ORUÇ ruhun beden, aklın nefs üzerindeki zaferidir. Daha doğrusu, bu zafere doğru kararlı bir yürüyüştür. Yılda bir ay gibi, modern ölçütlerle uzun sayılabilecek bir süre içinde, bedenin zevk ve arzularına söz geçirme temrinidir. Osmanlı esnafının başucu kitabı olan fütüvvetnâmeler, akıl ile nefs arasındaki bu çarpışmayı şöyle tasvir ederlerdi:
Gönlüm oldi bir zaman hayran ü deng
Aklum ile nefsüm arasında ceng
Aklum eydür pes taleb itmek gerek
Arzudan Hakk yolına gitmek gerek
Nefsüm eydür Bayezid mi olasın
Güneşi kanda elüne alasın
Aklum eydür Bayezid’i yaradan
Sana didi mi ki çıkdum aradan
Demedi elbet. Evreni yarattıktan sonra dinlenmeye çekilen Tanrı, “arzudan Hakk yoluna gitmeye” niyeti olmayanların temelsiz tasavvurudur. Yaradanı aradan çıkarmak, insanı tabiat üzerinde hesapsız bir hakimiyete taşımak içindi. Tanrı köşesine çekilmişse, her şey mübahtı. Tabiatın da, insanın da canına okuyabilirdiniz artık. Klasik düşünür, şair ve bilginlerimiz ise kimsenin canına okumaya hevesli değildiler. Onlar için mühim olan, çalışıp çabalayıp “can sırrına varmak”tı:
İşbu Vücud şehrine bir dem giresim gelir
İçindeki Sultan’ın yüzün göresim gelir
İşidirim sözünü göremezem yüzünü
Yüzünü görmekliğe canım veresim gelir
Miskin Yunus’un nefsi dört tabiat içinde
Aşk ile can sırrına pinhan varasım gelir.
Modernlik, ilahînin yerine beşerîyi mutlaklaştırma girişimidir. Bu girişim belirli bir başarı kazanınca, “tembel tanrı” tasavvuruna bile ihtiyaç kalmadı. Günümüzün Türk aydını, kendi eseri olmayan böyle bir girişimin sevimsiz taklitçisidir. Oruç, teravih, bayram gibi kavramlar onun için artık birer hurafeden ibarettir. Modernlik hurafesi, hiçbir insanüstü hakikate hayat hakkı tanımıyor.
Kadîm gelenekler, Tanrı’nın mutlak ve kesintisiz varlığını her an hissettiren inanç ve fikir sistemleriydi. İslam, bu geleneklerin zirvesiydi: Allah’a tam ve mutlak teslimiyet öğretisi. Bu Ülke’de henüz Yunus’un sesi işitilir iken, Modernlik hurafesinin az çok etkisinde kalmış düşünürlerimiz bile fütüvvetnamelerin kokusunu hissedip, hissettirebiliyorlardı. Mesela, “ulusçu ideolojinin kitabını yazan!” Ziya Gökalp, 22 Ekim 1908’de Diyarbakır’da yazdığı Oruç başlıklı şiirinde “akıl ile nefs arasındaki cengi” şöyle tasvir ediyordu:
Nefsimizin iyi, kötü her emrine uyarken
Yılda bir ay sen gelirsin bizi irşâd etmeye
Hep başlarız gönlümüze karşı cihâd etmeye
Birkaç gün bu savaşta biraz güçlük duyarken
O güçlükler kolaylaşır nefsimizi yeneriz
Hayrın şerden daha kavî olduğunu deneriz.
Bir insan ki karşı koyar susuzluğa açlığa
Nefsindeki arzuları alt etmeye çalışır
Hayalinin dizginini zabt etmeye alışır.
Artık kibir, tamah gibi bir manevî kasırga
Kayalardan muhkem olan o tineti sarsamaz
Artık vicdan cennetine İblis ayak basamaz.
