SAVAŞ davulları yeniden çalmaya başladı. ABD muhtemelen İran’a saldıracak. Belki İsrail’i bir kaldıraç gibi kullanıp, önce onları saldırtacak. İran, İsrail’e cevap vermeye çalışınca da, bu sefer ABD devreye girecek ve yoğun bombardıman başlayacak. Pakistan’da olup bitenler de göz önüne alınırsa, ABD’nin kapsamlı bir operasyon peşinde olduğu aşikâr. Afganistan-Kürdistan hattında sert rüzgarlar esiyor. Başbakan Erdoğan New York’tayken, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un Amerikan yönetimini zehir zemberek eleştirmesi gelişigüzel değil. Sadece Türkiye değil, Rusya ve Çin de yeni küresel operasyonun farkındalar.Çin ile Rusya’nın öncülüğünde daha 1996’da kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nün 16 Ağustos 2007’de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yapılan 7. zirvesi tam da bu konulara odaklıydı. Zirveye Çin, Rusya, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Kazakistan’ın devlet başkanları ile ŞİÖ’ye gözlemci statüsünde katılan İran, Hindistan, Pakistan ve Moğolistan’ın devlet başkanları katıldı. Ayrıca Türkmenistan Cumhurbaşkanı ile Afganistan Cumhurbaşkanı onur konuğu olarak zirvede yer aldılar. Zirvede, “çok kutuplu dünya düzeninin” gerekliliği vurgulanarak, ABD’ye meydan okur tarzda açıklamalar yapıldı.
Askerî gelişmelerin ve enerji konularının ön plana çıktığı zirve sonunda “İyi Komşuluk, Barış ve İşbirliği Anlaşması” ile “Bişkek ŞİÖ Deklarasyonu ve Ortak Bildirisi” imzalandı. Ortak bildiride, üye ülkeler arasındaki “çok kademeli işbirliğinin kapsamlı ve derinliğine geliştirilmesi ve terörizmle mücadelenin arttırılması” gerektiği vurgulandı. ŞİÖ çatısı altında “Barış Görevi 2007” adıyla Çin ve Rusya’da yapılan askerî tatbikatlar büyük yankı uyandırdı. Örgüt üyelerinin de ilk defa tam katılımıyla 9-16 Ağustos tarihleri arasında yapılan büyük çaplı bu tatbikat, “NATO’ya karşı gövde gösterisi” olarak değerlendirildi. Zirvenin öne çıkan konularından biri de, örgüt bünyesinde kurulması önerilen “enerji ajansı” projesi idi. Üye ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanan ancak AB ve ABD’nin tepki gösterdiği bu projenin hayata geçirilmesiyle “doğalgaz OPEC’i” kurulmuş olacak.
Evet, küresel kapitalizmin ekonomik bakımdan gerileyen hegemonu ABD, askerî gücünü kullanıp enerji kaynakları üzerinde “Deli Dumrul Köprüsü” kurmak isterken; ucu kendisine dokunan diğer küresel ve bölgesel güçler de ciddi ittifak arayışlarına girdiler. ABD seçici davranarak, bu ittifakın içinden gözüne kestirdiklerini tek tek ayıklamak istiyor. Hedef tahtasında şimdilik İran var.
