S-ÖZ, kişinin -öz’ünü dışavuran bir eylem ise, öyle s-özler vardır ki, -öz’ü, eskilerin deyişiyle, “muhtasar ve müfit” biçimde, dolandırmadan, dile getirirler. Demek istenileni, yani manayı/anlamı dolandırmak, rengi ne olursa olsun, cehaletin bir sonucudur. Dolanmak, dolayısıyla dolandırmak, bilgi dağarcığında bilinmeyenleri bilinenlerden artık bireyler için geçerlidir. İlim oldur ki, bilinenleri, bilinmeyeni verecek biçimde düzenlemenin sonucunda hâsıl olur. Nitekim tefekkür sözcüğünün tertip etme, yani düzenleme, sıraya koyma anlamına gelmesi iş bu nedenledir. B-ilgi de, bilinenler arasındaki belirli -ilgileri kurma ve ‘-b’ harfinin işaret ettiği üzere bir-ara-ya getirme, kavrama işidir. Kavram, çokları birleştirir; çokluğu birliğe dönüştürür; kavramın özü de çokları o bir-kılan özelliktir; mantıkî bir terimle ayrımdır. Düşünce, bir kavram matematiğidir. Nasıl ki, matematikte formül, bağıntı ve işlem süreci var ise düşünce de, kavram, önerme ve çıkarım sürecini kullanarak gerçekliğin derin hakikatini idrak etmek ister. Mathemata’nın kökü mathesis, hem öğrenme ve öğretme hem de iki aşırı (ifrat ve tefrit) ucun itidali/ortası anlamlarına gelir. Bu nedenle kadim Arapça’ya talim/tealim sözcüğüyle çevrilmiştir. Matematik’in abecesi rakamlar ile düşüncenin abecesi harflerin aynı anlama, nakş etme anlamına gelmesi, tefekkür ile matematik arasındaki yakınlığa yalnızca bir işarettir.
Her türlü insanî eylemde, düşünce içkin biçimde mevcuttur: Bir masayı oluşturan öğeleri bir arada tutan yalnızca tahta, zamk, çivi vb. maddî unsurlar değil onların da en derininde bulunan ve tüm maddî unsurlara biçim veren düşüncedir. Elbette madde ile suret arasında birbirini etkileyen, belirleyen, hatta sınırlayan bir ilişki vardır. İçeriği tayin eden madde ile o maddeye suretini veren düşünce, birlikte, birbirini belirleyerek, sınırlayarak, tecessüm ederek, insanî ürünü temsil ederler. İnsanî eylemlerde düşüncenin saf bir biçim/form olmadığı, duygunun, değerin dahi sirâyet ederek madde ile suretin yapısını etkilediği açıktır. Nitekim, masa yalnızca madde ile düşünce öğelerinin değil, ama aynı zamanda mananın/değerin de içerildiği bir yapıdır: Kısaca, duyu, duygu ve düşüncenin uyumu/ahengi’dir.
Bir bilimi öğrenmek, esas itibariyle o bilim dalının terimlerini/kavramlarını öğrenmek demektir. Fizik çalışan bir kişi, yer-çekimi, kütle, ağırlık, hareket, zaman vb. kavramları hem kendilikleri hem de ilişkileri açısından bellediğinde fizik bilimini de beller. Matematik, mantık gibi formel bilimlerden içerikli maddî bilimlere doğru düşen bir seyir izleyen terim sağınlığı beşerî/insanî alanlarda gittikçe belirsizleşir; özellikle günlük hayat içerisindeki kullanımlarda sınırlar hemen yok olur gider. Bu nedenle, dinî, siyasî ve ideolojik söylemlerde kalabalıkları yönlendirmek için kavramların belirsizliğinden azamî derecede yararlanılmaya çalışılır. Özellikle düşünce içeriği zayıflatılıp duygu yönü artırılan kavramlar, kalabalıkların yönetiminde kullanılır; bir de duygu yüklü kavramlara karşılık gelen maddî durumlara işaret edilirse, yığınları evirip çevirmek son derece kolay hale gelir.
