ÖZGÜRLÜK ve güvenlik arasında doğrusal bir ilişki kurma konusunda yaşanan zorluk; ne dediğinin ve nerede durduğunun farkında olmama ve bir tür sıkışmışlık duygusuyla açıklanabilir. Bu zihinsel karmaşanın politik davranışlara yansıması, taraflardan birinin değil ikisinin de içine düştüğü dipsiz kuyuyu andırır. Düştükçe derinleşmek ve derinleştikçe düşmek (düşmeyi istemek) arzusu genellikle güçlünün ileri bir hamlesiyle sonuçlanır. Sonsuz özgürlük diye bir şey olmadığı, özgürleşmenin mutlaka “bir şeyden” özgürleşmek olduğu demokrasinin ilk dersi mahiyetinde defalarca tekrarlansa da, kaybedilen özgürlükle karşılığında elde edilen kazanımlar arasındaki dengenin kimin lehine tutulması gerektiği konusundaki güçlükler, demokrasi kültürünün yerleşikleşememiş olmasıyla da demokrasi idealinin ütopik yanıyla da açıklanabilir. Bu karmaşada kurban edilen ne yazık ki uğruna mücadele edilen özgürlüğün kendisi olur.
Çözümü çok zor bir sorunla yüz yüze olduğumuz, sosyal ve politik ortamımızın karmaşasından rahatlıkla okunabilir. İçine düştüğümüz kısır döngüyü bu berraklıkta hissedebilmemize neden olan en önemli saiklerden biri, problemin muhatabı olduğu bilinmese bile öngörülmüş olan tüm aktörlerle yüzleşilmiş ve fotoğrafın gerçeğine oldukça yakın bir formunun bu kadar geniş bir kitle tarafından görülebilmiş olmasıdır. Her kültürün kendine has anlaşılmazlarını hesaba katmayı gerektiren topluluk hakları ya da etnisite meseleleri dünyanın hiçbir yerinde kolaylıkla çözülebilmiş değildir. Haklar ve ödevler arasındaki dengeyi anlamanın teorik güçlüğü, bu güçlüğü aşmaya dönük çabaların yetersizliği ile birleşince sorunlar kronik hale gelebilir ve zaman içinde bizdeki gibi teröre varan bambaşka boyutlara sıçrama yapabilir.
Kürt sorununu bugün bu kadar çözümsüz kılan en önemli nedenlerden biri, terör sorunu mu yoksa kültürel haklar sorunu mu olarak ele alınması gerektiği konusundaki karmaşadır. Bugüne kadar temel yaklaşımlar arasındaki fark ve birini tercih etme zorunluluğu, siyasi tavırlarda ciddi bir tutarsızlığa neden olmuştur. Bu tutarsızlığın ara sıra derinleşmesi ise genellikle kriz anlarına denk gelir. Hakkari Dağlıca’da PKK saldırısı sonucu kaçırılan ve sonrasında serbest bırakılan Güneydoğu kökenli esir askerlere reva görülen vatan evladı/hain evlat, asker/terörist muamelesi bizzat bu belirsizliğin/kararsızlığın kamuoyuna yansıtılması açısından vahimdir. Verdikleri ifadelerden vatanı korurken çaresiz duruma düştükleri okunan askerlerin başka bir bilgi öne sürülmeden tutuklanmaları ve ‘yanlış’ anlamalara karşı hiçbir önlemin alınmamış olması, Kürt halkının vatanseverliği konusunda teyit edilmiş bir kararsızlıktan başka bir şey değildir.
Kürtlerinin sosyo-kültürel haklarının tanınmasının geciktirilmesine mazeret olarak konjonktürün gösterilmesi ise açıkça bir safsatadan ibarettir. Çünkü kültürel haklar konusunda bugün varılan sözde mutabakatın nedeni bir şekilde buna mecbur kalınmasıdır. Mazeretin altında yatan neden Batı’nın talepleri doğrultusunda hareket etmekse, bu daha da vahim bir irade zafiyetine işaret eder. AB reformları çerçevesinde ya da birilerinin talepleri doğrultusunda uzatılan zeytin dalı, empati yoksunluğunun sonucu olarak şimdi olduğu gibi karşı tarafın şımarıkça isteklerini kışkırtabilir ve bir anda uygunsuz tekliflere dönüştürebilir. İçsel adaleti ve düzeni dışsal zorunluluklarla ve birtakım çıkar hesapları neticesinde kılıfına uydurmaya çalışmak, ancak politik alandaki yeni dengesizliklere ve geriye dönüşlere davetiye çıkartır. Batı demokrasisinin pervasızlığının büyüsünden ancak içsel bir adalet mekanizması, özeleştirinin dozunun artırılması ve yoğun empatik bir seferberlik ilan ederek kurtulabiliriz. Dolayısıyla medyada hâkim olan “Kürt halkına sosyal-kültürel haklarını verelim” ya da “Bu çözüm değildir” yollu açıklamalar ezber mahiyetindedir ve hem inandırıcılıktan hem de güven ve özgürlük arasındaki ilişkinin doğasını anlamaya yönelik bir çabadan uzaktır.
