ORTADOĞU, son beş yıldır tarihinin en problemli dönemlerinden birini yaşıyor. Bölge halkı Moğol İstilası, Haçlı Seferleri, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu kadar büyük acılarla boğuşuyor. 11 Eylül sonrasında ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan süreç, bölgede İsrail işgali ve Batı ülkelerinin tahriki ile devam edegelen iç savaşlar ve ülkeler arası savaşların açtığı yaraları çok daha fazla derinleştirerek bugüne kadar geldi.
ABD’nin Irak Fiyaskosu
ABD tarafından Irak’ta işgal sonrasında kasıtlı veya gafilane yapılan büyük hatalar, bu ülkeyi tam anlamıyla bir iç savaşa sürüklemiş durumda. Irak’ın orta ve güney kesimlerinde bir Şii-Sünni mezhep savaşını başlatmanın yanı sıra, Kuzey Irak’taki müttefik Kürt güçlerine otonom bir statü sağlayan Amerikan yönetimi, ülkeyi fiilen parçalamanın sorumluluğunu tek başına üstlenmiş bulunuyor. Ayrıca işgal ile oluşan güvenlik ve yönetim boşluğu dolayısıyla ülke tam bir terör bataklığına gömülmüş durumda.
Son dönemde Amerikan ordusunun Irak’tan çekilmesine dair söylenenler artık Batı ve Arap basınının ağzında sakız haline geldi. Her gün ölen Amerikan askerlerinin manevi külfetine ilaveten Irak’taki işgalin maddi faturası, Başkan Bush ve yeni-muhafazakârların bu fiyasko savaşı sürdürme inatlarını kırmaya başladı.
Bush yönetimi, işgal sonrasında durumu kontrol altına alma ve ülkeyi istikrara kavuşturmaya yönelik vaatlerini; Irak’ta seçim yapmaktan yeni anayasa hazırlamaya, bazı silahlı gruplarla pazarlıklardan ulusal barış çağrılarına ve nihayetinde Irak’a daha fazla asker sevkıyatına kadar bütün seçeneklerini sırasıyla tüketti. Bütün bunlara rağmen -veya bütün bunlardan dolayı- Irak’taki durum giderek çok daha kötü bir hale geldi. Katliam ve zulümlerin kare kare görüntüleri televizyon ekranlarına bölgesel ve küresel uydu kanalları aracılığı ile ulaşınca, Amerikan hükümetinin savaşa devam etmesi ve askerlerin Irak’ta kalmasını savunması giderek güçleşti.
Bugün Demokrat ve Cumhuriyetçi siyasi elitin ve hatta askerî otoritelerin ortak kanaati, Amerikan askerlerinin Irak’tan acilen çekilmesi ve böylece asker kayıplarına bir an evvel son verilmesidir. Çekilme sonrasında Irak’ın durumunun ne olacağı ise teröre karşı uluslararası savaş öncelikleri dışarıda bırakılacak olursa, tartışma konusu bile değil.
Son dönemde Amerikan yönetimi, Irak’ın artık bir iç savaşa girdiğini ve bu savaşı durdurmak için yapabileceği bir şey olmadığını dile getirmeye başladı. Sanki bu durumun sebebi kendilerinin etnik ve mezhebî çatışmayı körükleyen politikaları değilmiş gibi, Iraklıları birbirlerini öldürmeye terk ediyorlar. Irak’ı üçe böldükten sonra ortaya çıkan tabloyu sanki Iraklıların doğal bir tercihiymiş gibi sunmaya çalışıyorlar. Dört yıl içinde bir milyona yakın hayata mal olan bu işgal, Iraklıları aslında hiç de istemedikleri bir iç savaşa sürükledi. ABD’nin zoru ile birbirinden ayrıştırılan Sünni ve Şii Araplar, birçok provokasyonun da sonucu olarak birbirleriyle savaşmaya zorlandı; etkisi yıllarca sürecek kin ve nefret tohumları ekildi.