Avrupa İşgal Altındadır
ABD, medeniyet-içi gerilimi zorla da olsa bastırmışa benziyor. 1990’lı yıllarda, dünya sistemi içindeki en kapsamlı gerginliğin ABD ile AB arasında olduğunu; iktisaden ABD’ye yetişen AB’nin kendi ordusunu kurup, NATO’nun ‘işgalinden’ kurtulacağını; böylece Avrasya derinliğine doğru iktisaden olduğu gibi, siyasi ve askerî yönden de açılacağını yazıyordum. Okuyucular sorup duruyordu: “Ne demek NATO işgali? NATO temelde Avrupa’yı Sovyet işgaline karşı korumak için kurulmadı mı?” Doğru ama Sovyet tehlikesi bertaraf olduktan sonra niçin ortadan kalkmadı? NATO, Avrupa genişlemesinin Amerikan denetimi altında gerçekleşmesini, dolayısıyla ABD’nin stratejik çıkarlarını tehlikeye düşürecek sınırlara varmamasını teminat altında tutan askerî örgütün adıdır artık. Yani elli yıl öncesinden farklı olarak, sadece Almanya değil, bütün Avrupa işgal altındadır. Berlin-Paris hattının isyanı Saddam’ın devrilmesine değil, Avrupa işgalinin Kabil-Bağdat bağlantısıyla bir Avrasya işgaline dönüştürülmesineydi. Avrupa bu bağlantıyı çözemezse, Avrasya derinliğine doğru açılıp küresel bir güç haline gelemez.
Avrupa bu bağlantıyı çözemedi ve küresel bir güç haline gelemedi. Almanya’yı bırakın, Fransa bile ABD’nin küresel operasyonlarına hiçbir itirazda bulunamıyor. Rusya ile Çin’in dizginleri ele alması işte böyle bir zaruretten doğdu. AB siyasi bir aktör olabilseydi, büyük Asya güçleri biraz daha beklemeyi tercih ederdi.
ABD’yi Avrasya’da başına buyruk hareket etmekten alıkoyacak güç odakları hangileridir? Mümkün (ve bir o kadar da muhayyel) ‘terör’ gruplarını bir yana bırakırsak, Amerikan hipergücünü caydırabilecek güçler şunlar olabilir: Her şeye rağmen Birleşik Avrupa, Birleşik İslam Dünyası (?), Rusya, Çin, sınırlı derecede de Japonya ve Hindistan. Her biri kendi içinde ve ABD ile ilişkilerinde ciddi gerginlik ve çelişkiler yaşayan bu odaklar yeni Amerikan düzenine ne ölçüde karşı çıkar ve ne ölçüde (kendi menfaatleri doğrultusunda) ona destek olurlar?
Avrupa Erdemli Değil, Aciz
Birleşik Avrupa, Almanya’yı denetim altında tutma ihtiyaç ve endişesinden doğdu. Kolları bağlı olmayan bir Germanya’nın neler yapabileceği iki dünya savaşı ile açığa çıkmıştı. Nazi Almanya’sı Hitlerin eseri değildi. Bu Almanya fikren birkaç asırdır, siyaseten de yarım asırdır oluşum halindeydi zaten. Oswald Spengler, 18 Aralık 1914’te bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Almanya’nın Roma’nınkine benzer bir misyonu vardır. Bu savaşta Londra’ya ulaşıp ulaşamayacağımızdan emin değilim. Bunu gerçekleştirmeye yönelik bir plan olduğunu biliyorum. Eğer şimdi gerçekleşmezse, tarihin talep ettiği zaferi ikinci bir savaş gerçekleştirecektir.” Dikkat ediniz, zaferi Spengler veya başka bir Alman değil, tarih talep etmektedir!
Amerikan askerî gücü karşısında kendini aciz ve çaresiz gören Avrupa, uluslararası siyaset pazarına hukuk ve ahlak normlarını sürdü. Güçsüzün erdemi ne ifade edebilir? Avrupa, güçlü olduğu birkaç yüzyıl boyunca bu ahlak ve hukuk normlarını ciddiye almamış, Avrupa’yı oluşturan uluslar Avrupa-içi mücadelelerde bile bu normlara göre davranmamıştı. Hülasa, ABD karşısına ahlak ve hukuk havarileri gibi çıkmaları, samimiyetlerini değil, güçsüzlüklerini yansıtıyor. Bunu gayet iyi bilen Amerikan idarecilerinin “eski Avrupa”yı ciddiye alması mümkün değil. Avrupalıların Soğuk Savaş sonrası dönemde Cezayir ve Çeçenistan gibi yerlerdeki çok açık hukuk ve ahlak ihlallerine (çıkarları öyle gerektirdiği için) sessiz kalmaları, hatta Fransızların Cezayir’deki vahşete destek vermesi, Avrupa’nın yeni küresel dönemde uluslararası hukukun savunucusu olma iddialarını gülünçleştiriyor.
