Mustafa Kutlu’ya
ANADOLU’DAN mektuplar alıyorum; kimi buruk, kimi gülümseyen, kimi patlayan mektuplar. Muammer Öztürk’ün mektubu bu sonuncu cinsten. “Beni bir içten içe yanan, patlamaya hazır volkan durumuna getiren sizsiniz!” diyor. Allah, Allah ! Ben ne yapmışım acaba? İşte, Sivas’ın merkeze bağlı Güney Köyü’nden “tahsil derecesi lise terk” Muammer’in cevabı: “Bana yazılarınızda Fortizimi, bana Honda izimi siz öğrettiniz. Benim duygularımla oynadınız!”
Mektupta hiçbir noktalama işareti yok; büyük harf nadiren kullanılmış. Cümleler Muammer’in iç dünyası gibi kaynıyor; nerede başlayıp nerede bittiği belli değil. Belli olan, Muammer’in azim ve samimiyeti: “Hocam Allah şahit ki içimi, gerçeklerimi yazıyorum. Sizinle tanışıp, enine boyuna düşüncelerimizi masaya yatırıp, analizleri yapıp, yol haritamızı çizmek istiyorum” diyor.
Köylü girişimciliğin tarihi yeni değil. Modern Japon ekonomisini ortaya çıkaran büyük girişimcilerin hatırı sayılır bir kısmı köylü çocuğuydu: Mitsubishi ve C. Itoh (Itochu) şirketlerinin kurucuları gibi. 1858’de Itochu’yu kuran Çubei Itoh, köylerinde okul olmadığı için, karda kışta her gün başka bir köye gidip okuyanlardandı. İlkokulu bitirdiği gün, okul müdürü kendisini çağırıp özel bir görüşme yapmıştı.
Çubei, saygın bir işadamı olduktan yıllar sonra, ilkokul arkadaşlarını toplamış ve onurlarına özel bir yemek vermişti. Yemekte yaptığı konuşmada sözü müdürle yaptığı son görüşmeye getirmiş ve şöyle demişti: “Müdür Bey beni karşısına aldı; gözlerini gözlerimin tam içine dikerek; ‘Biliyorum, sen çok büyük bir adam olacaksın. Kendine iyi bak. Bu ülkenin sana çok ihtiyacı var!’ dedi.” Çubei bunları anlatırken tabii ki gözyaşlarına boğulmuştu. Fakat kendisiyle beraber bütün arkadaşlarının da ağladığını görünce şaşırmıştı: Çünkü müdür, bütün çocuklarla aynı biçimde vedalaşmıştı!
Muammer’in Derdi Ne? “Selamün aleyküm. Ben 20.12. 1970 doğumlu Muammer Öztürk. 1992 yılında esnaflığa başladım. Köy bakkalım hâlâ devam ediyor. 2004 yılında un fabrikası yaptık. Halka değirmen olarak çalışıyoruz. Hasat döneminde civar köylerden geliyorlar; buğdaylarını una çeviriyoruz. Değirmen makinalarımızı Aksaray Çift Kartal Değirmen Makinaları Sanayii’nden sıfır, CE ve ISO onaylı, faturalı olarak aldık, kurduk, işletiyoruz. Yapmış olduğumuz hizmet ve undan yöre halkı memnun; birçok müşterimiz bize ‘Ben ömrümde böyle un görmedim’ diyor. Tabii bunun sebeplerini ben biliyorum. Kısaca size öz olarak anlatacak olursam: 1. Buğday olarak ekmeklik değeri yüksek buğdayın yöre çiftçileri tarafından ekilmesi. 2. Makinalarımızın kuru temizleme ve yıkama arıtmayı bol su ile yapması. 3. Buğdayı kırıp un yaparken ısınma olmayıp, buğdayın öz guluten ve renk kaybına uğramaması.”
İyi güzel de, ne istiyorsun Muammer? “Sayın Hocam, benim meselem sistem ve un kalitesinde değil. Halka değirmen olarak çalışma zamanımız 4 ay; geriye kalıyor 8 ay. Un piyasası aşırı rekabetli. Hedef daha kârlı ve 12 ay çalışabilecek bir verimliliğe ulaşmak. Değerli Hocam bunların altında yatan ve beni bir içten içe yanan, patlamaya hazır volkan durumuna getiren sizsiniz. Bana yazılarınızda Fortizimi, bana Hondaizimi siz öğrettiniz. Benim duygularımla oynadınız. Honda izimde Batılılar gibi motosiklet, uçak, otomobil üretme hayali vardı Japon atölyesinde. Ve sonunda dünya markası oldu. Ben de kendi alanımda kabuğumu kırmak istiyorum. Hatayı az yapmak, hani yazılarınızda Deneme Yanılma Modelleme (diyorsunuz ya!) Hocam modelleme dediğiniz yoldan gönüllü imanlı ekonomi askeri olmak istiyorum!”
