TÜRK kamuoyunun hiç de yabancı olmadığı bildik argümanlar ve klişe retorikler şimdilerde Avrupa ülkelerinde çarpışıyor. 11 Eylül sendromuna bağlı olarak kıpırdanmaya başlayan İslamofobi, özellikle Fransa, Almanya; kısmen de Belçika ve İsviçre yönetimlerinde etkisini hissettirirken, Müslümanlar bir kez daha kamusal-özel alan, laiklik, dinî-siyasî sembol, demokratik hak ve özgürlükler, ayrımcılık gibi kavramların kaynadığı bir cadı kazanına atılıyor. Avrupalının değiştirme, dönüştürme, “geliştirme”, “medenîleştirme” ve kendi değerlerinin potasında eritme süreçleriyle karakterize olan ve köklü sömürgecilik tecrübelerinden beslenen “öteki” algısı, Hintliler, Aborijinler, Kızılderililer ya da Afrika yerlilerine tam oturmuştu. Ancak, Müslümanlar söz konusu olduğunda, yukarıdaki süreç hiçbir zaman düzenli olarak işletilemedi ve biçilen elbiseler bedenle uyumlu olmadı. Hatta kendi ülkesindeyken İslamî bir yaşam kaygısı taşımayan pek çok Türk, Faslı, Cezayirli, Tunuslu, Senegalli, bir Avrupa ülkesine yerleştikten sonra, şaşırtıcı bir biçimde özüne dönüyor; bazen çevresindekileri de etkileyerek toplumsal yapı içerisinde İslamî görünümlerin çoğalmasına neden oluyor. Öyle ki, Belçika’da Fransızca konuşan toplumun Eğitim Bakanı Pierre Hazette, “Bugün Brüksel’de Cezayir’dekinden daha çok başörtülü kız görüyorum” itirafında bulunuyor ve ekliyor: “Sanırım, başörtüsünü yasaklamaya doğru gidiyoruz”.
Önceleri konuyu, hükmeden medeniyete ait olmanın getirdiği bir özgüvenle ve demokratik hoşgörüyle karşılayanların sayısı fazla ve görüşleri geçerliyken; görünürlük meselesi işin rengini değiştiriyor. Aristo’nun “Görmek inanmaktır” sözünü medeniyet âmentüsü belleyerek bir sembol ve imaj fetişizmine saplanan Batılı zihin, artık sokağında, yanında, karşısında, hatta ekranında başörtüsü ve İslamî unsurlar görmeye tahammül edemiyor. Bu yüzden, modern zamanların belki de en elastikî kavramı olan ‘kamusal alan’ı ucundan, köşesinden, tutabildiği yerden çekip esnetmeye çabalıyor. Çoğu kez, liberal demokrasinin yüzlerce yıllık kazanımlarını bir anda yok saymaya ve insan hakları, din ve vicdan hürriyeti gibi Avrupa kaynaklı hukuk kurallarıyla çelişmeye kadar varan paradoksal sonuçlar doğuran mahkeme kararları veya idarî tedbirler ortaya çıkabiliyor. Bir başka yöntem de, yuvarlak ifadelerle her şeye değinip hiçbir şey söylemeyen karar bildirilerinden sonra, dinî semboller konusunda son sözü yerel yöneticilere veya okul müdürlerine bırakarak topu taca atmak. Bu arada, başörtüsünün yanında kippa, Davut yıldızı ve haçın da yasaklandığı; kurunun yanında yaşın da yandığı olabiliyor tabii.
Almanya’da konu, Baden-Württemberg eyaleti Federal Anayasa Mahkemesinin Afgan asıllı öğretmen Fereşta Ludin davasında başörtüsü lehine verdiği kararla gündeme oturdu. “Eyalet yasalarında başörtüsüyle derse girilmeyeceğine dair bir madde olmadığı” gibi biçimsel bir gerekçe ortaya koyan mahkeme, tartışmaları alevlendirmemek için tarafların kullandığı argümanlara gönderme yapmaktan kaçındı. Böylelikle, yasaların değişmesi halinde, yasak getirilmesinde bir sakınca görmediğini de zımnen belirtmiş oldu. Sonuçta, Almanya’da federal bir yapı olduğu için, öğretmenlerin başörtüsü takması konusunda eyaletlere göre değişen yasalar söz konusu. Ancak, unutulmaması gereken bir nokta şu ki; Almanlar, dünya görüşleri henüz şekillenmemiş öğrenciler üzerinde etkili olabileceği gerekçesiyle, sadece okulda öğretmenlerin taktığı başörtüsünü tartışıyor. Yoksa, devlet kurumlarında çalışanlar ya da öğrenciler için böyle bir yasak ihtimalinden kimse söz etmiyor.
