Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2007) > Yüzleşiyorum > Ulustan Millete yükseliş
Yüzleşiyorum
Ulustan Millete yükseliş
Mustafa Özel
MEDYA iktidar aracıdır. Televizyon, iktidarsızlaştıran medya aracıdır. Televizyonu bir bilgi kaynağı olarak görmeye başladık mı, muhakememizi, analiz, yorum ve yargılama yetimizi iptal ediyoruz. Olaylar ve tartışmalar gözümüzün önünden akarken tepki gösterebiliyoruz sadece. Alkışlıyor veya homurdanıyoruz. Her iki durumda da sağlıklı düşünmek ve karar vermekten uzağız. Televizyon, akıl ve ruh sağlığımızın en büyük düşmanı.
Diyelim ki, gece yarısı ‘tartışma’ programlarından birinde ‘yüksek strateji uzmanları’nı seyrediyoruz. Hakikaten ‘seyrediyoruz’, seyirlik, traji-komik bir iş. Şaşkınlıktan gözlerimiz fal taşı gibi açık, sözün sonunun nereye getirileceğini bekliyoruz. Bekliyoruz, bekliyoruz. Aklımızda kalan tek şey, Amerika’nın çok büyük, çok güçlü olduğu! Olan biten her şeyi ‘Onlar’ düzenliyor; ‘Bizimkiler’ birer piyon, ne yapsalar boş. Kanal değiştirirken sormadan edemiyoruz: Bizzat bu kafalar ve bu program Amerika’nın gücünü göstermiyor mu?
Amerika’nın çok güçlü olduğunu bilmeyen var mı? Mesela Putin bilmiyor mu? Biliyor ama, Bush ile müzakereye gitmeden önce Shanghay’a uğrayıp Çin lideri ile görüşüyor, böylece “elini güçlendirmiş” oluyor. Diplomasi, elini güçlendirme sanatıdır. Gücünü pahalıya pazarlama sürecidir. Etkin bir diplomasi için temel şart, rasyonel güç tartımıdır. Kendini, ‘dostlarını’ ve ‘düşmanlarını’ tartamayan, teslimiyeti peşinen kabullenmiş demektir.
 
Hegemonyasız Tekkutupluluk
Güç tartımına herkesin gözünde büyüttüğü ABD’den başlamak yerinde olur. Devletler arası sistemin son birkaç yüzyılı çok-kutuplu, son birkaç on yılı iki-kutuplu iken, son birkaç yılının tek-kutuplu geçmekte olduğu aşikârdır. Fakat hegemonyasız tek-kutuplu bir evredir bu. Hegemonya, sistemin merkezî gücünün, sistemin diğer parçalarına söz geçirebilmesi ise; hegemonyasız tek-kutupluluk merkezî gücün ciddi sınırlarının olduğuna işarettir. Hegemon en güçlü demek değildir; tek güçlü demektir, Efendi demektir.
ABD yan sayfadaki “11 T” kriterlerinin bir kısmına göre hegemon, bir kısmına göre sadece büyük güçlerden biridir. Bu çerçevede fikir yürüten çağdaş ulema tam bir çok-kutuplu entelektüel sistem oluşturuyor. Kimine göre ABD katıksız bir hegemondur, kimine göre hegemonyasız imparator. Kimine göre Sezar’ı gölgede bırakan kral, kimine göre yere çakılan kartal.
Paul Kennedy ünlü eserinde Amerikan gücünün gereğinden fazla yayıldığını (“imperial overstretch”), dolayısıyla ABD’nin düşüşe geçtiğini söylerken, son yıllarda bu fikrinden caymış gözüküyor. 21’inci yüzyıl başları Amerika’sının tarihin kaydettiği en süper güç olduğunu belirten tarihçi, sözünü şöyle bağlıyor: Şarlman’ın imparatorluğu ancak Batı Avrupa’yı kaplıyordu. Roma imparatorluğu çok daha ötelere uzandı; fakat onun ötesinde büyük Pers ve Çin imparatorlukları vardı. Dolayısıyla, bu güçlerden hiç birini ABD ile mukayese edemeyiz. Daha önce hiç görülmemiş bir fenomendir bu.
