TÜRKİYE’NİN siyasal hayatında yaşanan gelişmeler hayli hızlı bir seyir izlediğinden bugünden yarına nasıl bir gündemin bizi bekleyeceğini kestirmek oldukça zor. Zira daha 27 Nisan öncesine kadar tüm göstergeler Türkiye’nin daha fazla sivilleştiğine ilişkindi ve bir kısım yazarlar bu süreci Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı eserine nazire yaparcasına “Yeni Türkiye’nin Doğuşu” olarak tarif etmeye başladılar. Söz konusu yenilik, AKP ile birlikte Türkiye’nin sosyo-politik alan başta olmak üzere özellikle ekonomi ve dış politikada bir derinleşme yaşadığına ve bu derinleşmenin de Türk toplum ve siyasetine ilişkin bir değişim ve dönüşüme işaret ettiği yönündeydi. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tartışmalar başta olmak üzere, hedefinin hükümet olduğu anlaşılan, bedelinin ise milli irade ve Meclis tarafından ödendiği bir süreç yaşandı. 27 Nisan’dan itibaren tüm iyimser beklentiler tersine dönerken, son dönemde yaşanan dönüşümün arkasındaki rüzgar da birden ortadan kayboldu. Gelinen noktada karşı karşıya olunan hava ise bizim “çiftetelli siyasetçiler” ile “gününü gördümcü” özde aydınların en çok arzuladıkları şeydi.
Son bir ayda yaşanan tüm gelişmeler Türkiye’nin siyasal haritasına ilişkin iki temel soruna işaret ediyor: Birincisi siyasetin yapısal bir zemininin hiçbir zaman olmadığı gerçeği iken, ikincisi de Türkiye’de partilerin normatif siyaset üretme konusunda büyük bir zafiyet içinde olduklarıdır. Yapısallık sorunu en başta siyaset kurumundan beklenen rasyonel davranışların gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel olarak karşımıza çıkarken, normatif olamama sorunu ise partilerin topluma içkin değerler üretememesine, bunun da ötesinde kriz anlarında toplumu “devletin şerrinden” koruma noktasında zayıf düşmelerine neden oluyor. 27 Nisan’dan bu güne sağda birleşme çabaları da siyasetin söz konusu kırılgan yapısını en iyi şekilde yansıtıyor.
“Yeter, Söz Devletindir!”
Bundan tam 61 yıl önce “Yeter, söz milletindir” sloganı ile yola çıkan Demokrat Parti (DP) 1950’de iktidar oldu ve tam on yıl iktidarda kalarak Türkiye’nin siyasal hayatında ana damar sağ partilerin en temel süreklilik unsuru haline geldi. DP, CHP’nin içinden çıkmıştı; daha sonra kurulan Adalet Partisi (AP) ise kendisini DP’nin devamı olarak tanımladı. 1980 darbesiyle birlikte politik alandaki sağ cenah ikiye bölündü ve “devletin icazetini” alarak bir tarafta ANAP, diğer tarafta ise DYP kuruldu. Her iki parti de kendisini merkez sağ olarak tanımladı. Özal cumhurbaşkanı olunca sağda meydan Demirel’e kaldı. Özal’ın vefatının ardından cumhurbaşkanlığı koltuğuna bu sefer Demirel oturdu ve bir daha merkez sağın iki yakası bir araya gelmedi. Merkez sağ partiler iktidara gelmelerine rağmen bir türlü muktedir olamadılar ve genellikle devletten yana tavır aldılar. 28 Şubat sürecinde önce ANAP sonra da DYP giderek erimeye başladı ve en sonunda barajın altında kalarak siyasetteki ağırlıklarını kaybettiler.
2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP dışında özellikle merkez sağda alternatif bir seçenek oluşturmak amacıyla DYP, siyasette gerilimi düşürücü bir unsur anlamında üçüncü bir yol olarak ortaya çıktı. Bu süreçte merkez sağda en önemli hareketlilik kuşkusuz DYP’nin liderliğine Ağar’ın seçilmesi ile yaşandı. Zira Ağar’ın tartışmalara yol açan Kürt meselesi ile ilgili yaptığı “düz ovada siyaset” çağrısı, sivilleşme ve demokratikleşme adına daha özgürlükçü bir anayasa söylemi ile daha da güçlendi. Öte yandan bu yaklaşım DYP’yi merkez sağın tekrar önemli bir aktörü haline getirme umudunu arttırdı. Ancak devlet seçkinleri tarafından oluşturulan karşı söylemler, Ağar’ın bu söylemini ikinci plana atmasına neden oldu. 2002 seçimlerinde politik alandaki merkezîliğini kaybeden diğer bir sağ parti olan ANAP ise seçim sonrasında üç genel başkan değiştirmek zorunda kaldı. Erkan Mumcu ile yeni bir hareketlilik yakalanmış olsa da, bu durum seçmene ciddi bir alternatif sunma noktasında oldukça zayıftı. Her iki partinin de AKP karşısında etkin ve alternatif bir politik söylem üretememesi, 1980 darbesiyle parçalanan ana damar sağ hareketin içeriden ve dışarıdan birleşme arzularını destekleyen bir yaklaşımı ortaya çıkardı. Söz konusu birleşme arzusu ise 11. cumhurbaşkanlığı seçimleriyle zirveye ulaştı ve aynı zamanda da iki parti için bir test niteliğini taşıdı. Bu test merkez sağın sivilleşme ve demokratikleşme adına topluma ne vaat ettiğini de aşikâr kıldı. Merkez sağın söz konusu testi, cumhurbaşkanlığı seçiminden önceki süreçte yaşanan 367 tartışmasında oldukça rasyonel bir şekilde seyretti. Ancak seçim sürecinde yaşanan gelişmeler beklentilerin aksine iki partinin milletten yana değil devletten yana tavır almasıyla sonuçlandı. Bu tutum her iki partinin de cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi fiilen bir noktada anlaştıklarının da göstergesiydi: Cumhurbaşkanını seçtirmemek. İki parti DP çatısı altında birleşme kararı alsa da, toplumsal boyutu göz ardı edilen ve politik bir gerilim üzerine inşa edilen birleşme sadece 29 gün sürebildi.