İngiltere, Hollanda, İsviçre, Belçika ve İskandinav Ülkeleri
Anglikanizm’i devlet dini olarak benimseyen İngiltere’de okullarda ve resmî dairelerde başörtüsü takmayı yasaklayan herhangi bir kanun bulunmuyor. Üniversiteler, binalarındaki şapellerin yanında Müslüman öğrenciler için mescit de açıyor. Liberalizmin anavatanı Hollanda da başörtüsüne sıcak bakan; hatta dinî sembollerin kamusal alanda yaşatılmasını güvenceye alan Avrupa ülkelerinden.
Kantonlardan oluşan İsviçre’de sadece Cenevre Kantonu, ilkokul öğretmenlerinin okulda dinî sembol taşımasını yasaklıyor. İki toplumun birlikte yaşadığı Belçika’da, Flemenk bölgeleri Hollanda’yı; Fransız bölgeleri ise Fransa’yı izliyor.
İskandinav ülkelerinde Müslümanlar herhangi bir yasakla karşılaşmadığı gibi, özel ve kamusal kuruluşlar başörtülü çalışanları için, üzerinde logo bulunan türbanlar hazırlatıyor. Danimarka’da ordu yetkilileri, “Askerlerimizden isteyenler türban takabilir” şeklinde açıklama yapıyor.
Yahudi Baba, Ermeni Avukat, Başörtülü Alma ve Lila
Ülkemizdeki tartışmalarda sık sık emsal gösterilen Fransa, Avrupa’da laikliğin en katı uygulandığı ülke. Çoğu Kuzey Afrikalı, 5 milyon Müslümanın yaşadığı Fransa’da iki yıldır işbaşında bulunan sağcı hükümet, başta Başbakan Jean-Pierre Raffarin olmak üzere, Eğitim Bakanı Luc Ferry ve İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, Fransız Danıştayı’nın 27 Kasım 1989’da okullarda serbest bıraktığı başörtüsünü ve dinî sembolleri yasaklamaya uğraşıyor. Ülkedeki Müslümanları daha kolay denetleyebilmek için kurdurduğu İslam Konseyi’nin toplantısında, “Fransa’da tek bir otorite vardır; o da Cumhuriyettir” uyarısında bulunan Raffarin, ardından politik bir üslûpla devam ediyor: “Laikliğe uymayan öğrenciler okuldan atılabilir. Başörtüsü takanlar için başörtüsü bir semboldür; başörtüsüne karşı olanların tutumu da aynı şekilde bir semboldür. Konunun özellikle araştırılması gerekir.”
Ülkede kamuoyunu meşgul eden asıl olay ise, Yahudi bir babanın İslam’ı seçen ve başörtüsü takan kızları Alma ve Lila’nın Henri-Wallon Lisesi Disiplin Kurulu tarafından okuldan uzaklaştırılmasıydı. Pek çok entelektüelin yanı sıra, Alma ve Lila’nın Ermeni asıllı avukatı Gerard Çolakyan da kararın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6’ncı maddesine aykırı olduğunu söylüyor. “Fransa ve Avrupa’da İslam’ın Geleceği” adlı kitabın yazarı Michel Wieviorka, gündelik yaşanan İslam’dan başka bir de “Batılılaşmış İslam” bulunduğunu ve ikisini ayırmak gerektiğini belirterek, Fransız laiklerin İslam’a karşı tavrını “soğuk hoşgörü” olarak niteliyor. Karara tepkiler, genelde yasağın Müslümanları yer altına iteceği ve onların toplumla entegrasyonlarını zorlaştıracağı kaygısından kaynaklanıyor.
Son olarak, Fransa veya herhangi bir laik ülkedeki başörtüsü ve dinî eğitim konusunu Türkiye gündemine taşıyanlar, kendi siyasî-ideolojik tercihlerine göre bunu ele alıyor. Israrla unutulan -ya da atlanan- üç nokta var: Birincisi, Fransa’da bu konular bir azınlık sorunu. Toplumun genel yapısına göre farklı dinî ve kültürel kimlik taşıyan Müslümanlarla, çoğunluğun tarihî ve demografik özelliklerini yönetime yansıtan Fransız hükümetleri arasında bir hak elde etme meselesi. Bizde ise bu, bir çoğunluk sorunu. İkincisi, Fransa’da Tevhidi Tedrisat Kanunu olmadığı için öğrencilere laik, Katolik, Musevî ve Müslüman oluşlarına göre farklı seçenekler sunulabiliyor. Yani Alma ve Lila sadece Henri-Wallon Lisesi’nden uzaklaştırıldılar; isterlerse, başörtüsüne izin veren bir başka liseye devam edebilecekler. Türkiye’de öğrenci, ya inancına ters düşerek eğitim görecek, ya da eğitimi bırakıp evde oturacak. Üçüncüsü, her şeye rağmen Fransa’da yasak sadece ortaöğretim kurumlarında uygulanıyor ve bu konudaki inisiyatif okul idarecilerine bırakılıyor. Hiç kimse, 18 yaşına gelmiş bir üniversite öğrencisinin saçı, sakalı ve taktığı dinî-siyasî sembolle uğraşmıyor. Hem öyle olsaydı bile, sû-i misal emsal midir?
Paylaş
Tavsiye Et