Darbe ‘Out’ Muhtıra ‘In’
12 MART 1971 muhtırası ve akabinde yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin yakın tarihi açısından derinlemesine incelenmesi gereken makro ve mikro düzeyde sosyal, siyasal ve ekonomik trajik sonuçlar ortaya koydu. Süreç 12 Mart 1971’de TSK’nın “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ağır bir tehlike içine düşürdüğü” gerekçesiyle, 1969’da %46,55’le tek başına iktidar olan Demirel’in Adalet Partisi (AP)’ne muhtıra vermesiyle başladı. Muhtıra metni o sırada Meclis’i yöneten Fikret Turhangil tarafından kürsüden okunmak suretiyle milletvekillerine iletildi. Bu bir ilkti; zira böylesi bir metnin Meclis’te okutulması Anayasa ve Meclis İçtüzük hükümlerine açıkça aykırıydı. Öte yandan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay parti temsilcilerinden oluşan bir grubu Çankaya Köşkü’ne çağırmıştı. Kısa süren toplantıda Sunay, muhtıra metnini okuttu ve “Toplantı bitmiştir” diyerek bulunduğu mekandan ayrıldı. Artık Demirel için yapılacak tek şey vardı; o da istifa etmek. Böylece 1969 seçimlerinin üzerinden henüz 16 ay geçmişti ki hükümet devriliverdi. Takip eden aylar Türk siyasal hayatı için ara rejim ve istikrarsızlık döneminin başlangıcı oldu.
AP iktidarında özellikle ekonomik alanda çevre burjuvazisinin merkeze doğru gelişmeye başlaması ve bu yönde bazı yasal adımların atılmış olması “aydın-bürokrasi-ordu”dan bazı kesimleri önemli ölçüde rahatsız etmişti. Ancak 12 Mart muhtırasının tek muhatabı hükümet değildi. Muhtıra aynı zamanda 9 Mart’ta TSK içinde 27 Mayıs’taki gibi yönetimi ele almayı planlayan ve müdahale öngören subayları da engelleyerek tasfiye etti.
Demirel’in istifasının ardından TSK ve Cumhurbaşkanı Sunay, halkın bu konuda karar veremeyeceğini düşünmüş olmalı ki seçimler ancak 14 Ekim 1973’te yapılabildi. Bu tarihe kadar başarısız dört hükümet kurma denemesi yaşandı. CHP’nin ilk kurulan Nihat Erim hükümetine destek vermesi, o dönemde “ortanın solu” hareketinin başını çeken Ecevit’in partisinden istifa etmesine ve İnönü ile liderlik yarışına girmesine neden oldu. Bu gelişmeler aslında 1973 seçimlerinin sonucunu da şekillendirecekti. Üstelik Ecevit’in, muhtırayı kendisi ve arkadaşlarına yapılmış bir eylem olarak yorumlaması halk nezdinde popülaritesini iyice arttırdı. Bu aynı zamanda CHP içindeki “devletçi-seçkinci” grubun, yerini “halkçılığı” savunan bir gruba bırakması anlamına geliyordu. Erim hükümetinin halk desteğinden yoksun olması ve devletçi politikasının kabinede yer alan AP’lilerin liberal anlayışıyla çelişmesi, hükümetin dağılmasına neden oldu. Bu ara dönemde devletçi-seçkinci grubun giderek sola kayması, geleneksel-liberal grubun ise kendini sağda muhafaza etmesi Türkiye’nin siyasal haritasının en belirgin özelliğiydi.
1973’e gelindiğinde ara rejim dönemi dört hükümet eskitmişti; ancak yine de müdahale süreci nihayete ermemişti. Askerler görev süresi 1973’te dolan Sunay’ın yerine yeni cumhurbaşkanını seçtirmek için devreye girdiler. O sırada Genelkurmay Başkanı olan Faruk Gürler istifa etti ve hemen Cumhuriyet Senatosu üyeliğine seçildikten sonra cumhurbaşkanı adayı oldu. Ancak askerlerin milletvekilleri üzerindeki yoğun baskılarına rağmen Gürler’in cumhurbaşkanı olması sağlanamadı ve muhtıra ile başlayan 12 Mart dönemi bir anlamda sona erdi. CHP ve AP, Fahri Korutürk üzerinde ‘uzlaşarak’ cumhurbaşkanı seçmeyi başardı.
Mola Bitti, Demokrasiye Devam
12 Mart muhtırası sol gruplar tarafından bayram havası içinde karşılanarak, Demirel ve hükümetine karşı yapılmış bir eylem olarak algılandı. Sol aydınların birçoğunda 12 Mart’ın reformlar yapacağına olan inanç yüksekti. Ancak gelişmeler hiç de öyle olmadı; hem Erim liderliğinde kurulan hükümetler destek bulamadı ve reform yapamadı, hem de solculara yönelik acımasız bir tutuklama ve gözetim sürecine girildi. Böylece darbenin asıl amaçlarından birinin “radikal solcu”ların tasfiyesi olduğu anlaşıldı. Bu tablo içerisinde Türkiye’de ibre demokrasiden yana dönmeye başladı ve 14 Ekim 1973’te seçime gidildi. Zira devlet seçkinleri son iki yılda yaşanan gelişmeleri ‘demokratik’ müttefiklerine açıklamada zorlanmaya başlamışlardı.
