmede yenilikler yapılmalı.
Dünyanın çeşitli yerlerinde, mesela sizin ülkeniz olan Bangladeş’te, Hindistan’da, Arjantin’de, Brezilya’da ve Hugo Chavez’in idaresindeki Venezüella’da farklı üretim biçimleri geliştirmeye çabalayan çeşitli grup ve kuruluşlar var. Sizce bu insanların çabaları dünyanın başka yerlerinde, gelişmiş ülkelerde yaşayan diğer insanlar için bir umut olabilir mi, yahut emsal teşkil edebilir mi?
Bangladeş’ten hususî bir örnek vermek gerekirse, pazar kredisini ele alabilirsiniz. Bu hareket öyle bir şekilde başladı ki, Dünya Bankası’nı dahi şaşırttı. Uluslararası bir krizde başka durumda pek çok insan fakirlikten ölürdü. Ama böyle olmadı ve ülke birkaç yıl içerisinde toparlandı. Bu toparlanmada alınan mikro-kredilerin payı büyüktür. Fakat bu krediler alındığında, Dünya Bankası ve bazı çok-uluslu şirketler ülkenin değerli madenlerine gözlerini diktiler. Burada kaybettiğimiz en büyük madenimiz sahip olduğumuz güçlü beyinlerdi. Onların hepsi de çok-uluslu şirketlerde ve Dünya Bankası’nda iş buldular ve çeşitli fikirler ortaya attılar. Sizin alternatif düşünmeye açık, yeni fikirler üretebilen yaratıcı insanlara ihtiyacınız var, ama böylesi insanlarınızı hemen Dünya Bankası gibi kurumlara kaptırıyorsunuz. İşte size pratik bir sorun. Eğer böyle olmasını istemiyorsanız, yenilenmeye ve yeni yollar bulmaya mecbursunuz. Bu çok ciddi bir meseledir ve ne yazık ki ben eğitim sistemimizin yaratıcı düşünmeye izin vermediği kanaatindeyim. Gelişmekte olan ülkelerin eğitim sistemleri Batılı söylemin derin etkisi altında. Toplumlarımızın çok temel gerçeklikleri eğitimde kullanılan ders kitaplarında yansıtılmıyor. Bu, ‘Batı’dan öte gidilecek yer yok’ fikrini zihinlere yerleştiriyor. Eğer Güney Asya’nın eğitim sistemini incelerseniz, bizim kendi edebiyatımızdan ziyade Batı edebiyatına daha aşina olduğumuzu esefle görürsünüz. Bangladeş’teki medreselerin durumuna bir baktığınızda trajikomik bir manzarayla karşılaşırsınız: Buralarda bile İbn-i Arabî’ye, Mevlâna Celâleddin Rumî’ye, Hâfız’a yer yok, çünkü bizim Shakespeare’imiz, John Donne’umuz, Churchill’imiz ve Roosevelt’imiz var!
Bu gerçekten çok ilginç...
Medresede durumun böyle olmasının sebebi, oradaki insanların zihinlerinin kapalı bir yapıya sahip olması. Yaratıcı düşünce ancak açık bir zihinle mümkündür ve zihinleri de kolonize edilmiş olanlar ortaya yeni bir şey koyamazlar. Sadece mevcut olanın ucuz bir kopyasını sunarlar. Bu yaratıcı düşünme şeklini sadece iktisat ve siyasetle sınırlamamalı ve bütün disiplinlere yaymalıyız. Meselâ mimarîmiz bize ait olmalı, yerli unsurlarla oluşturulmalı.
Gerçekten de kolonize edilmiş bir hayatı yaşamak, gelişmekte olan Batı-dışı ülkelerin ortak sorunu. Biraz da Batı içerisindeki küreselleşme karşıtı hareketleri konuşalım isterseniz. Küreselleşme karşıtı hareketler özellikle Avrupa’da çok yaygın. Meselâ Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerindeki sivil toplum kuruluşlarını incelediğimizde onların büyük çoğunluğunun küreselleşme karşıtı hareketle bağlantısı olduğunu gözlemliyoruz. Peki gelişmiş ülkelerdeki bu küreselleşme karşıtlığını nasıl açıklamamız gerekir? Sonuçta kurulu düzenden onlar da fazlasıyla menfaat elde ediyor. O hâlde niçin karşı çıkıyorlar?