Kennedy’nin makalesi “Kartal kondu” başlığını taşıyor. Wallerstein sanırım bundan esinlenerek yazılarından birine “Kartal yere çakıldı” başlığını koydu. Muhalif düşünüre göre, ABD kurmaylarının pervasızca “imparatorluk” terimini kullanmaları Amerika’nın gücünü değil, güçsüzlüğünü gösteriyor. Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik yükselişi ABD’nin ekonomik hegemonyasının, Vietnam yenilgisi siyasî/askerî hegemonyasının, 1968 devrimi ise kültürel/ideolojik hegemonyasının sonuydu. Sermaye bir bütündür ve dünya sermayesinin (Amerikan sermayesi dahil) büyük bir kısmı şahinlere karşıdır. ABD, dünya sisteminin içine girdiği kaotik durumu kontrol gücüne sahip değildir. Bu kendi başına ne iyi, ne kötüdür; sadece, şahinleri ve dayandıkları gücü gözümüzde büyütmememiz gerektiğini gösterir.
Küreselleşmenin Amerikan emperyalizminin bir kisvesi olduğunu ihsas ettiren Joseph Nye, ki Kennedy’nin “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşü”ne karşı “Amerika Liderliğe Mahkûm” kitabını yazmıştı, Amerikan öncülüğünün 21’inci yüzyılda da devam edeceğini söylüyor: ABD’nin bu gücü akıllıca kullanması şartıyla! Ekonomik ve askerî kudret için “sert güç” (hard power) terimini kullanan Nye, kültürel/ideolojik kudret için “yumuşak güç” (soft power) terimini uygun görüyor. İddiasına göre, ABD her iki bakımdan da geriye değil, ileriye gitmektedir.
 
Tutarsız İmparatorluk
Michael Mann’ın kitabı tam da bu kargaşanın ortasında çıkageldi. Mann ne Wallerstein gibi kökten muhalif, ne Nye gibi sistem yanlısı. Daha doğrusu, eylemci olmaktan ziyade düşünür; sosyolog-tarihçi. Toplumsal Gücün Kaynakları başlıklı iki ciltlik kaynak eseriyle ünlendi; üçüncü cilt (Küreselleşmeler) ise yayın aşamasında. Tutarsız İmparatorluk (Incoherent Empire, Verso 2003) kanayan bir vicdanın sesi. “Pasaportunu taşımakta olduğum iki devlet, ABD ile İngiltere, akıl almaz çılgınlıktaki militarist politikalarıyla dünyanın barış ve düzenini tehdit ediyorlar.” Kitap, yolunu şaşırmış iki siyasî yönetimi akl-ı selime çağırıyor.
Mann’a göre, yeni emperyalizmin teorisi 1990-2001 arası dönemde geliştirildi, 11 Eylül saldırılarıyla da uygulamaya geçildi. Birinci Körfez Savaşında Baba Bush, BM’yi tarihî rolünü oynamaya çağırırken, 2. Körfez Savaşında Oğul Bush BM’yi bir yana itiyor, ABD’nin tek yanlı ve tek başına hareketini dünyaya ilan ediyordu. Yeni Emperyalizm askerlerin değil, sivillerin militarizmidir. Sivil yöneticiler son yıllarda şuna benzer fikirleri yüksek sesle dillendirir oldular:
• Bir uzay Pearl Harbour’ını önlemek için ABD uzayı bile silahlandırmalıdır.
• ABD potansiyel rakiplerini ciddi bölgesel/küresel rollere kalkışmaktan caydırmalıdır. Sadece Rusya ve Çin’i değil, ileri sanayi ülkelerini, yani elli yıllık müttefiklerini de!
• Haydut devletlerin ve ayrıca potansiyel rakiplerin KİS geliştirmelerini imkansızlaştırmalıdır.
• Rakiplerin hayatî ham maddelere ulaşımını bloke etmelidir.
• Dünya BM öncülüğüne değil, Amerikan liderliğine muhtaçtır. Vesaire.
Profesör Mann bunları sıraladıktan sonra Amerikan yöneticilerine ahlak dersi vermeye kalkmıyor. Soğukkanlı bir analizle, tasarılarının tutarsızlık ve imkansızlığını anlamalarına yardımcı olmaya çalışıyor. Gücün dört türünü askerî, siyasî, ekonomik ve ideolojik güç olarak tanımlayan tarihçi, bu dört boyutta Amerikan gücünü tartıyor ve İmparatorluk projesinin niçin tutarsız olduğunu gözler önüne seriyor.