Dil’in uylaşımsal olduğu doğrudur; ancak uylaşımın tarihî sürekliliği, keyfîliği ortadan kaldıran bir iç nedenselliği dayatır. Bu nedenle bireylerin keyfî kullanımının ötesinde hem dile içkin bir yasalılık hem de duyu, duygu ve düşüncenin uyumu/ahengi kavramların manevî/anlamsal bir kişiliği vardır. Örnek olarak, şehit kavramı keyfî bir biçimde başka bir sözcükle ikâme edilemez; edilirse de şehit kavramının tarihî sürekliliğinin yarattığı duyu-duygu-düşünce uyumunu/ahengini vermez; veremez. Benzer biçimde, “Hükmedilen topraklardan hanedan üyelerine düşen pay” anlamında, üleştirmekten gelen Moğolca ulus kavramı da hiçbir zaman millet kavramının yarattığı uyumu/ahengi veremez, daima eğreti kalır. Her bir kavram yanında dili oluşturan kavramların yarattığı ortak uyum/ahenk örgüsünün zedelenmesi, yara alması o dili konuşan milletin hem duyusal, hem duygusal, hem de düşünsel tasavvurunu, olgu ve olayları idrakini sakatlar. Yarım yamalak tasavvur ve idrak, o milletin tarihte yol alışını sorunlu, tehlikeli bir hale getirir; giderayak bizâtihi o milleti yarım yamalak kılar.
Şimdiye değin verilen açıklamaların, işaret edilen noktaların en açık ve seçik biçimde tezahür ettiği kavramlardan birisi, belki de en önemlisi Türk/Türklük kavramıdır. Kavram, çokları birleştirdiğine; çokluğu birliğe dönüştürdüğüne; kavramın özü de çokları o bir-kılan özellik olduğuna göre, Türk kavramının mantıkî ayrımı nedir? Hırsıza bile hırsız dememizi olanaklı kılan özellikler söz konusu iken bir kişiye ya da kültüre Türk adını vermemizi olanaklı kılan nitelikler, ilkeler olmalı değil midir? Bu soru hayatîdir çünkü bu sorunun genel geçer bir yanıtı cârî olmadığı için toplumun önemli bir sorunu ele alınırken bin yıllık tarihî tecrübeye bakmaksızın, aydınlar ya Sümer tapınak fahişeleri ya da Malezya sokakları seviyesine inmek, hatta yuvarlanmak zorunda kalmaktadırlar. Bu tavra karşı geliştirilen duruşlar da özce bir farklılık göstermemekte, Asur kanunlarının fahişelere Sümerler’den daha değişik davrandığından dem vurulmakta ya da Malezya’nın sokakları yerine caddelerinden bahsedilmektedir. Dinî, siyasî, fikrî ya da farklı alanlarda ortaya çıkan sorunların çözümünde, ilginçtir, bu topraklardaki tüm yaklaşımlar tarihsizlik noktasında birleşmektedir. Washington’da, Londra’da, Paris’te, Moskova’da, Pekin’de ya da Kahire’de, Tahran’da çözüm arayanlar bu toprakları unutanlardır; bu toprakların geleceğinden ümit kesenlerdir.
Öyleyse sorumuzun yanıtına dönebilir; bu topraklarda yaşayan ve kendilerine Türk diyen insanları ikiye ayırabiliriz: Medeniyet mensubiyeti bulunan, tarih bilincinin eşlik ettiği medenî Türkler ile yalnızca siyasî aidiyeti bulunan, yaşama çıkarının eşlik ettiği bedevî Türkler… Bedevî, çünkü göçebelerinkine benzer biçimde medenî mensubiyetleri çıkarlarına göre sürekli değişir: Dün Fransız ya da Alman, bugün İngiliz ya da Amerikalı, yarın Rus ya da Çinli gibi yaşamakta sakınca görmez… Duruma göre Arap ya da Acem olur; ortama göre Hitit ya da Yunan-Latin… Bu süreçte Türk olmak yalnızca bir hisse, duygu durumuna indirgenmiştir; tarihî bilinç ve ilkelerden kaçar; çıkarlarına göre giyinir, yer-içer… Tarihi ile irtibatı bilgiye değil, ya övgüye ya da sövgüye dayalıdır.
Açıktır ki, Türk olmanın ilkeleri vardır ve bu ilkeler Türk tarihinde içkindir; bu nedenle Türk olmak bir his değil bir bilinç, bir duygu değil bir bilgi sorunudur. Türk tarih bilincinin eşlik etmediği, medeniyet mensubiyeti bulunmayan kişilerin ürettiği çözümler ya Sümer tapınaklarının dehlizlerinde kalmaya ya da Malezya sokaklarının kanalizasyonlarında akmaya mahkumdur. Bu nedenle, daha önce de Anlayış dergisinde atıf yaptığımız, 1876’da Rus Generali Michail Grigor Cernayev’in dillendirdiği “Demek ki yalnızca Türkleri değil, onların tarihini de yenmek gerek” s-özü, -özü dışarı vuran “muhtasar ve müfit” bir deyiştir. Ancak bu deyişe, günümüzde şu yargıyı eklemek zorunludur: Bir milletin askerî-siyasî örgütünü düşmanları, tarihini o milletin aydınları yener.
Paylaş
Tavsiye Et