DTP’li milletvekili Aysel Tuğluk’un bir yazısında içine düştüğü “ne kadar özgürlük, o kadar güvenlik” paranoyası sözünü ettiğimiz güvensizliğin tam da zirvesini oluşturur ve kendi içinde özgün anlamlar taşır. Ulaşılmak istenen hedefe bir nebze yaklaşılmış olması -kültürel haklar verilmesi gerekliliğinin T.C.’nin tüm kurumlarıyla teyit edilmesi- verilen mücadeleyi elbette etkileyecektir ve etkilemiştir de. Öncelikle yukarıda değindiğim gibi hakların sağlanması, gönülsüzlük esasına dayandığı için bu gelişmenin dışsal zorunluluk olarak telakki edilmesi, iletişimin önündeki en önemli engeldir. Diğer bir boyut da elde ettikleri kazanımların ötesine geçme güdüsüdür. Çünkü idealize edilen hakların meşruiyet kazanmasıyla bir nevi özgürlük mücadelesine dönüştürülen süreç nihayetine ermiş olur. Burada özgürlüğü yitirme kaygısı devreye girer. Legalize olmanın doğal sonucu olarak hissettikleri özgürlüğü yitirme kaygısı ile yaşanan bir o yana bir buna yalpalamalar, zaman zaman saldırgan davranışlara da dönüşebilir ve özgürlükle güvenliğin doğru orantılı olarak sloganlaştırılmasının önünü açabilir. Hiçbir yasal zeminde dağdaki kadar özgür olunamayacağını hissetmenin dayanılmaz ağırlığıyla bir tercih yapmak zorunlu kalınır. Sonunda “özgür kalmaya devam ederek güvensizlik yaymak” ya da “özgürlüğü teslim ederek güven vermek” arasındaki çelişki çarpıtılmış bir şekilde sloganize edilmiş olur.
Bugün DTP’li milletvekilleri sisteme dâhil olarak feda edecekleri özgürlüklerini son bir kere daha düşünüyorlar ve kamuoyuna çarpıtılmış mesajlar veriyorlar. Bu sübjektif, son derece çarpıtılmış mesajlar silsilesi ile doğal/insani hak(lılık)larına gölge düşürüyorlar. Bu kadar yaklaştıkları ve hatta hapsoldukları şiddet sarmalını aşmalarının en iyi yolu, bu derece özgün ve kendi içinde anlaşılmazları olan bir dili tercih etmek yerine ortak bir dil için çaba harcamalarıdır. Çözüme götürecek yol, bugün seçtikleri yöntemin neye tekabül ettiğinin farkında olmalarıdır. Ne kadar samimi olurlarsa olsunlar, kendi durumlarının tam tersini teorize eden sloganlar seçmiş olmaları (ne kadar özgürlük o kadar güvenlik!, demokratik özerklik, T.C.’nin laiklik anlayışına yapılan vurgu ve dindar Güneydoğu halkını küçümseme), kendi kendilerinin ve kullandıkları dilin farkında olmalarını ilk zorunluluk olarak koyuyor önümüze. Sözü edilen farkında olma durumu sosyal-kültürel haklar ile yıkıcı faaliyetler arasında tercih yapmayı beraberinde getirir, dolayısıyla demokratik temsile hak kazanmanın da ilk şartıdır. Bugün ne yazık ki yüz yüze olduğumuz satır aralarındaki şiddet hiç şüphesiz acılı bir gidiş-gelişin işaretleridir. Yine de bu acıyı yaratıcı kılmanın tek yolu, şehit ailelerinin acısını paylaşmak ve şiddetten uzaklaşmaktır.
Paylaş
Tavsiye Et