DUKE Üniversitesi’nin davetlisi olarak ABD’deyim. Özellikle felsefe, edebiyat ve kültürel çalışma alanlarında Amerika’nın ve dünyanın sayılı üniversitelerinden biri olan Duke’te çok sayıda Türk öğrenci ve bilim adamını görmek oldukça etkileyici. Orada yaptığım konuşma çerçevesinde hem Amerika izlenimlerimi aktarmak, hem de bu izlenimleri ABD’ye ilk geldiğim 1993 yılındaki izlenimlerimle karşılaştırmak istiyorum. Önce küçük bir not: Durham’dan Washington’a uçarken okuduğum bir gazete haberi: Jane adlı 50 yaşlarında bir bayanın Tomy adlı köpeği feci biçimde yaralanmış. Köpeğini hastaneye götüren Bayan Jane, günlerce hayvancığın başında beklemiş. Hastane faturası tam 25.000 dolar. Bu parayı ödeyebilmek için bahçesini satmak zorunda kalan Jane’e, bir köpeğin bu kadar ihtimam ve masrafa değip değmediği sorulduğunda verdiği cevap ise Amerikan toplumunun ruhiyatına ışık tutuyor: “İnsanları yargılamadan ve karşılık beklemeden seven tek yaratık ev hayvanıdır!”
Konuşmamın başlığı, ısmarlandığı üzereydi: “Türkiye ve AB: Medeniyetler Çatışması mı, Diyaloğu mu?” Başlıkta açıklanma ihtiyacı duyulan tam beş kavram ve/veya terim var: Türkiye, Avrupa Birliği, Medeniyet, Çatışma ve Diyalog.
Türkiye, AB, Ulus ve Medeniyet
Türkiye, Türkçe değil; İtalyanca. Avrupalıların “Grand Türk” yani Osmanlı sultanı tarafından yönetilen ‘Asya’ topraklarına verdikleri ad. Bu sultanların çoğu Farsça şiirler yazar, Arapça dua ederlerdi! Türkiye, bu Osmanlı varlığından geriye kalan mirastır bugün.
Peki, AB nedir? Bir gerçeklik mi proje veya rüya mı? Öyle zannediyorum ki bu iki soru birbirine bağlıdır ve tatminkâr bir cevap için üçüncü kavramımızın ustaca ele alınması gerekmektedir: Medeniyet.
Medeniyet dünya sosyal bilim söyleminde nevzuhur bir kelimedir. Spengler, Toynbee, Sorokin gibi “dünya tarihçileri” bir yana, ana-akım içinde yer alan önemli sosyal bilimcilerden hiçbiri kelimeyi bir analiz birimi olarak kullanmış değildi. Sosyal bilim disiplinlerinin (iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji vs.) evrensel hakikatin anahtarları olduğu varsayılıyordu. İnsanlık bir tek medeniyetti ve bu medeniyetin çekirdeği her nasılsa Batı Avrupa’da yer alıyordu. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi bu narsisizmin zirve noktasıydı.
Dünya sosyal bilim camiasında daha saygın bir yeri olan Samuel Huntington bir anda ortaya çıktı ve sadece uzak geçmişte değil, bugünün dünyasında da bir değil birkaç medeniyet birden bulunduğunu ilan etti. Paralel bir tartışma, Samuel Eisenstadt ve meslektaşlarının başlattığı “çoklu modernlikler” (multiple modernities) tartışması oldu. Böyle böyle, medeniyetin tekil değil çoğul olduğunu öğrenmeye ve kabullenmeye başladık.
Hakikatte, Huntington’ın niyeti Fukuyama’nınkinden çok da farklı değildi. Onun da yöntemi Manici idi ve nihayette medeniyetleri iyi ve kötü olanlar diye iki gruba ayırıyordu. Çin ve İslam medeniyetleri tabii ki bu ikinci gruba dâhil oluyordular.
Böyle de olsa, dünya sosyal bilim camiası medeniyet ve modernliği tekil terimlerle dile getirmekten vazgeçiyordu. Bugün kapitalizmin bile tekil olmadığı, birçok farklı kapitalizmin mevcut olduğu söylenebilmektedir.
Dünya-tarihsel bir perspektifle diyebiliriz ki dünya sosyal bilimi her yüzyılda bir temel kavrama odaklanmaktadır: 19. yüzyılda bu kavram SINIF idi, 20. yüzyılda ULUS oldu, 21. yüzyılda ise MEDENİYET.
