FRANSIZ düşünür Edgar Morin, bütün alanlarda, kapalı kavramların, mekanik, doğrusal ve dar anlamda belirleyici açıklamaların bir bunalım yaşadığını belirterek; bütünü, onu oluşturan parçalarına indirgeyen ya da parçaları, onları kapsayan bütünün içinde eriten indirgemeci kavramsallaştırmaların yetersizliğini ifade eder. Söz konusu bunalımı aşma çabalarının daha derinlemesine yapılacak analizler gerektirdiğini savunur. Türkiye’nin toplumsal, sosyo-ekonomik ve bir o kadar da siyasal dönüşümüne katkı sağlayacak bir “sivil anayasa” yapılmasına ilişkin son zamanlarda yaşadığımız tartışmalar da bu bakımdan Cumhuriyet döneminin sosyo-politik tarihî serüvenini özetler nitelikte bir durum ortaya çıkarıyor. Söz konusu tartışmalar Türkiye’nin kendisini tam da modernleşmenin neresinde konumlandırdığına ilişkin tabloyu net bir şekilde resmediyor. Öyle ki modernitenin bize sunduğu kalıplarla düşünmekten, üretmekten kendimizi alıkoyamıyoruz; en ciddi toplumsal konularda bile sorunu basitleştirerek tartışamıyoruz ve sembollerin kısır çekişmesi içinde kaybolup gidiyoruz. Hiçbir kavramsal çerçeveyi her zaman ve zemine uyan ve herkes için geçerli bağımsız bir anlamlar bütünü içinde açıklayamaz hale geliyoruz. Tüm kavramsal zihin yapımız ‘türetilen’ bir halde gündelik tartışmaların içinde eriyip gidiyor, derinlikten uzak sathi bir toplum haline gelmeye başlıyoruz. Sivil anayasa tartışmaları da tam bu zihinsel düzeyde yaşadığımız sathiliği tasvir eder nitelikte bir boyuta ulaştı ve daha da ileri gideceğe benziyor. Bu tartışma toplumsal olarak bizi öyle bir noktaya getirdi ki, tarihsel çoğulculuğumuzu ve derinliğimizi sürdürülebilir bir birlikte yaşam alanına dönüştürecek “ortak biz” unsuru oluşturmaktan oldukça uzak bir hale geldik. Bu bakımdan “sivil anayasa” olgusunun bu toplumun zihinsel dünyasında sağlıklı bir yere oturması oldukça zor gözüküyor.
Anayasa Ne İşe Yarar?
Bu soru bugün Türkiye için her zamankinden daha önemli bir hal almış durumda. Zira anayasaların işlevi her şeyden önce geniş bir mutabakatın sağlandığı toplumsal bir ‘sözleşme’yi ifade etmesidir. James Madison’un tabiriyle “Sözleşme özgür devletin temelidir” ve bu bakımdan anayasanın temel işlevi de bireyi devletin-iktidarın ‘şerrinden’ olabildiğince korumak ve iktidarı bireye karşı sınırlamaktır. Sınırlandırılmış bir iktidarda birey özgürleşir, özgürleşen birey ise kendini güvende hisseder. Bu bakımdan anayasa devlete değil, topluma-bireye içkin olmak zorundadır. Öte yandan anayasanın bir diğer işlevi de bir toplumda var olan ve yaşayagelen “çoğulcu hakikatleri” tanıması için devleti yönlendirmesi ve ona baskı yapmasıdır. Anayasanın bu özelliği onun en tartışmalı yanını da oluşturur; zira anayasa aynı zamanda kurucu bir metindir ve bu yönüyle toplumsal ilişkileri düzenler. Toplumdaki en dezavantajlı konumdakileri en avantajlı durumda olanlarla ‘öz’ olarak aynı düzlemde ele almak zorundadır. Rawls’un tabiriyle anayasa “hakkaniyet olarak adaleti” sağlamak zorundadır. Ancak anayasalar tek tek ideolojilerle, kimliklerle ve kurumlarla müşahhaslaştırılamazlar. Bu bakımdan anayasa, toplumun çoğulcu farklılıklarını, çok kültürlü yapısını ideolojik bir indirgemecilikten sakınarak, bireysel hakları ve farklılıkları toplumsal düzen içinde mümkün hale getiren bir ruha ve düzenlemeye sahip olmak zorundadır. Tüm bunları yaparken anayasanın karşı karşıya kaldığı en temel problem özgürlük ile güvenlik arasındaki dengeyi kimden yana kuracağı konusudur. Millet olarak bugüne kadar sahip olduğumuz tüm anayasalarda söz konusu tercih devletin egemenliğinin birey karşısında sürekli güç kazanması şeklinde ortaya çıkarken, toplum ve birey özgürlük karşısında güvenliğin değişmez bağımlı değişkeni oldu.