Mann’a göre ABD bugün askerî bir dev, ikinci sınıf bir ekonomik güç, siyasî bir şizofren ve ideolojik bir fantomdur. ABD’nin askerî bir dev olduğu su götürmez. 2003 yılı Amerikan savunma bütçesi, dünya toplamının %40’ı kadardır ve kendinden sonraki 24 ülkenin toplamına eşittir. Ancak, nükleer gücün doğası Amerikan üstünlüğüne gölge düşürmektedir. ABD ve Rusya’nın nükleer savaş başlıkları 9000’er civarındadır ve 2007’ye kadar 2500 dolayına indirilmesi öngörülmektedir. Dolayısıyla, bu alanda ABD Rusya’ya emperyal üstünlük taslayamaz. Ondan sonraki üç önemli güce de! Fransa’nın 340, Çin’in 250, İngiltere’nin 185 nükleer savaş başlığı vardır. Rakamlar çok daha küçük olsa da, bu ülkelerin caydırma gücü Rusya’nınkinden aşağı değildir. Bunları daha kısa menzilli nükleer füzelere sahip dört ülke izlemektedir: İsrail’in 100-200, Hindistan ile Pakistan’dan her birinin 30-40, Kuzey Kore’nin ise bir-iki nükleer savaş başlığı olduğu sanılmaktadır. Bazı ülkelerin önümüzdeki on yılda benzer güce kavuşabilecekleri, Japonya veya Almanya gibi ileri sanayi ülkelerinin ise isterlerse birkaç ay içinde bu tür silahları geliştirebilecekleri bilinmektedir.
Nükleer silahlar ancak caydırmaya yarar, rasyonel bir hücumun parçası olamaz; dolayısıyla İmparatorluk işinde fazla katkıları olmaz. İmparatorlukların konvansiyonel kuvvetlere ihtiyacı vardır. Amerika’nın asker sayısı ise son çeyrek yüzyılda 2.2 milyondan 1.5 milyonun altına inmiştir. Dünya asker toplamının %5’i ile dünyaya hükmedebilmek için, başka ülke askerlerini hizmete koşmaktan başka yol yoktur. İngiltere’nin 1800 başlarında Hindistan’daki 291 bin askerinin beşte dördü Hintli idi! Sömürge imparatorlukları yerlilere yönettiriliyordu. Milliyetçiliğin yükselişi ile bu artık imkansızdır.
Amerikan ekonomisinin de güçlü olduğu açıktır. Fakat talih giderek Asya ve Avrupa’ya gülmektedir. Amerikan ekonomisini son on yılda sürükleyen, yurttaşların aşırı tüketim yönelimi oldu, sanayilerinin üretkenliği değil. Tüketimi finanse eden de yabancılardır. Sovyet Blokunun çözülüşü, Batı Avrupa için muazzam pazar potansiyeli yarattı. Rusya’nın 2002 ticaretinin %37’si Avrupa Birliği ile, sadece %5’i ABD ile oldu. Rusya’daki doğrudan sermaye yatırımlarında Almanya tek başına ABD’nin önündedir. Avrupa ile Asya arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler giderek yoğunlaşmaktadır. Euronun yükselişi doların sağladığı avantajları zamanla bertaraf edecektir.
Siyasî güç meselesine gelince… ABD Soğuk Savaş döneminde bir tür Batı Devleti idi. Bu devletin çekirdeğini Amerikan eliti, çevresini ise Batı Avrupa ve Japon eliti oluşturuyordu. Bu blok BM’de hemen hemen her istediğini yapabildiğinden, ABD fiilen Küresel Devlet konumundaydı. İki kutuplu gibi gözüken Soğuk Savaş döneminin küresel devleti, tek kutuplu gibi gözüken yeni dönemde küresel devlet olma özelliğinden çok uzağa düştü. Sadece Batı Avrupa devletleri değil, Türkiye, Mısır, Ürdün gibi ‘Üçüncü Dünyalı’ müttefikler bile çıkarları gerektiğinde farklı çizgi tutturabiliyor. Amerikan politik şizofrenisine yol açan, bu çelişkili durumdur. ABD sadece ekonomik ve siyasî bakımdan gerilim ve gerileme yaşamıyor, ideolojik gücü de geriliyor. “Her yerde Amerika’dan niçin bu kadar nefret ediyorlar?” en yaygın soru olmaya başladı. Wallerstein haklı: İmparatorluk isterisi, Amerikan gücünün değil, güçsüzlüğünün belirtisi.
