ÇETE tutuklamaları, bu ülkede alışık olmadığımız türden bir şeyler olduğunu gösteriyor. Bugüne kadar topluma kan kusturan, siyasette deprem meydana getiren cinayetlerden sorumlu tutulan derin ahtapot, ilk kez kollarından birini kaptırmış görünüyor. Yaşadıklarımız, hiç şüphesiz, sadece “adli bir olay” olarak değerlendirilemez. Dünyanın hiçbir ülkesinde, derin devlet türü yapılanmalar, sadece mevcut yargı erkinin rutin işleyişiyle, yargısal bir karar ve süreçle ortadan kaldırılamaz (Çünkü o zaten hep işlediği halde bu yapı ortaya çıkmış ve varlığı herkesçe bilinmesine rağmen faaliyetleri sürmüştür).
Dolayısıyla, mutlaka onunla mücadele eden yargının dayanması gereken güçlü bir siyasi irade de olmak zorundadır (İtalya’da olduğu gibi). Öyle ki, gerekirse mevcut yargı erkinin sınırlılıklarını göz önüne alarak, bu suçla mücadeleye özel, ayrı bir hukuki ve adli birim oluşturmak; onu gerekli hukuki yetkilerle donatmak; hâkime ve savcıya, başta can güvenliği olmak üzere, her türlü güvenceyi sağlayacak ve belki de bütün bunlar kadar önemlisi, sürecin işleyişini sabote etmeye, sanıkları itiraftan vazgeçirmeye veya onlara çetenin istediği yönde ifade verdirmeye çalışan güçlerin etkisini kırmak gerekir. Bu da yetmez, çetelerle mücadeleye kararlı olan siyasi irade, parlamento veya hükümet, yüksek yargının derin güçlerden yana tutum alıp, davaları bozup, süreci sabote etmeyeceğinden emin olmalı; gerekirse onu da yeniden yapılandırmalıdır. Dünyanın her yanında, başarı için bu şartların bir arada olması gerekir.
Türkiye’de bugün ahtapotun kolundan gövdesine ve beynine ulaşmayı ve onu ortadan kaldırmayı sağlamanın bu gerekleri tam değil. Yaşananlar, kendi Gladio’sunu veya başka türden derin devletlerini ortadan kaldıran demokratik ülkelerin deneyimlerini andırmıyor. Türkiye’de çeteler, mevcut mekanizmanın etkili bir biçimde çalıştırılması yoluyla çökertilmeye çalışılıyor.
Ama bu süreç eksik yönleriyle de dikkat çekiyor. Örneğin, “irticacı cinayet” rolünü oynuyor görünen aktörler, yakalansalar bile, bu süreçte kendilerine biçilen rolü oynamaya devam edebiliyorlar. Çünkü muhtemelen kendilerine verilen başka tür garantilere güveniyorlar veya korkuyorlar; ama sonuçta onları yönlendiren iradenin telkini altında oldukları izlenimini verecek şekilde hareket ediyorlar. Bu aktörlerin bağlantı içinde oldukları kişi ve yapıların hiç de “irticacı” olmadıkları, hatta tam tersine, onlarla mücadele edenlerin “laik ulusalcı” unsurlar olduğu ortaya çıkarılsa bile, örneğin bir fotoğraf karesinde belgelenen ilişkileri basına yansısa bile, kendilerine biçilen role uygun yönde ifade vermeye devam edebiliyorlar. Bu durum, çeteyle mücadelenin gerektirdiği moral atmosfer ve sürecin psikolojik üstünlük koşulunun eksik olduğunu düşündürüyor. Hâlihazırda, bu aktörler üzerindeki kontrol, baştan beri onları kullananlarda görünüyor. Oysa bu sorun çözülmeden, derin bağlantılar da çözülemez.
Bu çerçevede siyasi iktidarın, yargıya müdahale anlamında değil, ama yargının adil bir biçimde yürütülmesini sağlama anlamında sorumluluğu var. Zaten yaşananlar da ona sorumluluktan kaçma seçeneği bırakmadı. Bu kadar üstüne gidilmeseydi, belki de cesaret edip elini ateşe sokacağı da yoktu (“Normal şartlar altında” hükümet, kendi içindeki bürokratik zihniyetin kıdemli temsilcilerinin müsekkin etkisi yapan telkinlerine kulak verebilirdi).
Sorun, hukuki olduğu kadar siyasi bir nitelik de taşıyor. Nitekim bu noktadaki saflaşma, adeta hiç kimsenin konuya sadece yargıyla ilgili bir sorun olarak bakmadığını düşündürüyor. Ama asıl trajik olan, “Hükümete yarayacak” diye, demokratik ülkelerde çoktan gerçekleştirilen, ama Türkiye tarihinde ilk kez girişilen bu tasfiyede sivil toplumun yapıcı denetiminin engelleniyor olması.