Bugün yeni bir anayasanın yapılma ihtiyacı da mevcut Anayasamızın tüm bu öze ilişkin gereksinimleri sağlamaktaki zorluğundan hasıl oldu. Ancak bugün “sivil anayasa” yapımına ilişkin en belirgin özellik toplumsal mutabakatı sayısal bir çoğunluğa indirgeme şeklinde ortaya çıkarken, tartışmaların ürettiği sembolik dil ise farklı toplumsal tabakaları çatıştıran bir düzeye ulaşmış durumda. Öyle ki daha kavramsal olarak ortaya çıkış şekliyle bile ayrışmayı körükleyen bir nitelik arz ediyor. Zira ‘sivil’ kelimesi köken itibarıyla Türkçe olmamakla birlikte, “asker sınıfından olmayan kimse” olarak tanımlanmakta. Linguistik olarak doğru bir kullanım olsa da kavramın felsefi ve tarihî serüveni bize ‘iktidar’ tarafından da “sivil bir anayasa” yapılmasının sınırlarını epeyce zorluyor. İktidarların ürettiği söylem de nihayetinde sivil bir söylem değil. Bir de buna Türkiye’nin yaşayageldiği gerçeklikler eklenince Anayasa’ya isim takma tercihi problemli bir alan haline geliyor. Bu bakımdan dünyada da örneği olmayan “sivil anayasa” kalıbını aşarak onun yerine “demokratik-özgürlükçü anayasa” tabirinin kullanılması daha tutarlı bir davranış olur.
Anayasa’yı Bir Güvenlik Meselesi Olarak Görmek
Yeni yapılacak olan anayasanın sivilliği ve muhtevası bir yana Türkiye’de bu sürece ilişkin yaşanan gerçeklik daha çok dikkat çekiyor ve tartışılıyor. Söz konusu tartışmalar bir taraftan konunun özüne ilişkin önemli noktaları ıskalamamıza neden olup, toplumu dönüştürmeyi kendine vazife edinmiş “seçkinci elitler”in zihin dünyasını ele verirken, diğer yandan da toplumda giderek kökleşmeye başlayan zihinsel ve yapısal kodların görünür hale gelmesine neden oluyor. Bu bakımdan Türkiye’de bu tartışmaların üç farklı düzlemde ele alınması mümkün gözüküyor: İlk mesele, toplumsal hayatı düzenleyen her ‘yenileşme’ çabasının güvenlik siyaseti içinde kaybolup gitmesi. Bu bakış açısıyla güvenlik söylemi kimlik/fark ilişkisi içinde kurulmuş bir söylem olarak ifade bulurken, tarihsel olmaktan çok kendiliğinden gelişen söylemsel ve görsel kodların kurduğu ve düzen kurmayı çatışma mantığına hapseden anlayışın neticesi olarak ortaya çıkıyor. Bu süreci “sivil anayasa” yapım sürecindeki tartışmalarla birlikte düşündüğümüzde güvende olma halinin özneleri de değişmeye başlıyor ve devleti kuran unsurların üç düzlemde ele alınmasını zorunlu kılıyor. Birinci evrede farklılık-aidiyet ilişkisi devreye girerken, ikinci evre, yani ben-öteki evresinde karşılıklı kimlik cepheleşmeleri söz konusu olmaya başlıyor. Bu evre “sivil anayasa” yapımının kendiliğinden ortaya çıkardığı bir süreç değil, daha çok söz konusu yenilik halinin yıkacağı hegemonik düzenin bir daha kurulamayacağından rahatsız olan baskı gruplarının servis ettiğibir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Üçüncü evre ise ben-öteki ayrımının dost-düşman ayrımına dönüştüğü evre ki burada artık devletin bekası devreye giriyor. Bu durumda görsel düzeyde cepheleşmeyi artıran unsurların sürekli tekrar edilmesiyle hassasiyetin yükseltilmesi sağlanıyor ve söz konusu cepheleşme kanaat önderleri veya etkili toplumsal otoriteler vasıtasıyla çatışma üreten bir soruna dönüşüyor. Örneğin TSK’nın 27 Nisan bildirisinde “Ne mutlu Türküm diyene! anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” şeklindeki ifadesi söz konusu durumu net bir şekilde özetliyor.