 
Tutarsız Ulus-Devlet
ABD tutarsız imparatorluk ise, Türkiye de tutarsız ulus-devlet. Yukarıdaki dört güç boyutunda Türkiye’nin durumunu değerlendirdiğimizde, içimizi hem ümit kaplıyor, hem yeis. Türk siyaseti, tutarsızlığı bertaraf ettiği ölçüde devlet/toplum sistemimiz yaşama/gelişme imkanını artıracaktır.
Askerî güç bakımından Türkiye dünyanın sayılı devletleri arasındadır. Ne var ki, gücün teknoloji ayağı kırıktır. Türkiye için belki bir Silicon Vadisi’ne dönüşebilecek olan MKE terkedilmiş bir mezarlığı andırmaktadır. ABD, Almanya, Japonya ve diğer birçok ülkede teknolojik buluşların önemli bir kısmı askerî teknolojilerdeki gelişmelerin yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Askerî teknoloji sadece orduyu değil, ekonomiyi de sürükleyen önemli bir faktördür. Türkiye’nin en büyük sanayi grupları savunma sanayiinden uzak durmakta (veya durdurulmakta)dır. Şu anki en büyük sanayi grubumuz sayılması gereken OYAK bile bu alandan özenle uzak durmakta, gıda ve sigortacılıkla uğraşmaktadır. Oysa ülkenin ve ordunun asıl sigortası savunma sanayiidir. Türkiye dışa bağımlı savunma sektörü ile askerî avantajını devam ettiremez.
Ekonomik güç bakımından da Türkiye’nin ciddiye alınması gereken bir konumu vardır. Birinci sınıf bir sanayi ülkesi değilsek, üçüncü sınıf da değiliz. Gerileyen döviz kuruna rağmen 2003’ün ihracat patlaması da gösteriyor ki, Türk sanayi önemli bir ihraç kapasitesine sahiptir. 1990’larda bu yeteneğini ortaya koymamış olması, devletin mantık dışı yüksek reel faiz politikasıyla alakalıdır. Denizin bittiği anlaşılınca, herkes işinin başına döndü. (Gerçi reel faiz hâlâ yüksek. Dolar faizi dünyada %2’yi geçmezken, Türkiye’de dolar bozdurup faize yatıranlar bunun on mislini kazanıyor!) Türk sanayinin bel kemiği KOBİlerdir. Bu şirketlerin maliyetlerini düşürücü tedbirlere dayalı ciddi sanayi politikaları takip edilmesi durumunda, bundan sadece KOBİler değil, büyük sanayi grupları da yararlanacaktır. Sağlam bir KOBİ temeline dayanmayan hiçbir ülkenin büyük şirketleri dünya pazarında rekabet üstünlüğü sağlayamaz. Alman veya Japon imalat sanayilerinin de bel kemiği küçük şirketlerdir.
Amerikan siyasi eliti şizofrense, Türk siyasi eliti paranoid şizofrendir. Hareketlerine korku ve şüphe yön veriyor, davranışları sürekli birbiriyle çelişiyor. İnsanına güvenmiyor. Ancak halkına itimat eden bir siyasî elit tarih içinde etkin bir rol oynayabilir. Osmanlı siyasi eliti ‘devşirme’ karakterli olmakla beraber milletin ‘organik’ parçasıydı. Millet bünyesine intibaksızlık söz konusu değildi. Cumhuriyet eliti, milleti teftiş ve murakabe teşkilatı. Amerikan elitinin şizofrenisi iyileştirilebilir. (Buna yeni bir Vietnam yeterli gelecektir!) Türk elitinin paranoyası ancak ideolojik yenilenme ile atlatılabilir.