Peki, Avrupa dengeleyici bir siyasi/kültürel odak olamayacaksa, böyle bir rolü kim üstlenebilir? Başta BM olmak üzere uluslarüstü örgütlerin son kertede ulusal çıkarların harman yeri olduğu göz önüne alınırsa, çareyi BM’den önce Rusya, Çin, vb. büyük oyuncuların hareket tarzlarında aramak zorundayız. Acaba önümüzdeki on, yirmi, otuz yıl içinde, söz konusu toplum/devlet sistemlerinin siyasi/kültürel/ekonomik çıkarları nasıl bir hareket tarzını gerektiriyor? ABD’nin küresel çaptaki emperyal emellerine hemen karşı çıkmak mı, gizli-açık destek vermek mi, yoksa bir süre seyirci kalıp rakiplerin karşılıklı güç kaybına uğramalarını beklemek mi?
Asya Toparlanıyor
Şanghay İşbirliği Örgütü henüz gevşek bir görünüm gösterse de, Asya toplumlarının Birleşik Amerika karşısına ancak bir Birleşik Asya oluşturarak çıkabileceklerinin farkında olduklarını gösteriyor. Bu ŞİÖ üyelerinin bir kısmının ABD ile ilişkilerinin iyi olduğu, onun emperyal emellerine karşı çıkmadıkları anlamına gelmez. İttifak sistemlerinin kolayca kurulup bozulacağı yeni bir döneme giriyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasını hatırlayalım. Kapitalist dünyanın kahraman müttefiki SSCB, iki yıl içinde Şeytan İmparatorluğu’na dönüştürülmedi mi? Böylelikle, 19. yüzyıl İngiliz hegemonyasının “güçler dengesi”ne dayalı olması gibi, 20. yüzyıl Amerikan hegemonyasının da “dehşet dengesi”ne dayandırılması mümkün hale gelmedi mi?
Soğuk Savaş’ın son yıllarında, Amerikan gücünün sınırlarına dair verimli bir tartışma başlamıştı. Paul Kennedy’nin tezini hatırlamayan yoktur: ABD’nin zeval saati yaklaşıyor. O da tıpkı kendinden önceki İngiltere gibi ikinci dereceden bir güç haline gelecektir. Ulusların yükselişinin anahtarı, ekonomik ve kurumsal intibak ve yaratıcılık yeteneğidir. Ancak, bir ulus hegemonik konuma gelince dinamikler değişir. Kısa bir süre sonra, konumunu muhafaza için yapması gereken harcamalar, elde ettiği avantajları geçer. Hegemon cepten yemeye başlar. ABD 1980’lerde, on yıl gibi kısa bir süre içinde dünyanın en büyük kreditörü olmaktan çıkıp, en büyük borçlusu haline geldi! Kennedy’ye göre, geçmişte böylesine hızlı bir değişimi ancak yıkıcı bir savaş meydana getirebilir, çöküş süreci çok uzun zaman alırdı. Roma’nın çöküşünün birçok imparatorluğun ömründen daha uzun olduğu veya Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselmeye başlarken çöküşe geçtiği söylenir. Korkarım ki böylesine sükûnet içinde çökme bugün artık mümkün değildir. ABD hâlâ gezegenimizdeki en büyük iktisadî varlıktır, ama rakipleriyle arasındaki mesafe kapanmıştır.
