ULUSLARARASI hukukun en temel ilkelerinden birisi; devletlerin, sınırları ötesinde askerî güce başvurmaları yasağıdır. Silahlı bir saldırı karşısında mağdur devletin meşru müdafaa hakkı, bu yasağın en önemli istisnasıdır. Silahlı saldırının anlamını en iyi karşılayacak kavram herhalde saldırgan devletin düzenli ordu birliklerince gerçekleştirilen “işgal ve istila”dır. Dışarıdan yönelen terör eylemleri karşısında ise ilke olarak, bu saldırıların hedefi olan devletin komşu devlet topraklarında askerî müdahalede bulunma hakkı mevcut değildir. En başta belirtmek gerekir ki, “sıcak takip hakkı”, asıl olarak uluslararası deniz hukuku bünyesinde yerleşik bir hak olarak şekillenmiştir. Buna göre, iç suları, karasuları ya da münhasır ekonomik bölge gibi, bir kıyı devletinin egemenliğinde ya da denetiminde bulunan deniz alanlarında, kıyı devletinin mevzuatına aykırı bir fiilde bulunan bir ticaret gemisinin, suçun kovuşturulması maksadıyla teslim olmayı reddetmesi halinde, söz konusu devlet, deniz ya da hava ulaşım araçlarıyla, o gemiyi, uyruğunda bulunduğu devletin ya da üçüncü bir devletin karasularına ulaşana dek takip edebilir. 1982 tarihli Deniz Hukuku Sözleşmesi “sıcak takip hakkı”nı açıkça düzenlemektedir. Buna karşılık, bir devletin kara sınırlarının ötesinde terörist gruplara yönelik olarak silahlı takip yapmasına cevaz verecek herhangi bir kurallaşma, anlaşmalar hukuku çerçevesinde bugün için mevcut değildir. Bunun en önemli nedeni herhalde “sıcak takip hakkı”na yaslanılarak gerçekleştirilen sınır ötesi askerî operasyonların pek yaygın olmamasıdır. Devletlerin büyük çoğunluğu bugüne dek bu tür müdahalelere girişmekten genellikle kaçınmışlar, bunun yerine teröristlerin topraklarında barındığı devletlerden suçluların iadesini isteyerek meseleyi hal yoluna koymaya çalışmışlardır. Devletlerin kara sınırlarının ötesinde giriştikleri “sıcak takip”, topraklarında operasyon yapılacak devletin izni alınmak ve belli şartlara ve sınırlamalara uyulmak kaydıyla, bir yapılageliş kuralı olarak şekillenmeye başlamıştır. Ama yine de temkini elden bırakmayıp hatırlatalım: Bütün bu şartların tahakkuk ettiği durumlarda bile, “sıcak takip hakkı”nın yasallığına ilişkin çok ciddi itirazlar vardır.
Topraklarında askerî operasyon yapmayı planladıkları devletin iznine bağlı olmaksızın, “sıcak takip hakkı”nı uluslararası hukukun gündemine sokma gayretinde ön plana çıkmış görünen iki devlet, ABD ve İsrail’dir. Ne ilginçtir ki, bu ikili, uluslararası hukuku ve uluslararası toplumun duyarlılığını ayaklar altına alma konusunda da en fazla “deneyim sahibi” olan aktörlerdir. ABD, Afganistan’dan Pakistan’a geçen el-Kaide militanlarına karşı bu ülkenin topraklarında Pakistan hükümetinin izni olmaksızın zaman zaman askerî operasyonlar düzenlerken, “sıcak takip hakkı”nı ileri sürmektedir. İsrail ise Lübnan’da ve daha sıkça Filistin topraklarında giriştiği, kendi deyimiyle “terörist imha operasyonları”nı zaman zaman “sıcak takip” olarak tanımlamaktadır. Rusya’nın da ‘terörist’ addettiği Çeçen savaşçıları ortadan kaldırmak için zaman zaman Gürcistan topraklarına izinsiz olarak girdiğini belirtmeliyiz. Oysa teröristlerin barındığı devletlerin izni olmaksızın sınır ötesinde bu kişilerin izini sürmek, uluslararası hukukun ‘yasadışı’ saydığı bir fiildir. Öte yandan, günler öncesinden planlaması yapılmış sınır ötesi askerî operasyonlar, sıcağı sıcağına yapılmış bir terör saldırısının faillerinin komşu bir devletin topraklarına kaçarak izini kaybettirmesini engelleme amaçlı olmadığından, “sıcak takip” sayılamazlar. Bu tür operasyonlar, uluslararası hukukta “silahlı misilleme” olarak tanımlanırlar. Genelde cezalandırma ve/veya gelecekteki olası saldırıları caydırma amaçlı bu tür sınır ötesi askerî operasyonlar, uluslararası hukukun yasal saydığı bir fiil değildir.