Böylece dördüncü güç boyutuna vasıl olduk: İdeolojik/kültürel güç. 19’uncu yüzyıl sosyal biliminin anahtar kelimesi ‘sınıf’, 20’nci yüzyılınki ‘ulus’, 21’inci yüzyılınki ise ‘medeniyet’tir. 19’uncu yüzyıl, kapitalist Avrupa devletlerinin bir yandan pekişme, diğer yandan (sömürgecilik marifetiyle) dünya pazarlarını paylaşma çağıydı. Dünyaya güvenle açılabilmek için, içeride toplumsal entegrasyonun sağlanması, İngiltere Başbakanı Disraeli’nin veciz ifadesiyle, iki ulusun (zenginlerle yoksulların) tek ulusa indirgenmesi gerekiyordu. Sosyal devlet düzenlemeleri (sağlık, işsizlik, emeklilik sigortaları, vb.) ve muhayyel milliyet (nasyonalite) inşâsı sayesinde tek ulusluk büyük ölçüde başarıldı.
20’nci yüzyıl, önce klasik (Osmanlı, Avusturya-Macaristan) sonra sömürge imparatorluklarının parçalanma çağıydı. Bu imparatorlukların bünyesinden çıkacak halkları (tıpkı 19’uncu yüzyılın sınıfları gibi) dünya ulusuna entegre etmek, bu yoksulları dünyanın zenginleriyle uyumlu kılmak gerekiyordu. İki ulusu (yoksullarla zenginleri) tek ulus yapmak gerekiyordu ama, bir ‘Dünya Sosyal Devleti’ oluşturmanın maliyeti kapitalist merkezin kabul edemeyeceği kadar yüksekti. 1917 Rus İhtilali bu sorunu çözdü: İmparatorlukların bünyesinden çıkan halkların ‘sağlık ve işsizlik’ sigortalarını ödemek yerine, bunların bir kısmı Sovyet kampına terk edildi, diğer kısmına da ‘çok konuşursanız sizi komünistlere veririz’ tehdidi savruldu. Her iki kampın ağası, ABD ve SSCB (sembolik olarak Wilson ile Lenin), self-determinasyon yanlısıydı; tanımlayacakları halklar resmen ve alenen birer ‘ulus’ haline gelecekti. (İngiltere fiili gücüyle değil, tarihî tecrübesiyle bu ikiliyi tamamlıyordu.)
Lenin gibi Wilson’ın da bu halklar arasında büyük itibarı vardı. 1919 yılında bir Osmanlı şairi Wilson hayranlığını tapınma derecesine çıkarıyordu:
 
Dinim bana bahşedeydi imkân
Derdim sana ben nebiyi-zîşan
Lakin diyemem ki, Sör Wilsin
Yirminci asırda bir peyâmber
Makdurse eğer, o sen değilsin
Zannımca zaman peyâmber ister.
 
Hakkı bağıran lisan-ı adlin
Adli yücelten kemal-i fazlın.
Bilmem ki önünde diz çöker mi
Havlinde dönen Ebi Lehebler?
Hırs ateşi, âh, aceb söner mi
Kalkar mı bütün hafî sebepler!
 
Darb-ı sühanın ne tîz de olsa
Lazım sana bir Asa-yı Musa
Şüphe ederim, o sende var mı
Hakkın güneşi aceb doğar mı?
 
Habercilerin (peyâmber) muştuladığı hakkın güneşi yoksul uluslar üzerine doğdu ve 20’nci yüzyıl boyunca 150’den fazla halk ‘ulus’ mertebesine yükseltildi. Onay makamı BM idi, yani ABD ile SSCB. Birinci bölümde ifade ettiğimiz gibi, ABD bir tür Batı Devleti idi ve SSCB, kendi bölgesine müdahale edilmemek şartıyla, gelişmelere pek karışmıyordu. Dolayısıyla, ABD fiili Küresel Devlet idi.
Ulus olmak, Küresel Devlet’in kanatları altındaki Dünya Meclisi’ne kabul edilmek demekti. Dolayısıyla, onların tanımladığı çerçevede bir ulus olmak gerekiyordu. Ulusluk yerel kültürü yadsımamakla beraber, dini oluşturucu bir unsur saymıyordu. Dünya toplumuna katılmak istiyorsanız, dinî kimliğinizi kapıda bırakmak zorundaydınız. Bu, çok önceden süregelen ‘doğal’ milliyetçilik (Türkçülük) akımıyla uyumlu veya irtibatlı bir gelişme de değildi. Türkçülük siyasetinin (ideolojisinin) temel direklerinden Ahmet Agayef (Ağaoğlu) 1914 yılında milliyetin iki ana unsurunun dil ve din olduğunu söylüyordu: “Milliyet (nation), aynı surette hisseden bir kitle-i efrada denilir. Müşterek hissiyatın tevellüd, intişar ve tamimi iki âmilin tesiri ile oluyor: Lisan ve din. Bunlardan sonra ırk, tarih, anane, âdât, edebiyat vesaire de geliyor. Fakat biraz teemmül olunduğu halde bu âmillerin kısm-ı azamı da o iki âmilin neticesi olduğu tezahür eder. Dünyada bir kavim, bir millet yoktur ki onun âdâtı, edebiyatı, anane ve tarihi dininden müteessir olmasın. Bütün bunların mücmeli veya rüknü ise lisandır.”