Zoraki Nikah
Gerek DYP’nin gerekse ANAP’ın Türkiye’nin politik dünyasında temsil ettiği alanlar kuşkusuz birtakım farklılıklar içeriyor. Özal’la özdeşleşen ANAP daha çok liberal, özgürlükçü ve kentli kesimi temsil ederken, DYP kırsal ve çiftçi kesiminin partisi olmaya oynadı. Bu bakımdan söz konusu iki partinin sosyolojik olarak ‘merkez’ adına homojen bir zeminde birlikte oldukları pek söylenemez. Ancak her iki partinin de temel özelliklerinden biri, toplumsal tabanlarının yapısal olarak sınıfsal olmaması nedeniyle, meşruiyetlerini devletten yana tavır alarak güçlendirmeleri ve siyaseti ‘kriz’ dönemlerinde devlet için yapmalarıydı. Bu durum ister istemez iki partinin birleşmesi konusunda ortaya çıkan temel sıkıntıların başında geliyordu. Ancak birleşememenin en temel sebebi tabanın sosyolojik olarak uyumsuzluğundan kaynaklanmadı. Zira iki partinin birleşme isteği normal bir dönemin normal siyasi süreçleri çerçevesinde değil, aksine olağanüstü bir dönemin normal olmayan şartları içinde bir gerilim siyaseti çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışıldı ve adeta tek inandırıcılıkları AKP karşıtlığı oldu. Üstelik bu durum iki partinin de demokrasiye en fazla ihtiyaç duyulduğu bir dönemde Demokrat Parti adını alarak yeniden ortaya çıkmasıyla daha fazla çelişkili bir hal aldı. DP ilk kurulduğu yıllarda kendisi başlı başına bir alternatif üretmişti, yani iktidar ile muhalefet arasında üçüncü bir yol olarak kurulmadı; ancak iki partinin birleşmesi ile kurulan yeni DP kendini yeniden üretme konusunda oldukça sıkıntı yaşadı. Partiyi ‘merkez’ olarak konumlandırdılar; ancak bu merkez toplumun değil, devletin merkeziydi. Diğer taraftan bu birleşme, AKP’ye karşı olma pahasına, CHP’nin AKP’yi ötekileştirmesinin ideolojik bir parçası haline geldi.
DYP’nin DP olarak yeniden sahneye çıkması bir bakıma onu kurtaran bir etki oluşturdu. Ancak Mumcu’nun ANAP’ı mum gibi eridi. Tüm bu kısa süreç aynı zamanda Mumcu ve partisi için tarihî bir fırsatın kaçırılması anlamına geliyordu. Zira daha üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen, halkın ANAP üzerindeki 28 Şubat kaynaklı şüphesi giderilmemişti. Mumcu’nun 27 Nisan bildirisinden sonra “Biz söylemiştik” edası, bunun üstüne de bildirinin “katıldığı ve katılmadığı, katılmadığı kısımlarda ise eksik taraflarının olduğunu” açıklaması partinin ve Mumcu’nun inandırıcılığını oldukça zayıflattı. Öte yandan her iki partinin de birleşmeyi pragmatik bir iktidar projesi olarak sunması ve taşradaki çıkar grupları ve seçkinleri uzlaştırmaktan uzak olmaları, toplumsal tabanlarında önemli bir rahatsızlık yarattı. Bu sürecin en dramatik ve düşündürücü sonu ise birleşmenin gerçekleşememesi ve ANAP’ın seçimlere girmeyeceğini açıklaması oldu.
Hülasa, Türkiye’nin siyasal hayatında en zorlu sınav kriz anlarında demokrat kalabilmekte yaşanıyor; ancak ne yazık ki tüm kriz dönemlerinde siyasiler bu davranışı sergilemekten öte devlet seçkinlerinin müdahalelerini açıkça meşrulaştırıyorlar. Bu bakımdan önümüzdeki dönemde iki partinin birleşmesi sadece kendi iç dinamiklerine bağlı olmamakla birlikte, bunun da ötesinde, içerik açısından olduğu kadar tarz açısından da politik tarihselliklerinden kopmalarına ve demokratikleşmeyi benimsemelerine bağlı.
Paylaş
Tavsiye Et