YASAKÇILAR, “Bu türban neler gizliyor biliriz” derlerdi de inanmazdım. Meğer doğruymuş; ama onların söyledikleri anlamda değil. Başörtüsü yasağını kaldırma girişimi, bir anda pek çok örtüyü kaldıran bir etki yaptı. Demokrat olarak tanıdığımız, kendisini samimi olarak öyle gören veya çeşitli konularda gerçekten demokrat bir duruş sergileyen farklı çevrelerden pek çok kişi, bu süreçte adeta refleksif bir şekilde, belki kendilerinin bile farkında olmadığı yasakçı yüzlerini ve örtük önyargılarını gösterdiler.
Ancak bu trajik savruluşun, onların önyargılarını göstermesinin ötesinde, bu ülkedeki adalet ve özgürlük mücadelesine de zarar vereceğini tahmin etmek güç değil. Bu konuda gayriahlaki tutum alanlar, başörtüsü yasağının kaldırılması konusundaki muhtemel bir yenilginin, Türkiye’deki diğer bütün özgürlüklerin gerilemesi anlamına geleceğini göremiyorlar (veya tahmin ettikleri halde, özgürlüğü önyargılarına kurban ediyorlar). Oysa yasağı kaldırma girişimi, onların destek olmamalarına rağmen başarıya ulaşsa bile, bu süreçte yaşananlar, insan haklarına dayalı bir düzen için kolektif mücadele inşa etme çabasına zarar verecek. Zira hükümetin, hayal kırıklığıyla, zaten iki yıldır aksattığı reformları toptan durdurup kendi içindeki devletçi-bürokratik zihniyete teslim olması riski söz konusu. Ama belki ondan da önemlisi, bu sürecin, İslami duyarlılığı belirgin olan demokratlar üzerindeki muhtemel etkileri.
Ancak Türkiye’de siyasi kişiliği yetmişli yılların travmatik ve her kesim açısından anti-demokratik siyasi atmosferinde şekillenen kuşağın anlayabileceği bir durum değil bu ve çoğu hâlâ, o yıllarda yaşadığından olacak, Türkiye’deki “İslami kesim”in yaşadığı değişim ve dönüşümün farkında değil. Oysa sağın ve özellikle de solun kendi içlerinde gerçekleştiremedikleri değişim ve dönüşüm o kesim(ler)de yaşanıyor; insan hakları, demokrasi ve özgürlükler üzerinde düşünüp üreten entelektüeller son dönemde daha çok “o cenah”tan çıkıyor (Etyen Mahçupyan’ın “Muhafazakâr kesimin içinde, demokratlığın eşiğinde duran çok daha fazla sayıda insan olduğunu düşünüyorum” şeklindeki tespiti haklıdır); yayınevi ve dergi çevrelerinden sivil toplum örgütlerine kadar geniş ölçekli bir farklılaşma, tartışma ve değişim varlığını hissettiriyor.
Öyle ki, bu kesimde, örneğin siyasi tutumları göz önüne alındığında, en dışarıdan bakanın bile (eğer önyargısı gözünü tamamen perdelememişse) fark edebileceği kadar çeşitli yönelişler var ve bu durum onları tek bir etiket altına koymayı anlamsızlaştırıyor. Bu çevrelerde, kendilerine demokrat demeyen bazı kişi ve gruplar da dâhil olmak üzere, son derece güçlü bir sivil ve demokrat damar gelişiyor. Türkiye’deki dindar-muhafazakâr kitleleri eski öcülerle korkutmak, onları, içinde bulundukları sıkıntıların Yahudilerin, masonların, dönmelerin yüzünden olduğuna inandırmak da artık eskisi kadar kolay değil. Örneğin Sabetaycılarla ilgili paranoya üreten yayınlar, son dönemde “laik”, “sol” ve milliyetçi çevrelerden veya devrime inancını kaybedip kendisine başka “uğraşlar” arayan “araştırmacı”lardan geliyor (Ve ben bu yayınlara yönelik en ciddi ve insani eleştirileri bir kısım “dinci basın”da okudum). Onları bazen Hrant Dink için adalet ararken, bazen Kürt sorununa çözüm için barış girişimine destek verirken, bazen de 301’e karşı kampanyada görüyoruz.
Ancak bu olumlu çizgiler, resmin bütününü ifade etmiyor. Dindar, muhafazakâr ve İslami kesimler içinde otoriter, devletçi, milliyetçi ve oportünist bir çizgi de var ve o da varlığını ve gücünü hissettiriyor. O da elindeki medya imkanlarıyla, Soğuk Savaş döneminin önyargılarının “dinî” versiyonunu pompalıyor. Sonuçta, geniş bir tabana oturan bu kesimlerde, değişim sürecinde her iki çizgi de bir üstünlük mücadelesi veriyor.
İşte başörtüsü konusunda yaşanan “demokrat aydınlar” trajedisinin, onlar eliyle gerçekleşen duvara çarpma hadisesinin, bu iki çizgi arasındaki mücadelede özgürlükçü olanların durumlarını güçleştirdiğini tahmin etmek mümkün.
Dileyelim, şimdiye kadar insan hakları konusunda hep sağlam duran, hiç yalpalamayan, hiç “ama” demeyen, adalet duygusuna sahip olduğunu defalarca kanıtlamış olan Gülay Göktürk ve Etyen Mahçupyan gibi az sayıdaki demokrat aydının varlığı ve İslami duyarlılıkları belirgin olanların gözündeki itibarı karşılık gelsin ve bu terk edilmişlik duygusunu silmeye katkıda bulunsun. Ve dileyelim, son yıllarda, klasik devletçi-sağcı geçmişlerinden sıyrılıp Kürt sorunu, ifade özgürlüğü ve gayrimüslimlerin hakları gibi konularda özgürlükçü bir tutum sergileyen İslami kesimin demokratları, duvara çarpmalarının veya diğer konularda birlikte özgürlük mücadelesi verdikleri pek çok arkadaşları tarafından yarı yolda bırakılmalarının şokunu çabuk atlatsınlar; küsüp kendi içlerine çekilmesinler. Çünkü onların geri çekilmeleri, hem haklarını savundukları insanlara hem de bu ülkede insan onuruna yaraşır bir sosyo-politik düzen kurma idealine zarar verecek.
Her kesimden birileri, ahlaki bakımdan hiç de ideal sayılmayacak bu ortamda adaletten yana sağlam durmalı, kendi çevresindekilere “Sen ona uyma” diyebilmeli. İslami kesimler de bu süreçte “Bak, gördünüz mü, sizin bu demokrat zannettikleriniz, başımızdaki örtüye bile tahammül edemiyorlar” diyenlere değil, “Başörtüsü serbest bırakılsa bile, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimlerle birlikte olmadıkça özgür değiliz” diyen başörtülü kadınlara kulak vermeli. Çünkü bir gün bu ülke insan onuruna yaraşır bir ortama kavuşacaksa, bu “safça”, “aymazca” ve inatla kendisine öteki gösterilmek istenenlerin hakkını savunmayı başaran, zihinlerimizdeki öteki kategorisine saldıran “yıkıcı” genç kızların aklı ve kalbiyle olacak.
Keşke hepimiz onlar kadar “aymaz” olabilseydik!
Paylaş
Tavsiye Et