Gelişmiş ülkelerdeki muhalif hareketler bir noktaya kadar umut verici olabilir, ama ben bu muhalefetin devlet kademelerine yansıdığını göremiyorum. Açıkçası ABD’ye baktığınızda Bush karşıtlığı sokaklara taşmışken, Bush’un nasıl olup da Amerikan halkı tarafından ikinci defa seçildiğini anlamış değilim. Gelişmiş ülkelerde benim gördüğüm şey şu: Evet, birtakım muhalif hareketler var, ama bunlar seçim sistemi ve kurulu yapının işleyişi sebebiyle devlet kademelerine yansımıyor. Ancak büyük ıstıraplar çekilmeye başlandığı zaman devlete aktarılıyor. Bu sebeple gelişmiş ülkelerin halklarının başkanlarından dünyayı çok daha barışçıl bir hale dönüştürecek politikalar üretmelerini istemelerini beklemek safdillik olur; hele de başkanları bütün bu kötülükle daha ucuz petrole ulaşmak için savaşıyoruz diyorsa. Amaçları ucuz petrol olanlar tabii ki Irak’ı umursamaz; ta ki kendi araçları çalışmayana kadar. Bu elbette ki gelişmiş ülkelerde mücadele veren, yazıp-çizen, proje yapanlar yok manasına gelmiyor. Aksine bunları yapan çok sayıda insan var. Ancak bunlar devletin gücünü değiştirme, onu yeniden yapılandırma ve dünyanın geri kalanına karşı baskıcı olmasını engelleme noktasında şimdiye kadar bir şey yapamadılar. Bu noktada aşağıdan küreselleşme ümit verici. Zira mesela Türkiye’den, Hindistan’dan, Senegal’den, ABD’den insanlar bir araya gelip, ortaklaşa düşünebiliyorlar. İşte bu farklı yapı da küreselleşmenin iyi tarafı.
Avrupa, ABD ve Kanada’dan bazı farklılıklar arz ediyor. Geçen yaz Fransa’nın varoşlarında yaşayan yabancılar ayaklanmıştı. İlkbaharda ise 26 yaşın altındakilerin daha kolay işten çıkarılmasına imkân veren yasaya karşı Fransız öğrenciler direnişe geçtiler. Aslında buna direniş de denemez belki; çokuluslu şirketler ve yabancılardan kendilerini koruma isteği olarak da okunabilir bu olaylar. Fransızlar Polonyalı muslukçulardan, ülkelerinde yaşayan Faslılardan korkuyorlar. Avrupa’nın pek çok ülkesinde Müslümanlar ve beyaz olmayanlar ırkçı saldırılara uğruyorlar, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Avrupa örneği giderek kötüleşiyor mu? Çünkü neo-liberal küreselleşmeye karşı direnişin ırkçı bir yönü de var.
Hegemon isen, paran çoksa hoşgörülü olursun. Eğer paran yoksa, çocuklarına iyi bir hayatın garantisini veremiyorsan hoşgörüsüz olursun. Avrupa’daki hoşgörü de bundan farklı gelişmedi; onlar da muktedir oldukları ölçüde hoşgörülü oldular. Özellikle küreselleşme ve başka sebeplerle gelen göçmenler daha az paraya daha çok çalışmaya razı oldukları için gerilim doğuyor. Bu da Avrupa’nın içinde hoşgörüsüzlüğe sebep oluyor. Müslüman karşıtlığı, Afrikalı karşıtlığı gibi farklı tezahürleri oluyor bunun. Danimarka’da patlak veren karikatür krizi ani ve sert bir şekilde tırmandı. “Onlar hoşgörülü değil, biz hoşgörülüyüz, niye peygamber hakkında yapılan bir latifeye tahammül göstermiyorlar?” diye sordular. Avrupa bence artık daha fazla kendi yüzünü göstermeye başladı. Bilindiği üzere Avrupa hiçbir zaman hoşgörülü olmadı, sömürgeci dönem bunun en iyi göstergesi. Lineer bir tarih anlayışı ve üstünlük kompleksi hiçbir zaman hoşgörülü olmadıklarını ortaya koyuyor.
İlginç ve tehlikeli olan ise Avrupa nüfusunun giderek yaşlanması sebebiyle göçmenlere ihtiyaç duyması. Ama aynı zamanda kendileri için çalışan göçmenlerden nefret ediyorlar. Bu çok garip bir ikilem.
Tek ümit, bir çeşit radikal liberalizmin Avrupa’da kabul görmesi ve dünyaya farklı bir şekilde hareket edebileceklerini göstermeleri. AB bunun iyi bir örneği. Zira bir zamanlar Fransa ve Almanya kadar araları kötü olan iki devlet yoktu, bugün ise aralarında bir sınır bile yok. Evet, bazen bunlar yaratıcı fikirlerle ortaya çıkıyorlar. Avrupa’nın eğitim sistemi mesela, gelişmekte olan ülkelere göre daha az baskıcı. Bu yüzden de kendi içlerinde Batı paradigmasına daha farklı ve negatif açıdan bakanlar var. Yani bu yapı kendi içinde ümit unsurlarını da barındırıyor. Avrupalılar farklılık ortaya koyacak kişileri seçerler mi sorusuna cevap ise korkarım hiç de olumlu değil. Yeni göçmenler ve din gibi konuları kullanıp insanları tahrik ederek kolayca seçilenler var Avrupa’da. Bu yapı ise Avrupa’nın potansiyel yaratıcılığını sınırlıyor.