Hassasiyetin Kaynağı: Din
Yahya Kemal on yıl kadar sonra İstanbul’da benzer bir bağlanışa şahit olmuş, nur saçan bir topluluğun eylemine katılmamış olmanın gizli utancını yaşamıştı:
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Bu hassasiyetin kaynağı, derin bir dinî şuur idi. Diyarbakır’dan İstanbul’a (Buhara’dan Bosna’ya, Bağdat’tan Tunus’a) kadar yüz milyonlarca insan, oruç sayesinde bir MİLLET olduklarını tecrübe ede-gelmişlerdi. Gökalp’in kelimelerini ödünç alırsak, oruç Hintli, Fars, Türk, Arap, Boşnak demeden bu insanları yediden yetmişe irşad ediyor, hep birlikte nefse karşı cihada kaldırıyordu. Hayallerinin dizginlerini zaptetmeye alıştırıyor; kibir, tamah gibi manevî kasırgalar karşısında sarsılmayan bir çınara dönüştürüyor; böylelikle, vicdanlarının cennetine İblis ayak basamıyordu.
Gökalp’ten neredeyse 100 yıl sonra, aynı duygularla yazıyorum ben de. Ve aynı umutlarla. Trafiğin arapsaçına döndüğü şu İstanbul’a bakın: İftar saatlerinde en işlek caddeler bile bomboş. Şehir ahalisi adeta sokak ve caddeleri terkediyor, Of’lu deyişiyle “tirek Allah’a bağlanıyor”. Elhamdülillah!
Yahya Kemal de, Atik-Valde’den geçerken aynı bağlanışa şahit olmuştu. Kendisi oruçsuz olduğundan, bir yandan utanç duymuş, diğer yandan yurttaşlarının manevî sıhhatine imrenmişti. Benimse içim içime sığmıyor iftar vakti caddeleri hızla geçerken. Oruç sadece ahirete odaklı bir temrin olmaktan çıkıyor, adeta Türk milletinin tarihe aktif katılımının tescili haline geliyor. Oruç dolayısıyla insanlar kenetleniyor; oruçtan uzak duranlar, millete de uzak duruyor. Nitekim Yahya Kemal bu duyguyu da derinden hissetmiş olmalı ki, şiirini şöyle sürdürüyor:
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı
Evet gurbet, millete uzak düşmektir. Şimdi artık bu hassasiyete sahip oruçsuz şairlerimiz yok. Şimdikiler oruç tutmuyor, özgürlüğü yücelten şiirler yazıyorlar. Yücelttikleri özgürlük, metafizik derinliği olmayan; sadece bedensel hazlara odaklı bir özgürlüktür. Bu türden özgürlüğü 12 yıl elinden alınan Boşnak düşünür ve devlet adamı Aliya İzzetbegoviç, zindanda bile oruç tutarak özgürlüğün zirvesine ulaştığını hissediyordu:
“Oruç münhasıran insanî bir seçimdir; sadece insanlara özgüdür. Hayvanlar da yiyecek yer; fakat sadece insan oruç tutabilir. Oruç, insanla hayvan arasındaki farkı açıkça ortaya koyar. Yeme, bir zorlamaya, bir tabiat kanununa uyarak yapılır. Oruç ise iradenin en yüksek ifadesidir; bir özgürlük fiilidir. Orucun en büyük anlamı, herhangi bir tıbbî sebepten ziyade bu özgürlüktür.” (Özgürlüğe Kaçışım, s. 214.)
Ramazan, Çocuklarındır!
Öyle olmasaydı, herkes kendi çocukluğunun Ramazanını bu kadar abartmaz, ballandıra ballandıra anlatmazdı... İlkokul dörtteyken tam 28 gün oruç tuttuğumu hatırlıyorum. Bu hesapla, üçüncü sınıfta 10-15, ikinci sınıfta 3-5, birinci sınıfta da 1-2 gün oruç tutmuş olabilirim. Şimdi daha erken yaşta başlayan ve daha fazla sayıda oruç tutan çocuklar var. Oruçluyken en çok susadığımı hatırlıyorum. Bakıyorum, çocuklarım da öyle. Oğlum Taha İsmet bir defasında müthiş susamıştı; gün içinde birkaç defa suya davrandı, gülüştük, vazgeçti. Dokuz yaşındaydı galiba. O akşam oturup bir şiir yazdı. Kıtalardan biri şuydu:
Oruç gül gibidir,
Allah’ın emridir,
Sakın bozdum zannetme,
Orucum oruç.