Bunun basındaki yansıması çok açık. Örneğin Doğan Grubu trajik bir sessizlik içinde; ne kedi girmiş, ne zarar etmiş gibi yapıyor, yani adeta, olup biteni görmezden gelmeyi tercih ediyor. “Olay yargıya intikal etmiştir, şimdi yapılması gereken mahkemenin sonucunu beklemektir” şeklinde düşündüklerini farz etmek abartılı bir iyimserlik olur; çünkü bu gazeteler Şemdinli’de davaya ön sayfadan müdahil olmuş, savcıyı manşetleriyle dövmüşlerdi. Şimdi hükümeti Şemdinli’de başarısız bir sınav vermekle eleştiren Radikal bile “grup kararı”na uygun davranıyor ve davanın bitmesini bekliyor; muhtemelen “çeteleri çökertemeyen akepe hükümeti”ni daha sonra suçlayacak, gelecekteki kurbanlar için en içli ağıtları da yine o yakacak. Türkiye’deki egemenlik ilişkilerini göz önüne aldığımızda, belki de, bu davada onlardan konuyu canlı tutmalarını, unutturmamalarını ve operasyonun derinleştirilmesi için destek oluşturmalarını beklemek hata olurdu.
Ama bu süreçte, başta gülümseyen fotoğrafını her gördüğümde içimin cız ettiği Hrant Dink olmak üzere, kurbanların bizlere yüklediği ahlaki ödeve riayet eden, çeteye karşı hukuka ve demokrasiye sahip çıkan basın da var. Neyse ki basın eskiye kıyasla çeşitlenmiş durumda ve artık onun ana gövdesi duyulmasını istemediği haberi örtemiyor; Star, Yeni Şafak, Taraf ve diğerleri çeteyi görüyor.
“Uzlaşma” Tuzağı
Ama sürecin layıkıyla tamamlanmasının şartları var. Evet, bu aşamada hükümet, görünen o ki, bıçağın kemiğe dayandığını gördüğü için, zaruretten kaynaklanan bir cesaret gösteriyor. Çeteyi tasfiye edemezse, kendisinin tasfiye olacağını düşünüyor. Ama onun bu durumu, gerçek ayrışmayı ve tarafları görmemizi engellememeli. Bu, hükümeti de aşan bir ayrışma ve onu yanlış okumamak gerek. “Bir tarafta İslami dünya isteyenler, diğer tarafta ulusalcılar”, anlamında bir değerlendirme yapan M. Ali Birand’ın yaklaşımı, yanlış olduğu kadar tehlikeli bir sahte ikilemi ifade ediyor. Oysa Ahmet Altan’ın da isabetle vurguladığı gibi, söz konusu olan demokrasi mücadelesi. Bu ayrışmada taraflar, bütün eksikliklerine karşın sahip olduğumuz “demokrasi” ile ülkeyi kocaman bir av sahası haline getirmeye çalışan “derin çeteler”. Mücadele, sivil güçlerle derin güçler arasında.
Risk ise, hükümetten bu kadar cesaret beklemeyen ve bugün afallamış görünen derin güçlerin, “artık uğraşmama” taahhüdünde bulunması durumunda, hükümetin de “gerginlik çıkmasın”cı bir yola girip, kötülükle “uzlaşması”. Bu durumda, “doğru ile yanlış arasındaki her uzlaşmadan yanlış galip çıkar” kuralı işleyecek ve başlangıçtakinden çok daha kötü bir noktaya gelinecek. Biraz felaket tellalı olarak görünme pahasına belirtmek gerek ki, bu nokta, sadece hükümetin iktidarını kaybetmesi değil, ölmeyen ahtapotun daha güçlü ve daha saldırgan olarak bütün bir ülkeyi sarması anlamına gelecek. Bugün dahi, sadece “merkez”de değil, taşra illerinde bile, acenteleşme eğiliminde olan bir oluşumdan söz ediyoruz. “Vatanı kurtarmanın söz konusu olduğu”, yani “bol paralı kamu ihalesinin mevcut olduğu” her yerde, artık onlardan söz ediliyor.
Bu operasyon, yöneldiği amaç bakımından, “Müesses Nizam”ın artık kontrolden çıkma eğilimi gösteren derin unsurları budamasından ibaret de olabilir. Ama öyle bile olsa, dallardan köklere gitmek için çaba harcamaktan başka seçeneğimiz yok.
Paylaş
Tavsiye Et