ABD’nin Yapısal Gücü Azalıyor
Hegemonik çöküş tezine başlıca iki tür tepki geldi. Merkeze yakın bir Uİ (uluslararası ilişkiler) profesörü olan Joseph Nye, cevabî kitabına Amerika Liderliğe Mahkûm başlığını koydu. Nye’e göre, çöküşçülerin temel hatası, ABD’yi İngiltere’ye benzetmeleridir. İngiltere’nin karşısında Almanya vardı: Hem ekonomik, hem askerî bir dev. Oysa ABD’nin karşısında Rusya, Batı Avrupa ve Japonya var. Birincisi şiddetli bir ekonomik çöküşe yuvarlanan askerî bir güç; diğerleri askerî güçleri olmayan ekonomik rakipler. Ayrıca, ABD’nin bütün ekonomik alanlarda gerileyiş içinde olduğu tezi de su götürür. Bazı alanlarda gerilemekte, bazı alanlardaysa aksine öne geçmektedir.
İkinci tepki daha bilginceydi. UÖ (uluslararası örgütler) profesörü Susan Strange, ilişkisel güç ile yapısal güç arasında bir ayırım yaparak, ABD’nin hangi alanda hegemonik konumunu yitirmiş olabileceğine açıklık getiriyordu: Dünya sisteminde devletlerle ekonomik işletmeler arasında oynanmakta olan oyunda yapısal güç ilişkisel gücün önüne geçmektedir. İlişkisel güç, A’nın B’ye onun normalde yapmak istemeyeceği bir şeyi yaptırabilmesidir. 1940’ta Almanya’nın ilişkisel gücü, İsveç’e ‘nötr’ toprağından Alman askerlerinin geçmesine göz yummasını sağlayabiliyordu. ABD’nin Panama üzerindeki ilişkisel gücü, ona Panama Kanalı şartlarını dikte ettirebiliyordu.
Yapısal güç, küresel ekonomi politik yapıları biçimlendirme ve belirleme gücüdür. Diğer devletler, onların politik kurumları, ekonomik işletmeleri, bilim adamları ve diğer meslekî kurum ve kişileri bu yapılar içinde iş göreceğinden, küresel ekonomi politik yapıları belirleme; dünya gündemini belirlemekle, oyunun kurallarını koymakla eş anlamlıdır. Susan Strange’e göre, ABD’nin ilişkisel gücünün azalmakta olduğu doğrudur. Fakat yapısal gücü azalmamış, aksine tırmanışa geçmiştir.
Nye ve Strange’in tahlilleri 1990’lar için makul gözükse de, 11 Eylül sonrası dünya sistemi için pek geçerli değildir. Yapısal gücü neredeyse dibe vuran ABD, sadece bölgesel güçlere değil, BM gibi uluslararası kuruluşlara karşı bile neredeyse ilişkisel gücünü kullanmaya kalkmaktadır. Bu durum Çin ve Rusya’nın manevra alanını genişletmekte, onlara uluslararası arenada potansiyellerinin üzerinde bir yapısal güç vermektedir.
Türkiye’nin Açmazı
Türkiye ve benzeri bölgesel güçlerin elini kuvvetlendiren, onları geleceğin küresel güçleri arasına sokan gelişme de budur zaten. Türkiye, dünyanın 20. ekonomik gücü olarak 6. askerî gücünü ayakta tutamaz. O halde, öylesine akıllı bir ittifak kurma sürecine girmeli; öylesine etkili bir diplomasi oyunu oynamalıdır ki, ekonomik düzeyi askerî düzeyine ulaşabilsin. Türkiye, rasyonel ittifaklar sayesinde yapısal gücünü arttıramazsa, mevcut ilişkisel gücünü de yitirebilir.
ABD, PKK ve genelde Kuzey Irak kozunu da elinde tutarak, Türkiye’yi Avrasya operasyonlarının maşası olmaya zorluyor. Son beş yıllık gelişmeler, Türk devlet sisteminin bu oyuna gelmeyeceğini gösteriyor. Bu durumda, hegemonun hışmına uğrayacağımız kesin. Çare, jeokültürel gücümüzü devreye sokup, ABD’nin kozlarını kendimiz için avantaja dönüştürmektir. Bu ise olağan bir anayasa düzenlemesini bile başörtüsüne takmayı beceren bir aydın/asker elitle çok zor.
Paylaş
Tavsiye Et