GENÇ Parti (GP), 2002 seçimlerinde elde ettiği beklenmedik oy oranıyla herkesi şaşırtmıştı. En kıdemli ve köklü sayılabilecek partilerin uzun yıllar içinde kat ettiği mesafeyi o çok daha kısa bir zamanda almış; %7,25’lik oy oranıyla, barajı aşamasa da gücünü göstermiş ve potansiyeliyle rakiplerini kaygılandırmayı başarmıştı. Ne de olsa, girdiği ilk seçimde 2 milyon 285 bin vatandaşın oyunu alan bir siyasi parti söz konusuydu. Kısa zamandaki bu başarı, onun gelip geçici bir siyasi aktör olmadığını düşündürüyordu. Belki ortada bir parti örgütünün mevcut olup olmadığı tartışılabilirdi, ama Türkiye’de hangi parti lider partisi değildi ki? Bu partinin önde gelen üyeleri hakkında fazla bilgi yoktu; ama genç, dinamik ve becerikli görünen bir genel başkanı, daha doğrusu ‘lideri’ vardı. Babası ve diğer bazı aile üyeleri hapis cezası aldıklarından dolayı yurt dışındaydı. Uzan ailesi medyada yolsuzlukla ve “milletten para toplayıp kaçmakla” suçlanıyordu; ama partinin lideri “kimseye tek kuruş borcunun olmadığını” ilan ediyordu. Ailesine haksızlık yapıldığını düşünüyordu. Siyasete girmesinin de böyle bir arka planı olduğu yaygın olarak düşünülüyordu.
Onun siyasete girişini, ideoloji kavramının olumsuz anlamıyla, kendisinin ve yakın çevresinin ekonomik ve siyasi taleplerini, bütün toplumun çıkarı şeklinde sunmak istemesi şeklinde yorumlayanlar vardı. Öfkeliydi; ama onları piyasadan tasfiye ettirdiğine inandığı büyük medya ve sermaye çevrelerine değil; sadece TMSF’ye ve hükümete de değil; Amerika’ya, Avrupa’ya, “vatanı satanlar”a, “bölücüler”e ve aslında içinde bulunduğumuz hayatın bütün olumsuzluklarına, “dertlerin cümlesine” itirazı vardı. “Ey IMF, defol!” diyordu. Gerçi “neden şikayet ettiği” belliydi, ama eline yetki geçtiğinde “ne yapacağı” pek belli değildi; “nasıl yapacağı” ise hiç belli değildi. Ailesinin yaşadığı ekonomik sorunlara rağmen o zengindi; mitingleri için harcadığı söylenen paralar çok yüksekti. Belki ideoloji partilerinde olduğu gibi, din, halk veya millet için partiye hizmet eden bir gönüllü kitlesi yoktu; ama ücretli olarak çalışanları, medyası, onu bir lider olarak sunan imaj meykırları, reklamcıları ve kampanya yürütücüleri vardı.
GP’nin sürpriz seçim başarısı herkesi şaşırttı. “Paranın ve medyanın gücü”ne vurgu yapanlar; Uzan ailesine verilen Rumelili desteğiyle, toplumdaki hoşnutsuzluğun boyutlarıyla, işsizlik veya “sürüden ayrı kalmışlık” duygusuyla izah edenler oldu. Çizilen lider imajının tuttuğunu düşünenler de vardı. Ağırlıkları tartışılsa da bütün bu sebepler bir araya geldiğinde ortaya, ideolojisi bir tür milliyetçilikle tanımlanabilecek, gerçekten ‘garip’ veya alışılmadık bir parti ile ona oy veren bir kitle çıkıyordu.
İşte bu noktadan itibaren, onu görmezden gelmek mümkün değildi. Onun bulduğu desteği “parayla satın alıyor” gibi bir gerekçeyle açıklamak anlamsızdı. Evet, parası vardı ve belki partide görev alanların çoğunun ekonomik beklenti içinde olduğunu ileri sürmek mümkün olabilirdi; ama oy verene ne demeliydi? Vaatse, başkalarının da vaatleri vardı.