14 Ekim’de seçim yapılmasına rağmen hâlâ ordunun siyasete karışması güncel bir mesele olarak tartışılıyordu. 1973 seçimlerine toplam sekiz parti katıldı: İnönü’ye karşı genel başkanlık yarışını kazanan Ecevit liderliğindeki CHP, Demirel liderliğindeki AP, AP’den ayrılanların kurduğu Demokrat Parti (DP), Erbakan liderliğindeki Milli Selamet Partisi (MSP), CHP’den ayrılan ve “ortanın solu” anlayışına muhalefet ederek devletçi grubu temsil eden Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), 27 Mayıs’ın önemli aktörlerinden Türkeş’in liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Türkiye Birlik Partisi (TBP) ve Eski Genelkurmay Başkanı Cemal Tural liderliğindeki Millet Partisi (MP).
12 Mart muhtırasının etkileri partilerin seçim propagandalarına da yansıdı. Kuruluş yıllarında özellikle kentlerde, pazar ekonomisinin güçlü olduğu yerlerde ve kırsal yörelerde güçlü olan AP, 1969’dan sonra Türkiye’nin değişen sosyal-siyasal ve ekonomik koşullarında kentlerde güç yitirmeye başladı. Bu dönemde AP, ekonomik kalkınmayı, milli iradeyi ve geleneksel değerleri vurgulayan popülist-muhafazakâr tutumuyla toplumsal desteğini artırmaya çalıştı. Siyasal anlamda AP, liberalizm ile muhafazakârlık arasında bir konumdaydı. Seçim kampanyası boyunca ise 12 Mart muhtırası ile ilgili ‘mağduriyet’ini sürekli kullandı. CHP ise, Ecevit’le başlayan yeni dönemin adeta manifestosu niteliğindeki “Ak Günlere” isimli sloganla seçime girdi. Ecevit ayrıca demokrasi ile temel hak ve özgürlüklere vurgu yaptı; Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik sorunlarına yeni çözüm önerileri sundu. Öte yandan Ecevit’in, İnönü liderliğinden farklı olarak ‘sol’ kavramını geniş bir toplumsal tabanı tanımlayacak şekilde kullanması, sola yeni bir soluk getirdi. DP ise daha çok siyasal olarak muhafazakâr, ekonomik bakımdan ise liberal bir piyasa oluşturulacağını ifade ederek küçük imalatçı kesime yakın durdu. CGP ise seçim boyunca CHP’yi komünistlikle suçladı. MHP “Büyük Türkiye” sloganı ile yola çıkarken, TBP özellikle temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi üzerine yoğunlaştı.
Seçimler pek çok kişinin beklemediği bir sürprizle sonuçlandı. Zira AP’nin 12 Mart mağduriyeti nedeniyle birinci parti olacağı yönündeki tahminlerin aksine CHP, %33,29 oy oranıyla 185 milletvekili çıkardı. Bu, Ecevit’in sola getirdiği ‘yeni’ açılımın bir ölçüde toplum tarafından itibar gördüğünü gösteriyordu. AP ise oyların % 29,82’sini alarak 149 milletvekili ile ikinci oldu. AP seçim sürecinde “demokrasinin kurtarıcısı” rolünü oynasa da ara rejim döneminde ortaya koyduğu çelişkili tutumların ve ara rejim hükümetlerine dışarıdan bakan sağlamak suretiyle destek vermesinin faturasını ödedi. Anti-Demirel kampanyası yapan DP %11,9 oyla 45 milletvekili çıkararak üçüncü oldu ve AP’ye ne ölçüde zarar verebileceğini kanıtladı. MSP %11,8 (48 milletvekili), CGP %5,26 (13 milletvekili), MHP %3,38 (3 milletvekili) ve TBP %1,14 (1 milletvekili) oranında oy alarak Meclis’te temsil edildi. 6 bağımsız aday milletvekili seçilirken, MP hiçbir varlık gösteremedi.
Yeni hükümet ancak üç ay sonra kurulabildi. Zira hiçbir sağ parti CHP ile koalisyon kurarak, bir sol partiyi iktidara taşımak istemiyordu. Demirel ise milletin kendine “muhalefet görevi verdiği”ni belirterek hiçbir koalisyona yanaşmadı. Sağ partiler de kendi aralarında hükümet kurmayı başaramadılar. En sonunda hiç kimsenin beklemediği bir sonuç ortaya çıktı ve CHP ile MSP, 37. hükümeti kurdular. Ancak yaşanan gelişmeler sonucunda bu hükümetin ömrü sadece 11 ay sürdü.
Genç Türk demokrasisinin en zor sınavlarından birini yaşadığı döneme tekabül eden 12 Mart süreci, 27 Mayıs sürecinin kurumsallaştırmaya başladığı askerin siyasete müdahalesini perçinledi ve 10 yılda bir düzenli olarak sahnelenecek darbelerin önünü açtı. Böylece bugün 57 yaşına ulaşan “devlet ana”nın demokrasisi tam beş çocuk dünyaya getirdi. Bunlar açıkça Türkiye’de siyasal anlamda “mutlak halk egemenliği”ne karşı çıkıldığının, bunun yerine “yumuşak halk egemenliği”nin tercih edildiğinin bir göstergesi oldu.
Paylaş
Tavsiye Et