Evet, artık anlamış olmalıyız: Muammer “gönüllü imanlı ekonomi askeri” olmak istiyor! Bu sözler bize ister istemez Weber’in din ile ekonomik gelişme arasında kurduğu bağları hatırlatıyor. Geçen yüzyılın başlarında Alman sosyolog Max Weber, kapitalizmin ve kapitalist ruhun ortaya çıkışını Protestanlığın yayılışıyla açıklıyordu. Almanya’nın ekonomik gelişmede niçin geri kaldığını kendine dert edinen ünlü sosyolog, el yordamıyla bulduğu ve aşırı biçimde abarttığı verilere baktığında, kapitalizmin Avrupa’da daha çok Protestan topluluklar arasında geliştiği sonucuna vardı. Kapitalist gelişmede öne çıkan Hollanda ve İngiltere’de Protestan mezhepler yaygındı ve ileri gelen kapitalist bireylerin hepsi dindar (hatta fanatik) Protestanlardı.
Weber’e göre kapitalizm, Protestanlığın amaçlanmamışhasılasıdır. Yani bir inanç sistemi olarak Protestanlık, kapitalizmi hedef edinmiş değildi. Başta Kalvencilik olmak üzere Püriten mezheplerde fanatik bir kadercilik hakimdi. (Bizdeki Cebriye ekolüne benzetebileceğimiz) Kalvenci kader anlayışında, ebedî kurtuluşa erecek insanların sayısı sınırlıydı. Hiçbir çaba veya dua bu sayıyı arttıramazdı. Peki, kurtulmuş olanların alamet-i farikası neydi? Bu dünyada onları nasıl tanıyabilirdik? Kurtulmuşların birinci vasfı, ascetic bir hayat yaşıyor olmalarıdır. Dindar Protestan, zahidâne bir hayat yaşar. Lüks ve israftan kaçar, tutumludur. Ekonomi diliyle söylersek, tasarruf haddi yüksektir.
Ebedî felaha eren Protestan’ın ikinci vasfı gayrettir. Bu insan, son derece çalışkandır. Çalışmayı ibadet gibi görür. Üçüncü vasıf, dürüstlüktür. Dürüst insanın toplumda itibarı yüksek olur. Dürüst insan kolay kredi bulur; yatırımlarını finanse eder. Çalışkan olduğu için de çok çalışır ve kazanır. Zahid olduğundan, az harcar. Böylece kısa zamanda önde gelen bir iş adamı olup çıkar. Zenginliği hedeflemiş olduğu için zengin olmaz. İyi bir Protestan’ın niteliklerine sahip olmaya gayret ettiği için zenginleşir.
Weber, Sombart, Rodinson
Weber’e ilk karşı çıkan, ülkedaşı Werner Sombart oldu. Sombart’a göre, Weber’in tezinde Püritanizm gördüğümüz her yere Judaizm koymalıyız: Kapitalizmi ortaya çıkaran rasyonellik, Hıristiyanların değil, Yahudilerin tarihsel özelliğidir. Babil sürgününden beri yurtsuz yaşadıklarından, Yahudiler tarımdan kopmuşlardı. Sık sık ülkeden ülkeye veya şehirden şehire sürüldüklerinden, onlar için tarım, riski yüksek bir faaliyetti. (Hasat vakti gelmeden sürülürlerse, bütün servetleri tarlada veya toprağın altında kalacaktı!) Onun için, yükte hafif pahada ağır eşyaya yatırım yaptılar ki, sürüldükleri zaman beraberlerinde kolaylıkla götürebilsinler. Kısaca, ticarette ve bilhassa para ticaretinde uzmanlaştılar. Bu onları rasyonel (hesapçı) bir toplum haline getirdi. Kapitalizmin de özü, hesapçılıktır. Bu vasıf Hıristiyan toplumun genelinde yoktu. Avrupa toplumlarının kapitalistleşmesi, bir anlamda Hıristiyanların Yahudileşmesi demektir. (Sombart aslında bu fikirleri, Karl Marks’tan alıyordu! Marks’a göre, modern burjuva toplumu, Hıristiyan toplumun Yahudileşmesinden başka bir şey değildi.)