GP’yi anlamak için bu noktada teoriye daha çok ihtiyaç vardı. Bu parti, sosyo-ekonomik tabanı, ideolojisi ve izlediği siyasetiyle, Avrupa’daki faşist partilere benziyordu (Hem de Türkiye’de adı faşizmle anılan bazı partilerden çok daha fazla). Orta ve alt sınıfların hoşnutsuzluğunu siyasete taşıyordu. Kendi içinde tutarlı bir ideolojisi yoktu; çünkü teoriden hazzetmiyordu veya ona düşman görünüyordu. “Lüzumsuz laf kalabalıkları”na pirim vermiyordu. Seçmenine sunacağı ve onun desteğini istediği bir siyasi projesi yoktu (Seçimlere bir aydan az bir zaman kala, seçim beyannamesini açıklamayan birkaç partiden biri de GP’dir). Ama yeterince işlenmemiş veya kaba saba da olsa, yaşadığımız sorunların kaynağı olarak ‘öteki’ni gösteren bir ideolojiden söz edilebilirdi. Alan araştırmaları yapan bir şirketin koordinatörü, “Türkiye’de bu kadar farklı bir kitleyi bir araya getiren başka parti yok” diyordu. Ona göre GP’ye oy verenlere “Kendinizi nasıl tanımlarsınız?” diye sorulduğunda, milliyetçi, solcu, muhafazakâr, laik gibi farklı siyasi tercihleri ifade eden tanımlamalar getirilebiliyordu.
Birbirinden bu kadar farklı bir seçmen kitlesini bir siyasi hedefte birleştirmek, ancak muğlak bir siyasi söylemle mümkün hale gelir. Siyasi partilerin toplumdaki çıkar ve beklentileri birleştirmesi normaldir; ama mevcut iktidara, Amerika’ya, işsizliğe ve belki de bütün bu hayata duyulan tepkiyi toptan siyasete tahvil etmek başka. Tabii bunun tamamlayıcı parçası olan ölçüsüz vaatlerden de söz etmek gerek. “Demirelvari siyaset”e uyarak yapılan son vaatleri ise şunlar: “Mazot 1 YTL, fındık 8 YTL olacak; ÖSS ve harçlar kalkacak diyoruz. Türk tarımı bizim namusumuz. Gübre ve zirai ilaçta KDV %18’den %1’e düşecek. Çiftçiye tohumluk 3 yıl süreyle ücretsiz dağıtılacak diyoruz. Her işsize 350 YTL maaş, emekliye 14 maaş.” Kısacası, öfkeyi örgütlemesiyle, şoven milliyetçiliğiyle, heterojen bir muhalefeti iktidar hedefi doğrultusunda birleştirmesiyle, militarizme ve laikçiliğe göz kırpan söylemleriyle (ama seccadesinin başucunda olduğu bilgisiyle; yani “Hepimiz Müslümanız, o ayrı, o ayrı”sıyla), gerçekten Avrupa’daki faşist partileri andırıyor.
Temmuz 2007’de gerçekleşecek olan seçimlerle ilgili olarak en fazla konuşulan partilerden biri de yine o. Yoklamalar, 2002 seçimlerindeki oy oranını koruduğunu gösteriyor. Belki bu seçimler AK Parti ile CHP arasındaki karşıtlık temelinde bir kutuplaşmaya sahne olmasaydı oyunu daha da artırabilirdi. Seçim gününe kadar biraz daha artırması da mümkün olabilir. Ama bugünkü oyu ve potansiyeliyle zaten ilk beş partiden biri o. Bu haliyle bile, ülkedeki barış adına kaygı veriyor. Gücünü koruduğu sürece de, her kesimden demokratları kaygılandırmaya devam edecek.
Paylaş
Tavsiye Et