Çocukların cennet bağlarından birer çiçek olduğuna dair metaforun kaynağını hatırlamıyorum. Fakat Aliya’nın zindan notlarındaki şu değerlendirme, böyle düşünmek için herhangi bir kaynağa ihtiyaç hissettirmiyor:
“Çocuklar yetişkinlerden daha insandır. Çocuklar en çekici ve en mukni özelliklere, irade ve duyguların kendiliğindenliğine sahiptirler. İnsanlar büyürken ‘insanlık’larından bir kısmını, Cennet’ten beraberlerinde getirdikleri şeyin birazını kaybederler. İnsan yaşadıkça hayat kaynağından giderek uzaklaşır. ‘Her insanın ziyanda oluşunun’ sebebi budur.” (s. 11.)
İnsanın anayurdu dünya değil, Cennet’tir. Orada, ilahî öğüt ve talimata uygun yaşasaydı, dünya gurbetinde yaşamaya hüküm giymeyecekti. Fakat araya İblis girdi ve sözleşmeyi bozdu. Tekrar Cennet’e dönebilmesi için akdi yenilemesi gerekir. Bu gerçeğin bilincinde olan dindar filozof Amiel, 16 Temmuz 1848’de günlüğüne şu notları yazıyordu:
“İhtiyaç duyduğumuz tek şey var: Tanrı’ya sahip olmak. Hissettiğimiz her şey, bütün akıl ve ruh kuvvetlerimiz, bütün haricî kuvvetlerimiz, Tanrı’ya yaklaşmanın sayısız yolları, Tanrı’yı tatmanın ve O’na tapınmanın sayısız biçimleridir. Kaybedilebilecek her şeyden kendimizi sıyırmayı, mutlak ve ebedî olana mutlak bağlanmayı ve geriye kalanı bir borç, geçici bir meta olarak görmeyi öğrenmeliyiz. Sevmek, anlamak, kabul etmek, hissetmek, vermek, hareket etmek: İşte yasam, görevim, saadetim, cennetim. Gelsin ne gelecekse- isterse ölüm olsun. Kendinle sulh içinde ol sadece, Tanrı’nın huzurunda yaşa, O’na katıl ve varoluşun rehberliğini kendilerine karşı hiçbir şey yapamayacağın evrensel güçlere bırak. Eğer ecel mühlet verirse bana, ne âlâ. Yok eğer ölümün daveti yakınsa, gene ne âlâ; eğer yarı-ölüm alırsa beni, ne âlâ gene, zira başarı yolunun bana kapalı olması, belki kahramanlık yolunun, ahlâkî yücelik ve teslimiyet yolunun önümde açılması demektir. Her hayatın yücelik potansiyeli vardır ve Tanrı’nın dışında olmak imkânsız olduğundan, en iyisi şuurlu olarak O’nda yaşamaktır.”
Tanrı’nın dışında olmanın imkânsızlığını en iyi bilenler çocuklardır. Filozofluk, çocuktaki bozulmamış Cennet bilincini devşirmeye yönelik bir atılımdan başka nedir? Gerçek bilgi çocuktadır ve felsefe (filo-sofiya) bilgi aşkı demektir. Modern zamanlarda, felsefenin (daha sonra da bilimin) ‘Bilgi’ye duyulan sevgi değil de, bilginin kendisi olduğu vehmedildi. Modernlik, insanın kozmik tarihinde ikinci düşüşü temsil ediyor. Birincisi Cennet’ten düşüştü; ikincisi, Cennet bilincinden kopuş.
Oruçla İnsan Olmak!