Sınırlı sayıdaki örneklerden yola çıkılarak, uluslararası toplumun en azından sessiz kaldığı sınır ötesi operasyonların ayırıcı özelliklerine bu noktada vurgu yapmakta yarar vardır. Birincisi, bu tür müdahalelere girişilmeden önce, topraklarında sınır ötesi müdahalenin yapılacağı devletin onayının alınması zaruri bir önkoşuldur. Devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğü ilkesi bu koşulu gerektiren temel bir normdur. İkincisi, bu operasyon yalnızca silahlı terörist grupların ve bunların kamplarının imhasıyla sınırlı olmalıdır; sivillere zarar verilmemelidir. Üçüncüsü, müdahalenin tamamlanmasından itibaren güvenlik güçleri derhal kendi ülke sınırlarına çekilmelidir. İşte bu üç şartın tahakkuk ettiği sınır ötesi harekatlar, muhtemelen uluslararası toplumca vahim bir uluslararası hukuk ihlali olarak görülmeyecektir.
Türkiye’nin Kuzey Irak’a Müdahale Hakkı Var mı?
“Sıcak takip hakkı”na yaslanılarak yapılacağı söylenen Kuzey Irak’a yönelik askerî misilleme operasyonu, yukarıdaki üç unsurdan birinci şartı karşılamaktan uzaktır. Türkiye 1984’ten bu yana PKK mensuplarını ve kamplarını ortadan kaldırmak için Kuzey Irak’a yönelik 24 sınır ötesi harekat gerçekleştirmiştir. Önceleri Irak ile imzalanmış olan anlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirilen bu operasyonlar, ekonomik yaptırımlar ve 36. paralelin kuzeyinde ABD ve yakın bağlaşıklarınca ilan edilen “uçuşa yasak bölge” nedeniyle Irak’ın elinin ayağının bağlandığı 1990’lı yıllarda, Kuzey Irak’ta oluşan güç boşluğu nedeniyle tek taraflı müdahalelere dönüşmüştür. Bugün Kuzey Irak’taki yetki erkinin kademeli olarak öncelikle ABD’de ve daha sonra Bölgesel Kürt Yönetimi’nde olduğu açıktır. Her iki aktörün de PKK terör örgütüne, en hafif deyimle, “soğuk bakmadığı” bilinmektedir. Nitekim kısa bir süre önce Irak’la imzalanan Terörle Mücadele Anlaşması, Türkiye’ye “sıcak takip hakkı” vermemiştir. Saldırganlığın Tanımına İlişkin 1974 tarihli BM Genel Kurul kararında, devletlerin kendi toprakları üzerinde başka bir ülkenin topraklarına saldırı düzenleyen terör örgütlerini barındıramayacağı ifade edilmiştir. Bu amaçla devletlerin uluslararası sınırlarını sıkı bir denetim altında tutarak terör-amaçlı geçişleri engellemeleri gerekmektedir. Ne var ki, Türkiye-Irak sınırı, aslında ülkenin bütününde fiilî bir egemenliği olmayan Irak tarafınca elle tutulur bir denetime tabi tutulmadığı gibi, ne Irak işgalinin mimarı olarak ABD ne de Bölgesel Kürt Yönetimi, PKK kamplarını ve ofislerini işlevsiz kılmak için herhangi bir çaba göstermektedir. Bu durum, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine yönelik olası askerî harekatını, en azından siyasi ve ahlaki olarak ‘anlaşılır’ kılmaktadır. Aslında PKK’nın son dönemde Irak’tan sızarak gerçekleştirdiği terör eylemlerinin kapsamı dikkate alındığında, bu terör örgütünün arkasında, Ortadoğu’yu kendi emperyal planlarına uygun olarak yeniden dizayn etmek isteyen ABD ve İsrail gibi aktörlerin olduğunu düşünmemek elde değildir. Bu durumda, başta İslam Dünyası olmak üzere uluslararası toplumun kahir ekseriyetinin, Türkiye’nin müdahalesini anlayışla karşılayacağı akla uygun görünmektedir. Bu noktada, ikinci ve üçüncü koşulu da tabii ki akıldan çıkarmamak gerekir. Kuzey Irak’a müdahale sırasında sivillere zarar verilmemelidir ve müdahale sonrasında TSK derhal Türkiye topraklarına geri dönmelidir.
Paylaş
Tavsiye Et