Avrupa’da değişime devlet direniyor, halklar da dolaylı olarak direniyorlar; zira iyi bir ev, iyi bir hayat, iyi bir komşu, okul, işin varsa dünya umurunda olmaz. Bu acilen değişmeli. Entelektüeller artık sadece saf akademik ortamda olmamalı, sadece öğrencileri ile değil dış dünya ile de meşgul olmamalılar. Son dönemde Avrupa’da artık bunları görmüyoruz, zira bu entelektüellerin hayatları iyi. Niye vaktimi boşa harcayayım, bırakın sürekli yayınlar yapayım diye düşünüyorlar. Şu anda kendi insanlarını en yaratıcı şekilde harekete geçirenler yeni-muhafazakârlar. Bir arkadaşım bana ABD’de yeni-muhafazakârların ellerindeki FM radyolarının sayısının inanılamayacak kadar yüksek olduğunu söylemişti. Bu radyolar seçim zamanı yeni-muhafazakârları gidip oy kullanacak şekilde organize ediyor ki bu olukça önemli bir husus. Ancak liberaller bu kabil bir şeyi geri çevirdiler. Zira sen liberalsen sabah kalktığında “ben oy kullanmak istemiyorum, oy kullanmama hakkım var, canım istemiyor” diyorsun. Öğrencilerime verdiğim bir misal var: Hiç bir zaman oy kullanma sırasında Michael Jackson’ı veya diğer popçuları göremezsiniz. Çünkü onların çoğu liberal. Ancak umursamıyorum demek bir problemdir; çünkü karşınızdaki yeni-muhafazakârların tümü oy kullanmaya gitmek üzere seferber ediliyorlar. Bu sebeple ABD’de mesela seçmenin sadece %40’ı oy kullanmaya gidiyor ve kullanılan oyların yarısını almak başkan olmak için yetiyor. İşte bu, bence yüzleşilmesi gereken yapısal bir konudur.
Bugün uluslararası dünya düzeni Batı hegemonyası altında. BM Güvenlik Konseyi’nde Çin dışında -ki orada da devrimden itibaren Batı zihniyeti hâkim- diğer dört daimî üye Batılı. Halen ABD dünyanın tek lideri ve AB, Çin, Rusya gibi diğer aktörler bunu dengelemeye çalışıyorlar. Eğer 20 yıl sonra Çin ve Hindistan çok daha fazla güçlenir ve çok kutuplu bir dünya düzenine geçilirse, dünyanın mevcut durumu değişebilir mi; küreselleşme süreci değişir veya zengin-fakir arasındaki uçurum azalır mı? Çin ve Hindistan diğer Batılı güçler gibi mi davranır, yoksa dünya için çok daha iyi bir yönetim mi sergilemeye çalışırlar?
Ben konuya biraz daha farklı bakıyorum. Küreselleşme ile birlikte devletler ve toplumlardan faklı olarak ilk kez insanlar, bireysel düzeyde yetki sahibi oluyorlar. Mesela her ne kadar Bill Gates ABD ile bağlantılı olsa da, bireysel düzeyde kendi gündemi var, Amerikan hükümeti ile bazı ortak görüşleri olsa dahi. Eğer Çin ile iş yapıyorsa, Washington hükümetinin söylediğini dikkate almaz. Kadın hareketlerinde, çevre hareketlerinde sözleri oldukça etkili olan bireyler var ve bunların sayısı giderek artıyor. Ancak bunlar her zaman hükümetlerde veya çeşitli organizasyonlarda görev almak istemiyorlar. Küreselleşme ile bu insanlar artık devlet sınırlarıyla kendilerini sınırlı hissetmiyorlar. Böylece bireyler devlete her yönüyle meydan okuyorlar. Konuyu devlet düzeyinden bireysel düzeye taşırsak, Çin ve Hindistan ile ilgili senaryo, tarihin, diğer bir deyişle Batı’nın yükselişinin tekerrüründen ibaret olmayacaktır. Zira Çin ve Hindistan yükselirken, dünyanın nasıl olması gerektiğiyle ilgilenen bireyler de olacaktır; tıpkı yıllar evvel hiçbir mülke sahip olmadığı halde dünyanın en etkili kişisi olduğunu ifade eden Gandhi gibi. Bireylerin merkeze oturması oldukça yeni bir olaydır. Medya bu noktada çok yardımcı oluyor. Mesela Bangladeş’te mikro-krediler veren bir NGO kuran Prof. Muhammed Yunus bu konuda iyi bir örnek. Herkes onunla görüşmek istiyor.