‘Devlet’in Bekası Olarak ‘Türban’
Kimlik/farklılık düzeyinde ortaya çıkan cepheleşmelerin en belirgin yaşandığı alanlardan biri ise, tüm anayasa tartışmalarının kendisine indirgendiği başörtüsünün bir güvenlik meselesi haline getirilmesi ve sahibinin kim olduğu belli olmayan ‘devlet’in varlık sebebi olarak görülmesi. Bu bakımdan başörtüsü olgusu artık bir mağduriyet ve özgürlük meselesi olmaktan öte ‘devlet’in makro siyasetinin belirlendiği, özünde de üç güvenlik alanından biri olan laik devletin en önemli tehdidi olarak görülüyor. Diğer ikisi ise yine anayasa tartışmasının zirveye ulaşacağı ve onun en yumuşak karnını oluşturacak düzenlemelerin yapılmak istendiği alan olan ulus-devlet ve üniter devlet yapılanması. Bu bakımdan anayasanın sivilliği ile oluşturulmaya çalışılan farklılıkların bir aradalığı ulus-devlete yöneltilen bir meydan okuma, kimliklerin parçalanarak bu taleplere cevap verecek kurumsal düzenlemelerin yapılması da üniter devlet olgusunun altını oyan bir yaklaşım olarak algılanıyor. Söz konusu iki alan devlete içkin bir güvenlik meselesi olarak görülürken, en problemli alanlardan birini oluşturan başörtüsü olgusu ise hem toplumun hem de devletin ontolojik varlığına inen en büyük darbe olarak güvenlikleştiriliyor. Bu bakımdan da başörtüsü bugün Türkiye’de güvenliğin en belirleyici öznesi haline gelmiş durumda. Tüm bu algılama sorunları ise toplumsal olarak bir dil üreten, bir sembol ortaya çıkaran ve bu bakımdan kurucu bir öğeye sahip olan yeni anayasanın genelindeki öze ilişkin düzenlemelerin sağlıklı bir şekilde tartışılmasını engelliyor. Diğer taraftan bu durumda tartışmaya kurban giden başörtülü insanlar ise tüm bireyselliklerinden ve insanlıklarından ayrı düşünülerek topluma ilişkin bir sorunun maddesel unsurları haline geliyor. Mesela Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, eşinin başörtüsüne ilişkin bir soruya “Cumhurbaşkanı olacak kişinin eşi değil, kendisi olduğu” şeklinde cevap vermesi, adeta başörtüsü yasağını, farkında olmadan meşrulaştıran bir işleve sahip oldu. Bu bakımdan soruna ilişkin değer bağımsız algılar üretildikçe anlamlı ve makul bir çözüm üretmek de bir o kadar imkansızlaşıyor. Bu insanlardan beklenen en anlamsız davranış kalıbı ise çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor o da “devlet baskısı”na boyun eğmek.
Sonuç olarak sivil anayasaya ilişkin tartışmaların gösterdiği en belirgin özellik, modernitenin kalıplarından kesin olarak kurtulamadığımız gerçeği. Tüm bu yaşadığımız sahte gerçekliğin ürettiği sorunlara çözüm üretmenin en önemli başlangıcının, söz konusu gerçekliğin eleştirel bir yorumunu yapmaktan geçtiğini anlamak zorundayız. Ancak TSK gibi topluma derinlemesine nüfuz etmiş bir kurumun böylesi bir tartışmada postmodernite olgusunu modern toplumumuzu(!) parçalayan bir günah keçisi olarak görmesi, sorunlarımızın ciddiyetini hâlâ kavrayamadığımızın en açık göstergesi.
Paylaş
Tavsiye Et