 
Tutarsız Tahayyülden, Tutarlı Tasavvura
Ne yazık ki bu anlayış 20’nci yüzyıl konjonktüründe uygulanabilir değildi. Agayef’in, Akçura’nın, Ziya Gökalp’in söyleminden ‘din’ kelimesinin ihracı gerekiyordu. Lozan’ın temel taahhüdü budur. Fakat tarih her zaman konjonktüre üstün gelir. Merkezden dikte ettirilen ve dini dışlayan ulus anlayışı ne Türkiye’de tuttu, ne başka yerde. Onun içindir ki, 21’inci yüzyılın örgütleyici kelimesi olarak medeniyet seçilmek zorunda kalındı. Sınıf bir gerçeklik, ulus bir tahayyül, medeniyet bir tasavvurdur. Tutarsız tahayyülümüzü tutarlı bir tasavvura dönüştürebilir ve bunu bütün esnafa (sınıflara) gönüllüce benimsetebilirsek, Millet olabilir ve tarihin akışına etki edebiliriz. Tarihe hiç kimse hükmedemez, ne Türkler, ne Müslümanlar, ne Amerikalı veya Asyalılar! Fakat ona etki edebilir, daha iyi yönde akmasına katkıda bulunabiliriz. 20’nci yüzyılın en bilge, en ‘insan’ önderi Aliya İzzetbegoviç bunu en veciz biçimde dile getirenlerdendir: “İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne dilerse, o olur. Yapmamız gereken, mümkün olan en iyi biçimde savaşmak, bilinç ve yeteneğimizin en üst düzeyini ortaya koymaktır. Tarih, öngörülemeyen gelişmelerin hikâyesidir. Kehanetler hiçbir zaman tutmaz. Milan Kundera kısa bir süre önce, ‘Ülkem üç yüz yıl daha özgürlüğünü yitirdi’ diye yazmıştı. Oysa komünistler Çek ülkesine üç yıl bile hükmedemediler. Kundera dehası olan bir yazardır ve deha yanıldı. Bizler tarih tarafından teslim alınmışız. Tarih içinde elimizden geleni yapmalıyız, fakat tarihin seyri bize bağlı değildir. Ve bu gerçekten iyi bir şeydir.”
Hatırlayacaksınız, Anlayış’ın ikinci sayısında okuyucuya merhaba derken, Aliya’nın “gerçekten iyi şey” dediği hakikate değinmiştik: Dünya kaotik bir evreden geçiyor. Kaos endişe kaynağıdır. Kaos ümit ve heyecan kaynağıdır. Endişeliyiz, çünkü bir avuç Amerikan terörist dünyamızı ateşe vermeye hazırlanıyor. Ümitliyiz, çünkü kaotik ortamlarda tabiat yasaları değil, kaos yasaları geçerlidir. Yasası olsa kaos olmazdı, demeyin! Var, hem de son derece şevk verici yasalar. Birinci kaos yasası, oransızlık yasasıdır. Kaotik (dengeden uzak) ortamlarda, girdi-çıktı münasebeti bozulur. Küçük bir girdi, muazzam hasıla ile sonuçlanır. İkinci kaos yasası, hem oyuncusu hem seyircisi olduğumuz tarihin düzeninde, oyuncu yanımızın ağır basmasıdır. Oyuncu isek, her şey önceden belirlenmemiş demektir. Bu gerçeği en son anlayanlar, oyunun kurallarını koyduğunu sananlardır. Üçüncü kaos yasası, ilk iki yasanın bileşkesidir: Kontrolden çıkmış bir dünyada, bilinçli/sistemli hareket edebilen topluluklar akıl almaz sonuçlara ulaşabilirler!