İşgalden bu yana Irak’ta olan biteni kamuoyuna sunan Global Policy Forum’un dünyadaki 33 uluslararası kurumun desteği ile hazırladığı ve Haziran ayında ilan ettiği rapor oldukça önemli bilgiler içeriyor:
1. ABD ve müttefikleri, uluslararası kuruluşlar ve bilim adamlarının Irak’ın kültürel hazinelerinin korunmasına ilişkin uyarılarına kulak vermediler; müzelerin, tarihî eser depolarının ve kütüphanelerin yakılıp soyulmasına seyirci kaldılar. Milli Müze’nin yağmalanması en tipik örneklerden. Amerikan ordusunun Babil antik kentinde üs kurması ve ittifak güçlerinin birçok tarihî binayı tahrip etmeleri sonucu bu binalar ve bölgeler yağmalandı.
2. Amerikan ordusunun ve müttefiklerinin Irak’ta sivil halka karşı napalm ve kimyasal gaz bombaları kullandığı belgelendi. Bu suçlar uluslararası savaş mahkemesi tarafından araştırılmalı.
3. İttifak güçleri ve iç destekçileri, “güvenlik tutuklaması” adı altında, suçlama yapmaksızın ve mahkemeye çıkarmaksızın on binlerce insanı hapishanelerde tutuyor. Bu durum uluslararası hukuka tamamen aykırı. Otuz binden fazla tutuklu, insanlık dışı muamele görüyor. Ebu Gureyb türü hapishanelerdeki ve gizli tutuklama merkezlerindeki Iraklıların durumu içler acısı. İşkenceden ölümler ve sakat kalmalar yüksek boyutlarda.
4. Amerikan ordusu silahlı direnişçileri barındırdığı gerekçesiyle birçok şehri (Felluce, el-Kaim, Telafer, Samarra, Hadise, Ramadi gibi) karadan ve havadan ağır bombardımana tabi tuttu. Birçok sivil öldü veya yaralandı; toplu göçler yaşandı ve mülteci kampları kuruldu; bu şehirlerdeki ana binalar ile alt yapı tamamen yok edildi. Uygulanan ambargo, elektriğin kesilmesi, ilaç ve gıda sevkıyatının engellenmesi gibi insanlık dışı uygulamalarla desteklendi.
5. ABD’nin Irak’ta inşa etmeyi planladığı devasa boyutlardaki kalıcı askerî üsler Irak halkının tepkisine yol açıyor; işgalin daha uzun yıllar devam edeceği endişesini uyandırıyor.
Raporun öne çıkardığı sayısız acı gerçekten zikrettiğimiz sadece birkaçı bile Irak’taki durumun vahametini gözler önüne sermeye yetiyor. Öte yandan özellikle dışlanmaya çalışılan ve gerek ABD gerekse iç güçler tarafından düşman ilan edilen Sünni Araplar, belli bir süre yaşanan dağınıklığın ardından Amerikan işgaline karşı güçlü bir direniş göstermeye başladı. Birbirinden bağımsız olarak başlayan direniş hareketleri, geçen ay ortak bir cephede birleşme yolunda adım atarak çok daha güçlü bir direnişin işaretlerini verdi. The Guardian gazetesine konuşan yedi Sünni direniş örgütünün liderleri hem askerî alanda işbirliği yapacaklarını hem de siyasi bir örgüt gibi hareket ederek barışçı yollardan işgalin sona erdirilmesine çalışacaklarını bildirdiler. Amerikan hükümeti bu birleşmeyi yeni bir tehdit olarak algılayabilir; fakat siyasi zeminde muhatap olabilecekleri birleşik bir Sünni cephenin ortaya çıkması, Irak problemine barışçı bir çözüm bulunabilmesi için hem Irak’taki diğer gruplar hem de Amerikan hükümeti için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir.
Filistin’de Oyun İçinde Oyun
Ortadoğu’nun güvenliği ve barışı için çok önemli diğer bir gelişme ise son dönemde Filistin’de yaşanan olaylardır. Geçen yıl seçimleri kazanarak parlamentoda tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlamasından sonra gerek ABD, İsrail ve AB gibi dış güçler, gerekse el-Fetih ve bazı Arap ülkeleri Hamas’ın başarısız olması için bütün yollara başvurmuşlardı. Her şeye rağmen halk desteğinin azalmaması, ABD, İsrail ve çıkarlarının zedelendiğini düşünen bazı el-Fetih unsurlarını aleni olarak daha radikal planlar geliştirmeye itti.