Richard Tawney, Weber’in kurduğu ilişkiyi tersine çevirdi: Avrupa, Protestan olduğu için kapitalistleşmiyor; kapitalistleşmekte olduğu için Protestanlaşıyordu. Trevor-Roper’e göreyse anahtar olgu muhacirlikti. Weber’in örnek verdiği Protestan girişimcilerden hiçbiri o ülkenin ‘yerli’ Protestan’ı değildi. Mutlaka bir başka yerden göç edip gelmişlerdi. Sombart’ın haklı olduğu bir husus, kapitalist ruhun Protestanlıktan birkaç yüzyıl önce İtalyan şehirlerinde mevcut olduğuydu. Venedik, Floransa, Cenova gibi şehir-devletlerde çok sayıda koyu Katolik kapitalist girişimci vardı. “Dinleri, iş hayatlarını dölledi” diyordu Sombart.
Maxime Rodinson, Weber tezini İslam tarihine uyguladı; Norman Jacobs ile Robert Bellah ise sırasıyla Çin ve Japon tarihlerine. Hepsi de Weber’den çok farklı sonuçlara ulaştılar. Rodinson’a göre, İslamiyet bir siyasi ideoloji olarak kapitalizme karşı değildi. İslam toplumlarında kazanç ve mülkiyet ileri ölçüde serbestti. Müslümanların “geri kalmışlığı” tarihsel bir konjonktürün eseriydi: Avrupalılar bir şekilde öne geçmiş ve İslam toplumlarının aynı yönde gelişmelerini engellemişlerdi. Ekonomik gelişmeye engel olan faktör din değil, zayıflayan devlet yapılarıydı.
Devrimci Liberal Sabri Ülgener Sabri Ülgener, Weber ve Sombart’tan hareketle Osmanlıların iktisadi kaderini değerlendirmeye çalıştı. Ülgener devrimci bir akademisyen, liberal bir düşünür ve muhafazakâr bir insandı. Üniversitede devrimcilikten sadece Marksçılığın anlaşıldığı bir devirde, yapı-odaklı değil, insan-odaklı bir iktisat anlayışını savundu. İlginçtir, Marksçı devrimciler küçük gruplar halindeki sokak eylemleriyle Türkiye’nin tüm sosyo-politik yapısını dönüştürebileceklerini düşündükleri halde, doktriner yönden insancı değil, yapısalcı idiler: Yapıları gözlerinde öylesine büyütüyorlardı ki, insan adeta kayboluyordu. Profesör Ülgener insanı, iktisadi araştırmanın merkezine koydu. Önce insanı tanımalıydık ki, yapıyı ve yapının müstakbel yörüngesini tasavvur edebilelim.
İnsanı tanımak, sadece bugün, burada yaşayan bireyleri tanımak değildi. Yakın ve uzak geçmişiyle, bir kültür varlığını tanımaktı. Ölüler en az yaşayanlar kadar önemli ve kişiliğimizi belirleyici idiler. Türk insanını tanımak için, zaman içinde en az 1000-1500 yıllık bir yolculuğa çıkmak gerekiyordu. Ülgener’in bize miras bıraktığı eserler (A. G. Sayar’ın Ülgener portresiyle beraber!), böyle meşakkatli bir yolculuğun sabırla olgunlaşmış meyveleridir.
Ülgener devrimci bir akademisyen, fakat liberal bir düşünürdü. Liberali burada sadece “serbesti yanlısı” fikir adamı anlamında kullanmıyorum. Liberallik, Avrupa-merkezci tarafgir bir tarih yorumudur. En mükemmel ifadelerinden birini, Weber’in ünlü Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı eserinin hemen başında bulmaktadır. Mealen: “Kapitalizm ve bir bütün olarak Modernlik (Rasyonellik), insanlık tarihinin en muhteşem olayıdır. Onu yaratan insan, nasıl oldu da sadece (Batı) Avrupa toprağında boy verdi?” Weber sosyolojisi bu yönüyle bir ontolojidir.
Anlayamadığım husus şudur: Ülgener, “Alman ekolü”nden geliyordu. En azından Spengler ve Heidegger gibi isimlere aşina olması gerekirdi. Bunlardan biraz yararlanabilse, Weber’in tarafgir bakışına esir olmazdı. Anlardı ki, Weber’in sorusu, Modernliğin içinden sorulmuş bir sorudur. Kapitalist ‘medeniyet’in hem en mükemmel insanlık durumu, hem de adeta ölümsüz bir sosyal sistem olduğu varsayımına dayanmaktadır.