Türkiye’yi (açık/örtük) yönetenleri “çağa ayak uydurmaya” davet ediyoruz. Kapitalist Batı için ulusluk aşılmış, Batı-dışı dünya için de bitmiştir. Daha doğrusu, tutmamıştır. ABD, elli ‘ulus’un birleşiminden doğmadı mı? Avrupa Birleşik Devletleri bunun yarısı kadar ulusun birleşmesinden doğmuyor mu? Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkileri Türklerin kendilerine özgü projelerini engeller veya yönetici elit bölgemizin diğer Müslüman (ve olabildiği ölçüde, Müslüman-olmayan) unsurlarıyla bütünleşme yollarını aramazsa, ulusluk Türklerin mezarı olur.
Yazının başına dönersek, ‘yüksek strateji’ uzmanlarımızın gece boyu dillendirdiklerinin aksine, ABD veya başka büyük güçler tarihe hükmediyor değiller. Hükmettikleri, zihinlerimizdir. Belki sormamız ve dürüst biçimde cevaplandırmamız gereken temel sorular vardır:
• Yönetimlerimizin meşrûluğu hegemonca tanınmalarına mı bağlıdır?
• Yöneticilerimiz ancak hegemonun trenine binerek mi makamlarını koruyabiliyorlar?
• Hükümetlerimizi işbaşına getiren ve uzaklaştıran hegemon mudur?
• Bölgede 100 yıl öncesine kadar beraber yaşadığımız insanlarla aramızdaki anlaşmazlıkları hegemona müracaatla mı çözüme kavuşturuyoruz?
• Devletimizin iç ve dış eylemlerini tekelinde bulunduran hegemon mudur?
• Hegemonun ustaca ihraç ettiği kendi ideolojisini, din ve dilini, ahlak, yasa ve kurumlarını bilinçsizce ve yüksek bedelle ithal ediyor muyuz?
Bu sorular bizi sarsıyor ve organik Millet olmaya yöneltiyorsa, Türkiye için çok umut vardır. Uzmanların cevaplarıyla yetiniyorsak, ulusluğumuzla bin yaşayalım!
 
11 T nazariyesi
Hegemonyalı tek-kutupluluğun kıstasları nelerdir? David Wilkinson’ın Güliver’in Seyahatleri’nden esinlenerek hazırladığı listeyi “11 T Nazariyesi” başlığıyla Türkçeye uyarlamaya çalışıyorum:
  1. Tayin. (Belirleme) Yerel/ulusal hükümetlerin meşruluğu, hegemonca tanınmalarına mı bağlıdır?
  2. Tanzim. (Düzenleme) Yerel elitler ancak hegemonun trenine binerek mi makamlarını koruyabiliyorlar?
  3. Tavzif. (Vazifelendirme) Yerel hükümetleri işbaşına getiren ve uzaklaştıran hegemon mudur?
  4. Tahkim. (Hüküm verme) Bağımsızlık kazanma, hükümet olma, bir ülkeyi işgal etme, belirli politikaları zorla uygulama gibi hususlara dair yerel anlaşmazlıklar hegemona müracaatla mı çözüme kavuşturuluyor?
  5. Tahlis. (Kurtarma, düzen kurma) Yerel savaşlar ancak hegemonun araya girmesiyle mi son buluyor?
  6. Takyit. (Sınırlama) Sistemdeki devletleri toplantıya çağıran, onlara başkanlık eden, toplantıları dağıtan veya yasaklayan hegemon mudur?
  7. Tahakküm. (Hükmetme) Devletlerin silahlı kuvvetlerinin kolektif eylemlerini tekelinde bulunduran bir hegemon var mıdır?
  8. Tağyir. (Veto) Keza devletlerin kolektif eylemlerini yasaklama hakkına veya önleme gücüne sahip bir hegemon var mıdır?
  9. Taltif. (Sübvansiyon) Devletlerin ‘uygun’ davranışlarını ödüllendiren bir hegemon var mıdır?
  10. Talan. (Haraç kesme.) Hegemon, devletlere sunduğu hegemonik hizmetlerin bedelini onlara ödettirmekte midir?
  11. Tahvil. (Değiştirme) Hegemon, diğer devletlerin ithal ve taklit ettikleri kendi ideolojisini, din ve dilini, ahlak, yasa ve kurumlarını ustaca ihraç etmekte midir?
 

Paylaş Tavsiye Et