Bu belirlemelerden sonra başa dönüp ilk sorumuzu yeniden soruyoruz: Türkiye nedir? Bir ulus mu, bir medeniyet mi? Medeniyet kavramını yetersiz veya muğlak bulanlar, ulus kavramının Batı-dışı toplumları çözümleme ve anlamada çok daha yetersiz ve muğlak olduğunu akıldan çıkartmamalıdırlar. Batıdan (Avrupa’dan) doğuya (Asya’ya) doğru gidildikçe medeniyet bağları ve kimlikleri daha öne çıkmaktadır. Benim gibi Doğu/Güneydoğu Anadolu’da doğup büyüyen birinin mensup olduğu aile veya aşireti düşünün. Bu topluluğun üyelerinin bir kısmı muhtemelen İran’da, bir kısmı da Kuzey Irak’ta yaşamaktadır. Türkiye’dekilere Türk, İran’dakilere Fars, Irak’takilere Iraklı (veya şimdi Kürt) denmektedir. Bir aile, üç ulus! Hiç fena değil!
Daha ileri ve daha az yanıltıcı gerçek şu ki, bu insanlar yüzyıllardan beri kendilerine “Sünni Müslüman” demekte ve bu adın çağrıştırdığı anlamları her şeyden üstün tutmaktadırlar. Kavmî kökenleri Kürt veya Türkmen olsa da, Gürcü, Ermeni gibi gayrimüslim ve Arap, Fars gibi Müslim unsurlarla öylesine kaynaşmışlardır ki, mevcut (veya müstakbel) hiçbir ulus kavramı onların gerçekliğini dile getirmede yeterli olamaz. Bu insanlar daha yüksek bir sosyal gerçekliğin parçasıdırlar ve bu gerçekliğe İslam medeniyeti demeye dilimiz varmıyorsa, hiç değilse Mezopotamya, Anadolu, hatta Batı Asya medeniyeti diyebiliriz.
Avrupa medeniyetinin ürünü olan kişiler ulus-devletin en doğal sosyal varlık olduğunu sanmakta mazurdurlar. Fakat çoğu Batı-dışı toplumlar için bunun tam tersi geçerlidir. Bunun sebebi toplumların doğal özellikleri filan değil, son birkaç yüzyıllık sosyo-politik gelişmelerdir. Bundan 500 yıl önce Avrupa toprakları üzerinde tam 1600 siyasi birim vardı, bugün Ortadoğu diye adlandırılan coğrafyada ise adına Osmanlı Devleti denilen ve bir bakıma Bizans Devleti’ni (Doğu Roma İmparatorluğunu) devam ettiren bir tek siyasi birim. İmparatorluk veya büyük ölçekli ve çok-uluslu siyasi birimler insanlık tarihinin binlerce yıllık doğal sosyo-politik varlıklarıydı. Bağımsız şehir-devletler veya küçük beylikler istisnai ve kısa ömürlü yapılardı.
Özetle, modern Avrupa deneyimi 1600 siyasi birimin 30 kadar ulus-devlette bütünleşmesi; Batı Asya deneyimi ise büyük bir siyasi birimin 30 ulus-devlete parçalanması oldu. Yani ulusluk Avrupa’da olumlu, bütünleştirici bir politik-kültürel kuvvet iken; bizde ve dünyanın birçok başka yerinde olumsuz, parçalayıcı bir kuvvet oldu.
İmdi, böyle bir ulus-devlet; Avrupa’nın doğusunu 500 yıl yönetmiş Osmanlı Devleti’nin ana mirasçısı olan bir ulus-devlet, Avrupa uluslarının daha da bütünleşmesinden doğan süper bir ulus veya modern bir imparatorlukla bütünleşmek istiyor. Böyle bir girişim anlamlı mı, sonuç alınması mümkün mü?
Türkiye-AB Bütünleşme Düzeyleri
Türkiye’nin AB ile bütünleşme sürecinin neresinde bulunduğuna açıklık kazandırmak için, medeniyet kavramını tanımlamama izin verin. Medeniyeti, kapsamlı bir dünya görüşünün sosyo-politik bir sistemle bütünleşmesi; o toplum sistemi tarafından benimsenip ortak bir akıl ve vicdan haline gelmesi olarak görüyorum. Bu dünya görüşü mesela Konfüçyanizm gibi bir sosyal felsefe veya İslamiyet gibi bir din olabilir.
Türkiye-AB bütünleşme sürecinde üç zaman çerçevesi ve bunlara aşağı yukarı tekabül eden üç entegrasyon düzeyinden söz edebiliriz: Kısa dönem ve ekonomi ağırlıklı kademe; orta dönem ve jeopolitik kademe; uzun dönem ve medeniyet hesaplaşması düzeyi.
Kısa dönemde (5-25 yıl), Türkiye-AB ilişkileri daha çok ekonomik bir görünüme sahip olacaktır. AB küresel kapitalist sistemin üç ana sermaye ve teknoloji odağından biridir ve coğrafi bakımdan Türkiye’nin yanıbaşındadır. Türkiye’nin dış ticari ve ekonomik ilişkilerine AB hâkim durumdadır (%60); Rusya ve İran’ın payları %10’ar dolayındadır: ABD’nin payı ise çok düşüktür.