Bunun olumlu örnekleri kadar olumsuzları da var tabii. Mesela Usame bin Ladin, süper bir gücün tek bir bireyin peşinden gittiği çok ilginç bir senaryo. Tek bir insan bütün bir devletin gündemini ele geçiriyor. Yine Saddam Hüseyin’i devirerek problemlerin çözüleceğini düşünen ABD, onu düşürmekle yüzlerce Saddam yarattı. Yani bir süper güç, bireylerle, devlet dışı aktörlerle nasıl baş etmesi gerektiğini bilmiyor. Irak’ta gerçekte kimin direndiği bilinmiyor. Kısaca gelecek, tarihin bir tekerrürü olmayacak. Artık bireyler dünyanın gündemini değiştirme gücüne sahip. Mesela intihar saldırısı düzenleyen birkaç kişi bir ülkenin kaderini değiştirebiliyor, tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi. Küreselleşme ile yeni bir insan tipi doğuyor, artık herhangi bir örgüt veya organizasyon ile bağı olmaksızın 3-4 kişi bir araya gelip her şeyi yıkabiliyorlar. Karaborsadan parayı ve mühimmatı bulup çok büyük bir panik yaratabiliyorlar. Zayıf olabileceği hiç akla dahi gelmeyen bir devleti vurabiliyorlar. Londra saldırılarına bakın. İngiltere saldırganların el-Kaide ile herhangi bir bağlantısını bulamadı.
Ama aynı şekilde devletler de insanları korkutmak ve totaliter bir yönetim kurmak için bunu kullanabilirler.
Kesinlikle, devletler giderek daha fazla totaliter hale dönüşüyor, giderek daha fazla haklar ve özgürlükleri geri alabiliyor ve demokratik olsun, olmasın daha baskıcı olabiliyor. Ama aynı şekilde insanlar da daha eleştirel olmaya başlıyor.
11 Eylül’den sonra Batı’da olduğu gibi.
Batı’da insanlar iyi bir hayata sahip oldukları için bunu kabulleniyorlar, hoş görebiliyorlar.
Ama bu baskıcı ve totaliter araçlar insanların hayatlarını etkilemeye başlarsa, direnirler.
Direnmek zorundalar. Bush halk nazarında gözden düşüyor. Francis Fukuyama gibi bir yeni-muhafazakâr dahi onu eleştiriyor artık. İnsanların bugün daha az donanımlı olduğunu düşünmüyorum, aksine olaylara daha ilgililer. Gerekli olan şey ise bütün bu bireyler arasında gayri resmî bağların kurulması. Ancak bu şekilde ortaklaşa farklı bir dünya tahayyül edilebilir.
Sonuç olarak daha iyi bir dünyanın mümkün olduğu konusunda ümitli misiniz, yoksa her şeyin daha da kötüleşeceğini mi düşünüyorsunuz?
Bugün 20-30 yıl öncesine göre problemler çok daha karmaşık. Soğuk Savaş dönemindeki problemler analiz edilirse, bunun iki süper güç arasındaki ayrılıktan kaynaklandığı kolayca görülür. Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül ile birlikte devlet dışı aktörlerin giderek güçlendiği görülüyor. Bu yüzden de dünya artık çok daha karmaşık ve mücadele çok daha zor. Ancak her şeye rağmen ümitvarım; zira bireysel düzeyde pes etmeyen, mücadeleye devam edenler var. Ancak bu noktada önemli olan, daha önce belirttiğim gibi, insanların birbiriyle ne ölçüde çabucak bağlantı kurabildikleri ve alternatif senaryolar, söylemler ve misyonlarla harekete geçebildikleri. Ancak bu şekilde 2-3 asır öncesine göre daha farklı fikirlerle, daha farklı bir yapıyla ortaya çıkılabilir.
Yani siz zaman insana, problemlerine ve potansiyeline inanma zamanı diyorsunuz.
İnsanın potansiyeli dalga gibidir. Eğer bir grup insan başarısız olursa, yerine gelecek yenileri vardır. Aramızdaki iletişim kanalları arttıkça, daha fazla küreselleştikçe, daha fazla birbirimizle bağlantı kurdukça, kendi yerelliklerimizin, ulus-devletimizin ötesine daha fazla geçtikçe ve bu çok kısa bir süre içinde gerçekleştiği takdirde dünyanın çok daha iyi bir yere dönüşeceğini inanıyorum.
Çok teşekkür ediyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et