Bush hükümeti Kongre’den Mahmud Abbas ile bağlantılı Filistin güvenlik güçlerinin desteklenmesi ve bu güçlere silah ve savaş malzemesi sağlanması amacıyla açıkça bütçe talep etti. Bazı Arap ülkeleri de Abbas yanlısı güçlerin silahlı eğitimini üstlendi. Plan çerçevesinde başlatılan ufak çaplı çatışmalar karşısında Hamas’ın gerilemek bir yana daha da güçlenmesi, Suudi Arabistan’ı, Mekke’de bir araya getirdiği el-Fetih ile Hamas’ın ulusal birlik hükümeti kurmalarına ön ayak olmaya itti. Suudi Arabistan’ın bu girişimine iki düşüncenin yön verdiği düşünülüyor: Birincisi, Filistin’deki gerginliğin bir patlamaya yol açmasını engellemek; böylece bu patlamadan istifade edebilecek bazı bölgesel güçlerin -özellikle İran ve Suriye’nin- Hamas’la müttefik haline gelmelerinin ve Filistin meselesindeki Arap nüfuzunu zayıflatmalarının önüne geçmek. İkincisi, Hamas’ı bitirmeye yönelik kapsamlı bir saldırıya hazırlık için vakit kazanmak. Bu plan Amerikalı General Dayton tarafından hazırlandı; fakat Gazze’deki son gelişmeler planın olgunlaşmasına fırsat vermedi.
Gazze’deki son olayların sebebine gelince, öncelikle Hamas, B planının olgunlaştığını ve daha fazla beklenmesi durumunda ABD ile İsrail’in istekleri doğrultusunda hazırlanan silahlı müdahale güçlerinin etkisinin Gazze’de güvenliği sarsacak boyutlara ulaşacağını hissetti. ABD ve İsrail’le gizli ilişkileri bir süredir bilinen ve el-Fetih’in güvenlik birimleri sorumlularından olan Muhammed Dahlan’a bağlı militanların tahrikleri de giderek artıyordu. Ayrıca Hamas, kendisinin bütün gayretlerine ve fedakarlıklarına rağmen, karşı tarafın tahrik ve saldırıları dolayısıyla ulusal birlik hükümeti düşüncesinin iflas ettiğini görmekte gecikmedi. Zira ne AB ne de Arap ülkelerinin bu yeni hükümete yönelik tavrında bir iyileşme oldu. Bu hükümete ön ayak olan Arap ülkeleri vaatlerini yerine getirmediler. Filistin’e yönelik dış ambargoya ve engellemelere ilaveten hükümet, içeriden Dahlan grubunun temsil ettiği el-Fetih kaynaklı baskı ve saldırılara da muhatap oldu. Filistin’deki muhalif unsurları eğiten Mısır da açık bir şekilde ulusal birlik hükümeti ve Hamas’ın karşısında yer aldı.
Bunun üzerine Hamas güçleri Mahmud Abbas’ın Başkanlık Sarayı dahil bütün Gazze’de yönetimi ele geçirdi. Çıkan çatışmalarda birçok Filistinli hayatını kaybetti. İşin garip tarafı, Hamas hükümetinin Devlet Başkanı Abbas tarafından ilga edilmesinin ardından kurulan kriz hükümetine dış dünyadan gelen destek açıklamaları ve ambargonun kaldırılması gibi vaatler birbirini takip etti.
Gelinen bu noktada Hamas tarafı, haklılığının açıkça ortaya çıkmasına rağmen, daha fazla kan dökülmemesi ve Filistin davasının yara almaması için diyalog çağrılarını yineliyor; Mahmud Abbas’a İsrail ve Batılı taraftarlarının kuklası olmaması uyarısında bulunuyor. Hamas güçleri ile silahlı çatışmaya girmenin kendi maslahatına uygun olmayacağını gören Abbas’ın bu diyalog çağrısına kısa sürede cevap vermesi, krizin atlatılması ve Filistin’de birlik ve beraberliğin yeniden kurulmasında önemli rol oynayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et