Oruç, bedensel hazlara hükmetmek suretiyle, bir süreliğine de olsa Cennet’in kokusunu hissetmeye yönelmektir. Böyle bir ifadenin modern insan tarafından kavranılmasının çok zor olduğunu biliyorum. Modern hayat, insanın değil eşyanın hakimiyetine girmiş bir hayattır. Üstelik, dünyamızı tıka basa dolduran nesnelerin büyük bölümü artık yapaydır. Daha önemlisi, yapaylık nesnelerin formundan cevherine (maddesine) geçmiş bulunmaktadır. Plastik, yapaylıkta erişilen düzeyi gösteriyor. Makineler artık sadece birer alet değil, insan akıl ve bedeninin yerini tutmaya başlayan ‘zeki’ yaratıklar haline gelmekte/getirilmektedir. Ve bütün bunlar sadece birer araç olmaktan çıkmış, kendi başlarına amaç olmuşlardır. Bir televizyon setinin amacı, en az televizyonun kendisi kadar yapay olan bir ihtiyaçlar dünyası göz önüne getirilmeden kavranamaz.
İnsanoğlunun eşyaya yansıyan hüneri, hayvanlardan farklı olarak, hesabîdir: Hesaplar, sıraya koyar, planlar. Bütün bunlar logos’un tezahürleridir. Her ne kadar bütün sanatların el ile bağlantılı bir unsuru var ise de, hakiki anlamda teknik olabilmesi için zihnin, bilgi ve uzmanlık ile yönlendirilmiş olması gerekir. Böylece teknoloji; zenaat ve sanayii ürünlerinin ve daha da çok bunların üretim ve kullanımı için gerekli bilgi, hüner ve diğer aygıtların toplamına baliğ oluyor.
Ne var ki, modern teknoloji sadece makine ve aletlerin meydana getirilmesi değildir. Esas olarak, güç ve enerji kullanımı ve bunlardan yararlanılması demektir. Teknolojinin sadece nesne imal etmek ve onları insanların istifadesine sunmak olmadığını, aynı zamanda tabiata meydan okumak ve ona galebe çalmak olduğunu söylemek yeterli değildir. Teknoloji bugün sadece bizim dışımızdaki fiziksel tabiatı değil, doğrudan doğruya insanı, yani teknolojistin bizzat kendisini değiştiriyor.
Bütün kadîm gelenekler (dinler, toplum felsefeleri) aklın mükemmelleşmesi demek olan bilginin, bedeni rahatlatmaktan daha değerli ve tatminkâr bir gayesinin olması gerektiğini öne çıkarmışlardı. Bu geleneklere göre, insanın hakiki ihtiyaçlarının sayısı pek azdır ve kolaylıkla tatmin edilebilirler. Zevkin doğal sınırları vardır; ötesi kibir ve vehimdir. Fazilet itidaldedir. Mutluluğu hasıl eden, insanın bedensel zevklere boğulması değil, ruhen/kalben mutmain olmasıdır. (“Kalpler ancak Allah’ı anmakla yatışır.”)
Modern (teknolojik) düşünce, böyle bir mutluluk imkânının reddiyle başlar. Hobbes, Leviathan’da bunu açık bir tarzda dile getiriyor: “Bu hayatın mutluluk ve neşesi, mutmain bir aklın sükûnetinde değildir. Ne böyle bir yüce gaye, ne böyle bir yüce hayr vardır. Mutluluk arzunun bir nesneden diğerine kesintisiz ilerlemesidir; birinci elde edildi mi, ikinciye yol açmış olur.” Dolayısıyla, elde edilmesi tatmin getirecek hiçbir şey yoktur. Mutluluk, daha doğrusu haz, geçici bir gayeden diğerine koşmaktır: Tatminsiz, sükûnetsiz, tamamlık duygusundan yoksun. Hayat, haz peşinde sonu gelmez bir arzu ve mücadeledir.
İnsanlık tarihindeki bu muhteşem sapma birkaç asır sürebildi ancak. Haz değil, hazan mevsimindeyiz artık. Batı dünyası, yükseliş evresinde Doğu geleneklerini daha çok hakimiyetini tahkim edecek bir malzeme yığını elde etmek, bu sayede üstün konumunu pekiştirmek gayesiyle inceledi. Bugünkü çöküş evresindeyse, hikmeti aramak nazarıyla incelemek zorundadır. Tabii, Batı’yla beraber biz de.
Oruç ayı, böyle muhteşem bir muhasebeye kapı açsın dilerim.
Paylaş
Tavsiye Et