Demek ki ekonomik bakımdan Türkiye, zaten Avrupa’nın bir parçasıdır. Türkiye’nin yakın bir gelecekte AB üyesi olup olmayacağı bu gerçeği değiştirmez. Başımızı başka bir yöne çevirtebilecek gelişme olsa olsa Çin veya Hindistan merkezli Asya ekonomilerinin dünya sisteminin ana ekonomik oyuncuları haline gelmeleri olacaktır.
Orta dönemde (25-50 yıl) Türkiye’nin AB ile ilişkilerine jeopolitik, yön verecektir. Soğuk Savaş sonrası Türkiye iki modern imparatorluk arasında sıkışmış durumdadır: USA ve USE (United States of Europe). Birincisi yani ABD askerî bir devdir; fakat ekonomik bakımdan Türkiye’ye pek faydası yoktur. (Soğuk Savaş ittifakı Türkiye’ye ekonomik bakımdan neredeyse hiçbir fayda sağlamadı. Ülkemizi Güney Kore ile karşılaştırın, ne demek istediğimi anlarsınız!)
İkincisi yani Avrupa Birleşik Devletleri ekonomik bir dev ve Türkiye’ye de (fiilî veya potansiyel) faydası çoktur. Fakat askerî bir cüce ve siyasi bir pigme durumundadır. AB gerçek bir dünya gücü olacaksa, Asya’da sözü geçen bir oyuncu olmak zorundadır. AB’nin Asya açılımı için iki anahtar ülke Rusya ile Türkiye’dir. Avrupalılar muazzam tarihî ve coğrafî (dolayısıyla stratejik) derinliğe sahip bu iki ülke ile ister üyelik ister başka bir tarzda olsun, ileri bir ilişki (ortaklık?) kurmak zorundadırlar. Bu iki oyuncu olmazsa, Avrupalılar Avrupa kalesine mahpus kalır ve küresel bir rol oynayamazlar.
Ekonomik ve jeopolitik bakımlardan, Türkiye de Avrupa’ya muhtaçtır. Daha fazla ekonomik gelişme ve yüksek teknoloji, Avrupa sistemine daha ileri bir entegrasyon olmadan zor gözükmektedir. Türkiye ayrıca Ortadoğu’da barış ve güvenliği sağlama girişimlerinde AB’nin desteğine muhtaçtır. Avru-Türkiye’nin ciddi ve planlı girişimleri olmadan ne Ortadoğu barışı sağlanabilir, ne de küresel barış ve güvenlik.
Uzun dönemde (50-500 yıl) Türkiye-Avrupa ilişkileri ekonomik veya jeopolitik olmaktan çok kültürel (medeniyetsel) ağırlıklı olacaktır. Bu kültürel karşılaşmanın bir çatışma mı yoksa bir diyalog mu olacağı, her iki tarafın temsilcisi durumundaki öncü elitlerin tutumlarına; Türklük ve Avrupalılıktan ne anladıklarına bağlıdır.
Elitlerin ve Kitlelerin Avru-Türkiye’si
Başlangıçta, yani 1960 başlarında Türkiye-AET müzakerelerinde, Avrupa elitleri çoğunlukla gönülsüz, Avrupa kitleleri ise kayıtsızdı. Aradan 50 yıl kadar geçti; şimdi taraflar yer değiştirmişe benziyor: Avrupa elitleri daha çok jeopolitik gerekçelerle istekli gözükürken; Avrupa kitleleri (belki 11 Eylül sonrası kitle psikolojisi yüzünden) Türkiye’nin AB üyeliğinin aleyhine döndüler.
Türk elitleri 50 yıl önce davul zurna çalacak kadar sevinçli iken, şimdi AB üyeliğinin aleyhine dönüp Avrupa kitleleriyle aynı düzeye geldiler. Gerekçeleri: Ulusal egemenlik elden gidecek! Hakikatte elden gidecek/gidebilecek olan şey, kendi halkları üzerinde kurdukları despotluktur. Türk kitleleri ise 50 yıl önce daha çok dinî-kültürel duyarlılıkla AB üyeliğine karşı iken, bugün ekonomik ve politik muhtemel kazanımları (zenginleşme, demokratikleşme) göz önünde bulundurup arzulu gözükmektedirler. Elli yılda hiçbir cephe ayakta kalmışa benzemiyor.
Medeniyeti kapsamlı bir dünya görüşünün sosyo-politik bir sistemle örtüşmesi olarak tanımlamıştım. Türk ve Avrupa elitleri, bu iki varlığı (Türkiye ile AB) bir araya getirecek olan medeniyetin ne olduğuna dair hiçbir derin fikre sahip değildirler. Siyasi ve ekonomik aktörler tamamen kısa ve nispeten orta döneme şartlanmış durumdadırlar. Sosyal filozoflarımız çok sayıda medeniyet, modernlik ve hatta kapitalizmden söz ededursunlar; onların sözleri eylem adamlarının kulaklarına en erken 50 yıl sonra ulaşır!
Paylaş
Tavsiye Et