Weber’in 100 yıl önce bu tarzda düşünüyor olması normaldi. Ne de olsa, Almanya dahil ‘emperyal’ Avrupa devletleri yeryüzünün beşte dördünü kendi aralarında paylaşmışlardı. Avrupalılar, kendilerini Olimpos Dağı’ndan ateşi çalıp getiren Promete’ye benzetmekte mazurdular. Problem, Ülgener veya başka bir Avrupalı olmayan bilginin, üstelik Weber’in eserinin üzerinden iki nesil ve iki dünya savaşı geçtikten sonra, soruyu hâlâ aynı cümlelerle tekrar edip buna cevap arıyor olmasıydı.
Ülgener Geç Kalmıştı
Büyük düşünürler cevaplarıyla değil, sorularıyla büyüktürler. Ne İbn Haldun sosyal gelişmenin tatminkâr ‘yasalarını’ keşfedebilmişti, ne Marks, ne Weber. Fakat üçüne de sosyoloji ilminin kurucuları payesini verebiliyoruz. Çünkü soruları yerinde ve zamanında sormuşlardı. Ülgener ise geç kalmıştı. İlginçtir, bir yazısında, iktisatla uğraşanların hep böylesi azizliklere uğradıklarını söylemektedir:
“İktisat teorisiyle uğraşanların, temelde hemen hiç değişmeyen bir alınyazısı vardır. Belli bir konu üstüne eğilip de teorik izahın zirvesine tırmanıldığı sırada, hadisenin kendisi çoktan değişmiş oluyor. Konunun araştırıcı üzerinde böylesine ‘azizliği’ herhalde sosyal olayın tabiatı icabıdır… Bir Marks, kapitalist sürecin değişmez kanunu olarak temerküz hadisesini kağıt üzerine döktüğü sıralarda, bizzat kapitalist gelişmenin apayrı bir istikamette yol almaya hazırlandığını elbette fark etmemişti.”
Marks’ın başına gelen, Ülgener’in de başına geldi. Özellikle 1970’lerden sonra yapılan tarih ve sosyoloji çalışmaları, Weberyen yaklaşımı sevimsiz bir hatıra gibi gerilerde bıraktı. Webergil kuramların iddia ve imalarının aksine, ne Osmanlı ekonomisi durağandı, ne de Osmanlılar küresel ticaret ağlarının dışındaydı. Özellikle Braudel’in Osmanlı İmparatorluğunu sadece hegemonya mücadelesi bakımından değil, aynı zamanda iktisadi ilişkiler bakımından da Akdeniz dünyasının bütünleyici parçası olarak resmetmesinden sonra, bu büyük sosyal varlığın dünya tarihinde tuttuğu yer tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin gündemine girdi. İnalcık, Faruki, Genç ve Tabakoğlu gibi seçkin Osmanlı tarihçilerinin çalışmaları gösterdi ki: Siyasi olduğu kadar iktisadi bakımlardan da Osmanlılar, Avrupa dramasının pasif seyircileri değil, bağımsız ve tutarlı eylemleri olan muktedir oyunculardı.
Anadolu Muammer Kaynıyor
Günümüze gelirsek, Muammerlerin derdi “kabuğunu kırmak”. Bu sadece kendi doğal kabukları değil. Devletin ve onun da ötesinde küresel kapitalist sistemin Muammerlerin bedenine sardığı yapay kabuk, işi büsbütün zorlaştırıyor. Buna rağmen, derin bir bilinçle kavrıyorlar ki, ciddi iktisadi girişimler artık sadece bireysel kazanç aracı değil; dünya üzerinde belirli bir yer tutmanın olmazsa olmaz şartıdır. Kabuğunu kırma, bir var olma meselesidir.
Delhi Türk Sultanlığı’ndan Osmanlı’ya kadar ‘Türklük’ bir örgütlenme bilincidir. Uzun soluklu siyasi yapılar kurma; çok sayıda farklı dil ve dinden insanı bu yapılar içinde yaşatabilme ustalığıdır. Bu ustalığın hamuru tesamuh, mayası itimattır. Bu iki haslet ete kemiğe bürünmedikçe, Türklerin uzun soluklu iktisadi yapılar kurup yaşatabilmeleri de mümkün değildir.
Tesamuh; müsamaha, hoşgörü, çoğulculuk. İtimat; güven, sırtını diğerinin (ötekinin değil, diğerinin!) sırtına dayayabilme rahatlığı. Devlet adamlığının da, şirket adamlığının da iki ana esası bunlardır. Anadolu toprağından Roma dönemi kalıntılarını değil, bu hasletleri kazıp çıkarabildiğimiz ölçüde devlet ve şirketlerimiz muammer (uzun ömürlü) olabilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et